12 Temmuz 2015 Pazar

ŞİBÂNÎ HAN VE KESİK BAŞI



      Şibânî Han[1] vurulmuş ve yere düşmüştü. Çevresini saran Kızılbaş Türkmen atlıları, bu Çingiz oğlunu öldürmüştü. O ân, başka bir Kızılbaş Türkmen, atıyla diğerlerinin yanına gelmişti. Cesedi, Şâh’ın istediğini söylemişti. Atlılar, Şâh’ın adını duyar duymaz, kenara çekilmişlerdi. Haberi getiren ise yanındaki iki askere, cesedi kaldırmalarını ve Şâh’ın otağına götürmelerini emretti.

     Muhammed Şibânî Han, olanları, sessizce izliyordu. Zâten haykırsa bile kimse onu duyamazdı. Zîrâ çoktan cân vermişti. Atlılar, hızla cesedi taşıdılar. Şâh İsmâil Hat’aî, otağında bekliyordu. Cesedi görür görmez, gözleri ışıldadı. Kimse yüce Şâhlarının ne yapacağını bilmiyordu.
        
    “Bakın işte, görün. Bize râfızî diyen, kâfîr diyen, şu Yezîd’e bakın hele. Darısı diğer Yezîdlerin başına…”
     
    En büyük düşmânlarından birini ortadan kaldıran Şâh, artık kendini Mehdî gibi görmekte ve yenilmezliğine inanmaktaydı. Tabiî onun peşinden gelen bütün Sâfevî savaşçıları ve dervişleriyle, mürîdleri, buna çok fazla inanmaktaydı.
            
     Artık iş, çığırından çıkmak üzere idi. Han’ın cesedi başında bulunanlar, zafer ve nefretle karışık duygularını, ortaya koyuyorlardı. O ân, Şâh’ın verdiği bir emîr, ortaya ölüm sessizliğinin çökmesine yol açtı. Han’ın başının kesilmesini emretti.
            
     Orada bulunan herkes, bir ânda sustu ve birbirine bakmaya başladı. Özbek Hanı Muhammed Şibânî Han düşmânlarıydı, savaşmışlardı, öldürmüşlerdi. Ama kafasını kesmek… Sonuçta o bir Çingiz oğlu idi ve soylulara mensûb idi. Kanını dökmek uğursuzluk getirirdi. Ancak Şah, emîrlerini tekrâr etmeyi sevmezdi. Bu yüzden de istemeye istemeye Han’ın başını kestiler.
            
       Şâh’ın yanındakilerden birçoğu böyle bir soylunun kanını dökmenin uğursuzluk getirebileceğini söylemişti. Şâh ise buna kendisinin Hazretî Muhammed’in soyundan olduğunu söyleyerek cevâb vermiş ve bu dünyâda tek kutsal soyun Ehl-i Beyt’e mensûb olmak olduğunu söylemişti. Yanındakiler onu, Mehdî gibi gördükleri için “Bir bildiği vardır” diye düşünmüşler, ama yine de içlerindeki korkudan kurtulamamışlardı.
            
      Şâh, kestirdiği başın, et ve derilerinin yüzülmesini emretmiş, ardından ise altınla kaplatmıştı. Kafatasının bir kısmını Mısır Sultânı Memlûk Kansu Gavri’ye göndermiş, bir kısmını kendisine şarab kadehi yapmıştı.
           
      Bununla birlikte Şibânî Han yaşananları izlemeye devâm ediyordu. Mânevî gözyaşlarını cesedinin ve kesik başının üzerine akıtıyor, ancak bunu kimse görmüyordu. Bu esnâda yaşadıklarını düşündü.

*  *  *
            
        Temür oğullarını Türkistan’dan çıkardıktan sonra artık bütün Türkistan’ın hanı olmuştu. Bununla birlikte Kızılbaş Türkmenlerini, kendisine en büyük düşmân olarak görüyordu. Bunun için hâkim olduğu yerlerde Şiî avına çıkmıştı.

            On iki imâmdan birinin adını taşıyanları arayıp, Şiî olanlar öldürülmüş, Şiî kökenli olan ve kendileri gibi Çingiz Han soyundan olan Hazaralara sefere çıkılmıştı. Ancak Hazaralar, üzerlerine gelen Özbekleri yenmişlerdi. Bununla birlikte Şibânî Han, gözünü İtil bölgesindeki Çingiz Han soylu hanlıklara dikmişti. Kazan, Astrahan ve Nogay hanlıkları üzerine çıktığı seferde de başarısız olmuştu.

            Yaşadığı başarısızlıklara rağmen kısa sürede gücünü toparlamış ve yeniden harekete geçmişti. Bu arada Kızılbaş Türkmenlerin şâhı İsmâil Hat’aî, Horasân bölgesini ele geçirmek için sefere çıkmıştı. Kendisi ba’zen Mehdî gibi, ba’zen ise Hazretî Ali’nin bedenlenmişi olarak gören Şâh, Şiîleri kurtarmayı kendisine hedef olarak seçmişti.

          Şâh’ın üzerine geldiğini öğrenen Şibânî Han da harekete geçmiş ve Horasân bölgesine gelmişti. Bu arada olan, her iki Türk hükümdârının hâkimiyetinde olanlara oluyordu. Şâh İsmâil Hat’aî, hâkim olduğu bölgelerde Osman, Ömer, Ebû Bekir, Ayşe gibi isimleri taşıyanların, ya Şiî olup, isimlerini değiştirmelerini ya da öldürülmelerini emrediyordu. Sünnî avına çıkmıştı. Bu Çingiz oğlu ile yapacağı savaşta, arkasında engel bırakmak istemiyordu. Benzerini de Şibânî Han, Türkistan ve Horasân’daki Şiîlere karşı yapıyordu.

            Bu arada Şâh İsmâil’in müttefikleri de harekete geçmişti. Şibânî Han ile aralarında düşmânlık olan, Semerkand ile bütün Türkistan’ı kaybeden Temür oğullarından Bâbûr Şâh, kuzeye doğru yürüyüşe geçmişti. Bu arada kısa süre önce Şibânî Han’ın saldırdığı, ancak kaybettiği Şiî Hazaralar da, Şâh’a destek için yürüyüşe geçmişti.

        Horasân’ın, her kum tânesinin insân kanıyla yoğrulduğu çöllerinde yeni bir savaş yaklaşıyordu. Geçmişteki yüzlerce örnekte olduğu gibi yine Türk, Türk’ü öldürecekti ve çöl, yine kan ile yoğrulacaktı. Şâh ilerledikçe, Han’ın çadırında hareket artıyordu. Han’ın habercileri, Şâh’ın, Meşhed’i aldığını ve Herat’a ilerlediğini bildiriyorlardı.

         Meşhed, Merv’den atla üç günlük mesâfede olan ve Merv’in güney batısında kalan bir şehirdi. Herat ise Merv’in tam olarak güneyindeydi ve arada atla bir hafta mesâfe vardı. Bütün güney bölgelerinin Şâh’ın elini geçtiğini öğrenince, ordusunu Merv kalesine çekip, kalenin içine sığındı.

          Bir yanda Türkistân bozkırının atlı Özbek savaşçıları, bir yanda Rûm ve Acem bozkırı’nın atlı Türkmen savaşçıları… Her ne kadar Şibânî Han, kaleyi sağlamlaştırıp, gücünü arttırmış olsa da, savaşçıları bozkırın insânıydı ve hepsi meydân savaşı istiyordu. Bir kaleye sığınıp, denkleri olan bir ordudan korkmaları, bu savaşçıların ağrına gidiyordu. Çingiz oğlundan, Çingiz Kağan’a yakaşır bir şekilde davranmasını bekliyorlardı. Ancak yine de Şibânî Han, tedbirli olmak istiyordu. Bu arada şehirdeki Şiîlerin isimlerini öğrendi ve bir kısmı şehirden çıkarıldı, bir kısmı ise öldürüldü.

         Aslında var olan durum, bir mezheb savaşı değil, bir kardeş katliamı idi. Horasân’ın hâkimiyeti için Sünnî Şibânî Han, Şiîleri katlediyor; Şiî Şâh İsmâil Hat’aî, Sünnîleri katlediyor. İkisi de, kendisi gibi inanmayanları düşmân olarak görüyor ve ya kendisine îmân etmeye zorluyor, ya da öldürüyor. Kızılbaş Türkmenler, Sünnî Özbeklere “Çingiz’in dölü, kâfir Yezîdler” diyor; Sünnî Özbekler, Kızılbaş Türkmenlere, “kâfir Râfızîler” diyor. Aynı dili konuşan, bu insânların dili, hem o kadar farklı, hem o kadar aynı ki, anlamak mümkün olmuyor.

       Bu arada Özbeklerin, Merv kalesine çekilmesini fırsat bilen Şâh İsmâil, birbiri ardına Şibânî Han’a hakaretlerle dolu mektûblar gönderiyordu. Şâh, bu mektûblarda, Han’a korkak diyor; mezhebine ve atalarına hakâret ediyordu. Han’ı bir meydân savaşına çağırıyordu. Bu arada Şâh, öldürülen Şiîlerin intikâmını alacağını söylemekten de geri durmuyordu.

        Şibânî Han, öfkeli bir yaratılışa sâhibdi. Zekî olmakla berâber büyük dedesi Çingiz Kağan’ın dehâsından yoksundu. Bu yüzden Şâh’ın mektûblarındaki oyunu fark edemedi. Ânlık öfke ile askerlerine kaleden çıkmayı ve saldırmayı emretti. Bozkırın bu atlı savaşçılarının istediği de, zâten buydu. Öleceksek bile en azından, saldırarak ölelim, diye düşünüyorlardı. Han’da bu fikirdeydi. Ancak Şâh İsmâil, Han’ın çıkışını gördükten sonra öncülerine saldırı emri verdi. Özbekler, Sâfevî öncülerini yok edince, Şâh, ordusuna “geri çekilme” emri verdi.

        Bozkırın bu iki büyük başbuğundan biri, diğerine bozkırın savaş taktiğini uyguluyordu. Bozkırın evlâdı Türklerin, binlerce yıldır uyguladığı taktiği, şimdi Şâh uyguluyordu. Ne yazık ki, Çingiz oğlu Şibânî Han ise bu oyuna geliyor ve zafer havasıyla saldırıyordu. Ancak gerçeği kavraması uzun sürmedi. Özbeklerin bir ânda çembere alınması ve Sâfevîlerin karşı saldırıya geçmesi ile birlikte büyük bir bozgun başladı.

        Şibânî Han, bir ânda Türkmen savaşçıların arasında kalmıştı. O sırada uzaktan dörtnala gelen bir Türkmen savaşçı, oku fırlattı. Okun Şibânî Han’ın göğsüne değmesi ile birlikte, okun temreni Han’ın zırhını deldi ve Han, atından yere düştü. Han, cân çekişir iken son darbe çevresindeki Türkmen savaşçılardan birinin mızrağını saplaması ile geldi.

*  *  *

       Merv Kalesi önündeki Türk’ün Türk’ü öldürdüğü bu savaşın bitmesinin ardından, Şibânî Han’ın başsız rûhu, acı içerisinde yaşananları izliyordu. Savaşı, ölen Türkleri, savaşın öncesini, mezheb çatışmalarını ve en sonunda kendi âkıbetini izliyordu. Bir yandan kendi sonu için ağlıyor, bir yandan da yaptıkları aklına geliyordu.

       O sırada uzaktan birinin yaklaştığını gördü. Bu gelen Selçukluların son sultânı Ahmed Sencer idi. Merv’deki yıkık türbesinden kalkmış, yanına geliyordu. O ise meydânda yatmakta olan Türkmen ve Özbek Türkü savaşçılara bakıp, ölen Türklere ağlıyordu. Bir süre berâberce ağladılar. Daha sonra yanlarına heybetli bir atlı geldi. Her ikisini de ayağa kaldırıp, emretti…

        “Gidiyoruz…” ve ardından sordu…

        “Bu mezheb savaşının sebebi ne? Neden?”

      Türk’ün bu iki sultânı, bu heybetli atlının peşinden gitmeye başladılar. O sırada atlı, yüzünü onlara döndü. Bu Çingiz Kağan’dı…

9 Temmûz 2013

KUTLU ALTAY KOCAOVA





[1] Muhammed Şibânî Han: Bu isim, çeşitli kaynaklarda farklı olarak yazılmaktadır. Bâbûr Şâh, eseri Bâbûrnâme’de “Şaybak Han” olarak verirken, ba’zı kaynaklarda “Şeybânî Han” olarak vermektedir. Ancak kendi şi’rlerinde “Şibânî Han” demektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder