Şibânî Han[1]
vurulmuş ve yere düşmüştü. Çevresini saran Kızılbaş Türkmen atlıları, bu Çingiz
oğlunu öldürmüştü. O ân, başka bir Kızılbaş Türkmen, atıyla diğerlerinin yanına
gelmişti. Cesedi, Şâh’ın istediğini söylemişti. Atlılar, Şâh’ın adını duyar
duymaz, kenara çekilmişlerdi. Haberi getiren ise yanındaki iki askere, cesedi
kaldırmalarını ve Şâh’ın otağına götürmelerini emretti.
Muhammed Şibânî Han, olanları,
sessizce izliyordu. Zâten haykırsa bile kimse onu duyamazdı. Zîrâ çoktan cân
vermişti. Atlılar, hızla cesedi taşıdılar. Şâh İsmâil Hat’aî, otağında
bekliyordu. Cesedi görür görmez, gözleri ışıldadı. Kimse yüce Şâhlarının ne
yapacağını bilmiyordu.
“Bakın işte, görün. Bize râfızî
diyen, kâfîr diyen, şu Yezîd’e bakın hele. Darısı diğer Yezîdlerin başına…”
En büyük düşmânlarından birini
ortadan kaldıran Şâh, artık kendini Mehdî gibi görmekte ve yenilmezliğine
inanmaktaydı. Tabiî onun peşinden gelen bütün Sâfevî savaşçıları ve
dervişleriyle, mürîdleri, buna çok fazla inanmaktaydı.
Artık iş, çığırından çıkmak üzere
idi. Han’ın cesedi başında bulunanlar, zafer ve nefretle karışık duygularını,
ortaya koyuyorlardı. O ân, Şâh’ın verdiği bir emîr, ortaya ölüm sessizliğinin
çökmesine yol açtı. Han’ın başının kesilmesini emretti.
Orada bulunan herkes, bir ânda sustu
ve birbirine bakmaya başladı. Özbek Hanı Muhammed Şibânî Han düşmânlarıydı,
savaşmışlardı, öldürmüşlerdi. Ama kafasını kesmek… Sonuçta o bir Çingiz oğlu
idi ve soylulara mensûb idi. Kanını dökmek uğursuzluk getirirdi. Ancak Şah,
emîrlerini tekrâr etmeyi sevmezdi. Bu yüzden de istemeye istemeye Han’ın başını
kestiler.
Şâh’ın yanındakilerden birçoğu böyle
bir soylunun kanını dökmenin uğursuzluk getirebileceğini söylemişti. Şâh ise
buna kendisinin Hazretî Muhammed’in soyundan olduğunu söyleyerek cevâb vermiş
ve bu dünyâda tek kutsal soyun Ehl-i Beyt’e mensûb olmak olduğunu söylemişti.
Yanındakiler onu, Mehdî gibi gördükleri için “Bir bildiği vardır” diye
düşünmüşler, ama yine de içlerindeki korkudan kurtulamamışlardı.
Şâh, kestirdiği başın, et ve
derilerinin yüzülmesini emretmiş, ardından ise altınla kaplatmıştı. Kafatasının
bir kısmını Mısır Sultânı Memlûk Kansu Gavri’ye göndermiş, bir kısmını
kendisine şarab kadehi yapmıştı.
Bununla birlikte Şibânî Han
yaşananları izlemeye devâm ediyordu. Mânevî gözyaşlarını cesedinin ve kesik
başının üzerine akıtıyor, ancak bunu kimse görmüyordu. Bu esnâda yaşadıklarını
düşündü.
* * *
Temür oğullarını Türkistan’dan
çıkardıktan sonra artık bütün Türkistan’ın hanı olmuştu. Bununla birlikte Kızılbaş
Türkmenlerini, kendisine en büyük düşmân olarak görüyordu. Bunun için hâkim
olduğu yerlerde Şiî avına çıkmıştı.
On iki imâmdan birinin adını
taşıyanları arayıp, Şiî olanlar öldürülmüş, Şiî kökenli olan ve kendileri gibi
Çingiz Han soyundan olan Hazaralara sefere çıkılmıştı. Ancak Hazaralar,
üzerlerine gelen Özbekleri yenmişlerdi. Bununla birlikte Şibânî Han, gözünü
İtil bölgesindeki Çingiz Han soylu hanlıklara dikmişti. Kazan, Astrahan ve
Nogay hanlıkları üzerine çıktığı seferde de başarısız olmuştu.
Yaşadığı başarısızlıklara rağmen
kısa sürede gücünü toparlamış ve yeniden harekete geçmişti. Bu arada Kızılbaş
Türkmenlerin şâhı İsmâil Hat’aî, Horasân bölgesini ele geçirmek için sefere
çıkmıştı. Kendisi ba’zen Mehdî gibi, ba’zen ise Hazretî Ali’nin bedenlenmişi
olarak gören Şâh, Şiîleri kurtarmayı kendisine hedef olarak seçmişti.
Şâh’ın üzerine geldiğini öğrenen
Şibânî Han da harekete geçmiş ve Horasân bölgesine gelmişti. Bu arada olan, her
iki Türk hükümdârının hâkimiyetinde olanlara oluyordu. Şâh İsmâil Hat’aî, hâkim
olduğu bölgelerde Osman, Ömer, Ebû Bekir, Ayşe gibi isimleri taşıyanların, ya
Şiî olup, isimlerini değiştirmelerini ya da öldürülmelerini emrediyordu. Sünnî
avına çıkmıştı. Bu Çingiz oğlu ile yapacağı savaşta, arkasında engel bırakmak istemiyordu.
Benzerini de Şibânî Han, Türkistan ve Horasân’daki Şiîlere karşı yapıyordu.
Bu arada Şâh İsmâil’in müttefikleri
de harekete geçmişti. Şibânî Han ile aralarında düşmânlık olan, Semerkand ile
bütün Türkistan’ı kaybeden Temür oğullarından Bâbûr Şâh, kuzeye doğru yürüyüşe
geçmişti. Bu arada kısa süre önce Şibânî Han’ın saldırdığı, ancak kaybettiği
Şiî Hazaralar da, Şâh’a destek için yürüyüşe geçmişti.
Horasân’ın, her kum tânesinin insân
kanıyla yoğrulduğu çöllerinde yeni bir savaş yaklaşıyordu. Geçmişteki yüzlerce
örnekte olduğu gibi yine Türk, Türk’ü öldürecekti ve çöl, yine kan ile
yoğrulacaktı. Şâh ilerledikçe, Han’ın çadırında hareket artıyordu. Han’ın
habercileri, Şâh’ın, Meşhed’i aldığını ve Herat’a ilerlediğini bildiriyorlardı.
Meşhed, Merv’den atla üç günlük
mesâfede olan ve Merv’in güney batısında kalan bir şehirdi. Herat ise Merv’in
tam olarak güneyindeydi ve arada atla bir hafta mesâfe vardı. Bütün güney
bölgelerinin Şâh’ın elini geçtiğini öğrenince, ordusunu Merv kalesine çekip,
kalenin içine sığındı.
Bir yanda Türkistân bozkırının atlı
Özbek savaşçıları, bir yanda Rûm ve Acem bozkırı’nın atlı Türkmen savaşçıları…
Her ne kadar Şibânî Han, kaleyi sağlamlaştırıp, gücünü arttırmış olsa da,
savaşçıları bozkırın insânıydı ve hepsi meydân savaşı istiyordu. Bir kaleye
sığınıp, denkleri olan bir ordudan korkmaları, bu savaşçıların ağrına gidiyordu.
Çingiz oğlundan, Çingiz Kağan’a yakaşır bir şekilde davranmasını bekliyorlardı.
Ancak yine de Şibânî Han, tedbirli olmak istiyordu. Bu arada şehirdeki Şiîlerin
isimlerini öğrendi ve bir kısmı şehirden çıkarıldı, bir kısmı ise öldürüldü.
Aslında var olan durum, bir mezheb
savaşı değil, bir kardeş katliamı idi. Horasân’ın hâkimiyeti için Sünnî Şibânî
Han, Şiîleri katlediyor; Şiî Şâh İsmâil Hat’aî, Sünnîleri katlediyor. İkisi de,
kendisi gibi inanmayanları düşmân olarak görüyor ve ya kendisine îmân etmeye
zorluyor, ya da öldürüyor. Kızılbaş Türkmenler, Sünnî Özbeklere “Çingiz’in
dölü, kâfir Yezîdler” diyor; Sünnî Özbekler, Kızılbaş Türkmenlere, “kâfir Râfızîler”
diyor. Aynı dili konuşan, bu insânların dili, hem o kadar farklı, hem o kadar
aynı ki, anlamak mümkün olmuyor.
Bu arada Özbeklerin, Merv kalesine
çekilmesini fırsat bilen Şâh İsmâil, birbiri ardına Şibânî Han’a hakaretlerle
dolu mektûblar gönderiyordu. Şâh, bu mektûblarda, Han’a korkak diyor; mezhebine
ve atalarına hakâret ediyordu. Han’ı bir meydân savaşına çağırıyordu. Bu arada
Şâh, öldürülen Şiîlerin intikâmını alacağını söylemekten de geri durmuyordu.
Şibânî Han, öfkeli bir yaratılışa
sâhibdi. Zekî olmakla berâber büyük dedesi Çingiz Kağan’ın dehâsından yoksundu.
Bu yüzden Şâh’ın mektûblarındaki oyunu fark edemedi. Ânlık öfke ile askerlerine
kaleden çıkmayı ve saldırmayı emretti. Bozkırın bu atlı savaşçılarının istediği
de, zâten buydu. Öleceksek bile en azından, saldırarak ölelim, diye
düşünüyorlardı. Han’da bu fikirdeydi. Ancak Şâh İsmâil, Han’ın çıkışını
gördükten sonra öncülerine saldırı emri verdi. Özbekler, Sâfevî öncülerini yok
edince, Şâh, ordusuna “geri çekilme” emri verdi.
Bozkırın bu iki büyük başbuğundan
biri, diğerine bozkırın savaş taktiğini uyguluyordu. Bozkırın evlâdı Türklerin,
binlerce yıldır uyguladığı taktiği, şimdi Şâh uyguluyordu. Ne yazık ki, Çingiz
oğlu Şibânî Han ise bu oyuna geliyor ve zafer havasıyla saldırıyordu. Ancak
gerçeği kavraması uzun sürmedi. Özbeklerin bir ânda çembere alınması ve
Sâfevîlerin karşı saldırıya geçmesi ile birlikte büyük bir bozgun başladı.
Şibânî Han, bir ânda Türkmen
savaşçıların arasında kalmıştı. O sırada uzaktan dörtnala gelen bir Türkmen
savaşçı, oku fırlattı. Okun Şibânî Han’ın göğsüne değmesi ile birlikte, okun
temreni Han’ın zırhını deldi ve Han, atından yere düştü. Han, cân çekişir iken
son darbe çevresindeki Türkmen savaşçılardan birinin mızrağını saplaması ile
geldi.
* * *
Merv Kalesi önündeki Türk’ün Türk’ü
öldürdüğü bu savaşın bitmesinin ardından, Şibânî Han’ın başsız rûhu, acı
içerisinde yaşananları izliyordu. Savaşı, ölen Türkleri, savaşın öncesini,
mezheb çatışmalarını ve en sonunda kendi âkıbetini izliyordu. Bir yandan kendi
sonu için ağlıyor, bir yandan da yaptıkları aklına geliyordu.
O sırada uzaktan birinin
yaklaştığını gördü. Bu gelen Selçukluların son sultânı Ahmed Sencer idi.
Merv’deki yıkık türbesinden kalkmış, yanına geliyordu. O ise meydânda yatmakta
olan Türkmen ve Özbek Türkü savaşçılara bakıp, ölen Türklere ağlıyordu. Bir
süre berâberce ağladılar. Daha sonra yanlarına heybetli bir atlı geldi. Her
ikisini de ayağa kaldırıp, emretti…
“Gidiyoruz…” ve ardından sordu…
“Bu mezheb savaşının sebebi ne?
Neden?”
Türk’ün bu iki sultânı, bu heybetli
atlının peşinden gitmeye başladılar. O sırada atlı, yüzünü onlara döndü. Bu
Çingiz Kağan’dı…
9 Temmûz 2013
KUTLU ALTAY KOCAOVA
[1]
Muhammed Şibânî Han: Bu isim, çeşitli kaynaklarda farklı olarak yazılmaktadır.
Bâbûr Şâh, eseri Bâbûrnâme’de “Şaybak Han” olarak verirken, ba’zı kaynaklarda
“Şeybânî Han” olarak vermektedir. Ancak kendi şi’rlerinde “Şibânî Han”
demektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder