25 Temmuz 2015 Cumartesi

İSLÂM DEVLETİ YA DA IŞİD - Ortaya Çıkışı, Târihî ve İnanç Yapısı -


            İslâm Devleti ya da Irak-Şam İslâm Devleti… Kendilerine İslâm Devleti (Batılı ülkelerde de Islamic State [İslâm Devleti] olarak belirtilmektedir) diyen, ancak Müslümân ülkeler arasında Irak-Şam İslâm Devleti adıyla nitelenen bir egemen yapı… Bu yazıda, hem İslâm Devleti adı, hem de Irak-Şam İslâm Devleti adının kısaltması olan IŞİD adı berâber kullanılacaktır.

            İslâm Devleti (IŞİD), temeli Irak Savaşı’na dayanan ve El Kâide’nin içinden çıkıp, sonrasında ondan da farklılaşan bir hilâfetçi yapıdır. Bununla berâber bu yapıyı incelerken, önce inanç yapısını, ardından târihini, en sonunda ise bugününü ve geleceğini irdelemek gerekir. Bu yapının inanç yapısını bilmeden, yâni neye ve nasıl inandığını bilmeden, psikolojik yapısı hakkında bilgi sâhibi olmak imkânsızdır. Ayrıca hangi olayların sonucunda geliştiği, neden ve nasıl destek gördüğü de bilinmesi gereken unsurlardır.

            Bilindiği gibi İslâm Devleti (IŞİD), Vehhâbî – Selefî bir İslâm inancına sâhibdir. Buna göre öncelikle bu inanç yapısının ne olduğunu bilmemiz gerekir.

            Selefîlik, 13. ve 14. yüzyılın ünlü İslâm âlimi ve düşünürü İbn-i Teymiyye’nin fikirleri etrâfında oluşmuş bir itikâdî mezhebdir. Selefîliği, diğer mezheblerden ayıran en önemli özellik, dinî hükümlerde kesinlikle akla yer vermemesi ve sâdece Kur’an ve sünnet üzerinden hüküm vermesidir. Bu konudaki en açık hükümleri ise Fetih Sûresi’nin 10. âyeti ile ilgilidir. Âyetin içerisinde yer alan “Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir”[1] cümlesinden yola çıkan Selefîler, Allah’ın insan gibi eli olduğunu ve buna inanmayanların dinden çıkıp, kâfir olacağına hükmetmişlerdir. Ayrıca âyetlerin yorumlanmasında ve İslâmî konularda kesinlikle aklı kabûl etmezler, nakilci davranırlar. Bu konuda kesin olarak doğru kabul ettikleri âyet ve sünnet nasıl ise o şekilde davranırlar.

Selefîler, genel olarak kendileri gibi inanmayan Müslümânların kâfir olduğunu öne sürerler. Bu açıdan tekfirci bir yapıdadırlar. Özellikle Şiî-Alevîleri, Dürzîleri ve İslâm dışı kabûl ettikleri bütün İslâmî grupları, mürted olarak görürler. İslâm hukûkuna göre ise mürted olmanın cezâsı, genellikle, eğer tevbe etmezse öldürülmedir. Bu konuda Buhâri’de yer alan “Kim dininden dönerse, onu öldürün” şeklindeki hadis ile “(Ey Muhammed! O sözleri) söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü elbette söylediler ve müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye (Peygambere suikast yapmaya) de yeltendiler. Ve sırf Allah ve Resûlü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar. Eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur. Yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da, ahirette de elem verici bir azaba çarptıracaktır. Yeryüzünde onların ne dostu ne de yardımcısı vardır”[2] şeklindeki âyeti öne sürmektedirler. Dolayısıyla Selefîler için kendileri gibi inanmayan, mürted kabûl ettikleri Müslümânların öldürülmesinde hiçbir sakınca olmaması bir yana, bu durum, dinî bir gerekliliktir.

Vehhâbîlik ise Selefîliğin, 18. yüzyılda yaşamış olan Muhammed bin Abdulvehhâb tarafından geliştirilmiş şeklidir, diyebiliriz. Abdulvehhâb’ın önceleri Riyad çevresinde yaymaya başladığı inançları, kısa zamanda etkisini göstermiştir. Bu arada civardaki kabilelerle ilişkilerini geliştirmiş ve ilk Suûd Devleti’nin kuruluşunda pay sâhibi olmuştur. Zâten ondan sonra kurulan ikinci ve üçüncü (günümüzdeki) Suûd Devleti’nin din anlayışını da belirleyen kişi olmuştur diyebiliriz. Bu noktada Abdulvehhâb’ın kendi inançlarını, kılıç zoru ile kabûl ettirmeye çalışması, diğer kabilelerin ondan uzaklaşmasına sebep olmuş, bununla birlikte Suûd hânedânının ise yaklaşmasını sağlamıştır. Böylece bu din anlayışının gücü ile berâber hânedânlık da, yayılma alanı bulmuştur.

Abdulvehhâb’a göre insanlar, İslâm’ın ilk günlerindeki gibi yaşamalıdır. Yâni dinin içine giren âdetler ile şirk belirtisi olan gelenekler, terk edilmelidir. Bu yapılırken de, insanlar zorlanmalıdır. Abdulvehhâb, mezar ve türbe ziyâretleri ve tasavvûf başta olmak üzere birçok şeyin şirk olduğunu ilân etmiş ve insanların bunlardan tevbe etmelerini istemiş ve tevbe etmeyenlerin öldürüleceğini söylemiştir. Bu arada ilk Suûdî egemenlik bölgesinde birçok mezar ve türbe yıkılmış, karşı gelenler öldürülmüştür. Bu noktada Türkiye’deki bâzı dînî gruplar, Abdulvehhâb’ın İngilizler tarafından yönlendirildiğini söylese de, buna dâir bir kanıt olmadığı gibi târihî olarak da bu pek mümkün görünmemektedir. Zîrâ İngilizlerin bölgeye ilgisi çok daha sonra başlamış ve daha ziyâde Şerîf âilesi ile yakınlaşmayı seçmişlerdir.

Abdulvehhâb’ın ölümünden sonra güçlenmeye devâm eden ve onun adından yola çıkan Vehhâbîliğin ilk büyük katliâmı, 13 Mayıs 1801 târihinde (Hicrî 10 Muharrem 1216) Kerbelâ’da gerçekleşmiştir[3]. Kerbelâ’ya baskın düzenlemişler ve Aşûrâ gününü anan, üç bin civârında Şiî Müslümân’ı kılıçtan geçirmişlerdi. Daha sonra 1803 ve 1805 yılları arasında Mekke, Medîne ve Taif’i ele geçirmişler ve yine çok sayıda kişiyi kılıçtan geçirmişler, mezarları ve türbeleri yıkmışlardı.  

Osmanlı Devleti’nin Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın gönderdiği kuvvetler, kısa sürede Hicaz’ı tekrar ele geçirdi. Ayrıca daha sonra bizzat Suûdîlerin üzerine yürüyen Osmanlılar, ilk Suûd Devleti’ne son verdi. Böylece Vehhâbîlik, en önemli dayanağını kaybetti. Ancak 1824 yılında Türkî bin Abdullah’ın ikinci Suûd Devleti’ni kurması üzerine yeniden bir siyâsî güce kavuştu. Bu noktada ikinci devletin kurucusunun “Türkî” adına sâhip olmasının bilinen bir sebebi yoktur. Farsça güzellik (Farsça’da türk, güzel anlamına da gelir) vurgusu olabileceği gibi, Türklük vurgusundan ya da geçmişte Osmanlılarla girilen bir ilişkiden de kaynaklanabilir. Bu konuda kesin bir şey söylemek zordur. Bununla berâber Osmanlılara yakın bir Arab emîri olan Muhammed bin Reşid’in Riyad’ı almasıyla berâber kurulan ikinci Suûd Devleti de yıkılmış oldu. 1902’de Abdulazîz bin Abdurrahman’ın tekrar Riyad’ı ele geçirmesi üzerine günümüzde de var olan üçüncü ve son Suûd Devleti kurulmuş oldu.

Vehhâbî inancına dayalı olan Suûdî Arabistan, her zaman kan dökerek büyümeyi ve yerleşmeyi seçmiştir. Vehhâbî inancına sâhip bir başka yapı olan İslâm Devleti de (IŞİD), öncülleri olan üç Suûd devleti gibi büyümeyi ve yerleşmeyi seçmiştir. Bu açıdan bu yapılanlar, günümüzde İslâm Devleti’nin yaptıklarının sebeplerini açıklamaktadır.

Suûdî hânedânı, hilâfetçi bir yapıda olmuştur. Bununla berâber hiçbir zaman Osmanlı hilâfetini kabûl etmemiş ve kendileri de geçmişte bir hilâfet iddiâsında bulunmamışlardır. Elbette bunun sebepleri arasında Suûdî hânedânının dayandığı Riyad’daki kabilelerin Kureyş mensûbu olmaması yatmaktadır. Zîrâ bilindiği üzere hilâfetin şartlarından biri de Kureyş kabilesine mensûb olmaktır. Ancak İslâm Devleti (IŞİD)’in lideri olan ve hâlifeliğini ilân eden Ebû Bekir el Bağdâdî, kendi soyunu Kureyş’e ve hattâ Hz. Muhammed’e dayandırarak, bu sorunu, kendince gidermiştir.

Bu noktada üzerinde durulması gereken bir husus bulunmaktadır. Geçmişte İslâm Devleti’ne (IŞİD) büyük yardımlarda bulunan Suûdî Arabistan, Ürdün ve Körfez emîrlikleri, örgütün hilâfet ilânından sonra yardımı kesmekle kalmamış, karşı tarafa geçmişlerdir. Buradaki ilginç nokta ise örgütün döktüğü kan değil, hilâfet ilânının, onlara bakışı değiştirmesidir. Hilâfet ilânının, gelecekte kendilerinin de hedefe dönüşeceğini düşündükleri ortadadır. Ancak yine inanç birliğinden dolayı nihâî olarak Suûdî Arabistan ile ortak noktada buluşması çok zor değildir.

İslâm târihi boyunca sık sık kendini halîfe ilân edenler görülmüştür. Bu düşünce, kendi bölgesindeki hâkimiyetine dinî bir meşruiyet kazandırma düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca üçüncü halîfe Osman’ın öldürülmesinden sonra hiçbir halîfe, İslâm dünyâsının tamâmı tarafından kabûl görmemiştir. Hattâ büyük Türk hükümdârı Emîr Timur’un oğlu Şâhrûh’un hilâfeti[4] ve ardından Osmanlı Türkleri’nin hilâfeti ile berâber bu makam, Kureyş Arabları’nın dışına çıkmıştır.

ABD’nin Irak işgâli günlerinde tohum olarak başlayan ve El Kâide’nin içerisinden çıkan bu örgüt, ilk olarak Irak İslâm Devleti (IİD) adını kullanmış, daha sonra Sûriye İç Savaşı ile berâber adını Irak-Şam İslâm Devleti (IŞİD) olarak değiştirmiştir. Dünyâda bu ad ile tanındıktan sonra hilâfet ilân etmiş ve adını İslâm Devleti olarak değiştirmiştir. Bunlar da Vehhâbî öncülleri gibi kan dökmeye çok önem vermişlerdir. Ürdünlü Ebû Musab el Zerkâvî, kurmuş olduğu “Tevhid ve Cihad” adlı grubuyla berâber işgalci Amerikan güçlerine karşı önemli ve ağır kayıplar verdiren saldırılarda bulunmuştur. 2004 yılında da Zerkâvî’nin El Kâide’ye biâd etmesi ile berâber kurduğu örgüt, “Irak El Kâidesi” adını almıştır.[5] Amerikan işgâlcilerin Irak’ta yaptıkları ve ardından Irak’ta oluşan Şiî iktidâr, Irak’ın Sünnî Arap aşiretlerinin, İslâm Devleti (IŞİD) çevresinde toplanmasına sebep olmuştur. 

Irak El Kâidesi’nin kuruluşu, İslâm Devleti’nin tohumunun atılmasını sağlamıştır. Selefi – Vehhâbî bir inanca sahip olan örgüt, bir yandan da Şiî sivillere karşı da katliâm ve cinayetlere başlamıştır. Hattâ bu durum, Zerkâvî’nin yakın çevresi ve El Kâide tarafından eleştirilmiştir. Zerkâvî, bu eleştirileri dikkate almamış ve saldırılarını devâm ettirmiştir. Ancak 2006 yılından bir Amerikan saldırısında öldürülmüştür. Bunun ardından Irak El Kâidesi’nin, bâzı Sünnî gruplarla berâber oluşturduğu Mücâhidler Şûrâ Konseyi, Irak İslâm Devleti adını almıştır. Bu karar ve devlet ilânı, El Kâide tarafından kabûl edilmemiş ve çok sert eleştirilmiştir. Sonrasında örgütün başında Ebû Ömer el Bağdâdî geçmiş ve onun da ölümü üzerine, günümüzde kendisini halîfe ilân eden Ebû Bekir el Bağdâdî geçmiştir ve sonrasında örgütün, El Kâide’den kopuşu hızlanmış ve tamamlanmıştır.

2011 yılında Sûriye’de başlayan iç savaş, bütün dengeleri değiştirmiştir. Bölgede El Kâide’nin unsuru olan El Nusrâ ile berâber Irak İslâm Devleti de, savaşmaya başlamıştır. Ancak kısa sürede bu iki Selefî – Vehhâbî güç, birbirine önce rakip, sonra düşmân olmuş ve kanlı çatışmaları berâberinde getirmiştir. 2013 yılında adını yine değiştiren ve Irak-Şam İslâm Devleti adını alan yapı, artık İslâm Devleti adını taşımaktadır.

Ân itibariyle Irak, Sûriye ve Lübnân orduları ile Lübnân Hizbullahı, Iraklı Şiî milisler ve Irak Kürd Bölgesel Yönetimi ile savaşan İslâm Devleti (IŞİD) ayrıca, PKK-PYD, Özgür Sûriye Ordusu (ÖSO), El Nusrâ gibi silâhlı örgütlerle de savaşmaktadır. Ayrıca liderliğini ABD’nin yaptığı koalisyonun hava saldırıları da cabasıdır. Ancak bu noktada hava saldırılarına dikkat etmek gerekmektedir. Barzânî liderliğindeki Kürd güçlerini yenilgiye uğratan İslâm Devleti’nin (IŞİD), Erbil’e 20 dakika mesafeye gelmesiyle[6] berâber hava saldırıları başlamıştır. Ancak hava saldırıları, genel olarak Erbil, Musul, Ayn El Arab (Kobânî) ve Bağdat bölgesi ile sınırlı kalmaktadır. Yapılan bombalamalar, genel olarak İslâm Devleti’ni (IŞİD) yok etmek bir yana, sâdece durdurmayı amaçlar görünmektedir. 

Günümüzde Orta Mezopotamya’ya hâkim olan İslâm Devleti, genellikle stratejik noktalara saldırılar düzenlemektedir. Bu açıdan, en büyük önemin su olduğu görülmektedir ve en büyük amaçlarının su havzalarına yakın bölgelerde, kendileri gibi olmayan insanları barındırmamaktadır. Nastûrî Hristiyan Süryânîleri ve az sayıdaki Mûsevî’yi cizye verecek ehl-i kitâb olarak gören örgüt için mürted saydığı ve Râfızî diyerek aşağıladığı Şiî Arab ve Türkmenler ile kâfir olarak gördüğü Yezidî Kürdler, tevbe etmek zorundadır. Aksi takdirde öldürülmeleri gerekir. Bu noktada tevbe etmek, Vehhâbî - Selefî İslâm anlayışını benimsemektir. Böylece bunlarda İslâm Devleti’nin (IŞİD) bir parçasına dönüşmektedir. Bu ise eğer bir gün İslâm Devleti (IŞİD), yok edilirse, ondan sonra gelecek olan yapının çok daha fazla kan dökmesi sonucunu doğuracak bir durumdur. Yâni bölgenin inanç yapısı öyle bir değişmiştir ki, bir gün yok edilirlerse, yeni gücün bölgede hâkim olması, ancak çok daha fazla kan akıtarak, yâni soykırım yaparak mümkün olabilecektir.

Şu ân, yâni Ekim 2014 itibâriyle, Orta Mezopotamya’nın tamâmını kontrol altında tutan ve yöneten İslâm Devleti, Sûriye, Irak, Ürdün ve Suûdî Arabistan arasındaki bölgededir. Sûriye’nin yaklaşık olarak yarısını ele geçirmiş olan, Ürdün-Irak sınırının tamâmını ele geçiren ve Suûdî Arabistan sınırında yaklaşık 400 kilometrelik bir hattı kontrol eden İslâm Devleti, bir terör örgütünden, git gide bir egemen devlete doğru evrilmektedir. Hava saldırıları ile durdurulması mümkün olan İslâm Devleti (IŞİD) ile bölge güçleri ile ABD ve dünyânın büyük güçleri arasında yakında görüşmelerin başlaması olasıdır. Bu durumda da, günümüzde terörist örgüt olan bu yapının, birkaç yıl sonra bölgenin yeni bir egemen devleti olması ihtimâli oldukça yüksektir. Zâten kendileri de, eğitim, sağlık, mâliye ve adâlet sistemi kurmakta ve devletleşmektedirler.

21 Ekim 2014

KUTLU ALTAY KOCAOVA
 





[1] Kur’an-ı Kerim, Diyânet Vakfı, Fetih Sûresi, 10. âyet
[2] Kur’an-ı Kerim, Diyânet Vakfı, Tevbe Sûresi, 74. âyet
[3] Büyükkara, Mehmet Ali, “Vehhâbîlik”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.42, s.611, Ankara, 2012
[4] Barthold, Vasilij Vladimiroviç, Halife ve Sultan, s.82, Yeditepe Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul, 2012
[5] Gürler, Recep Tayyip, Özdemir, Ömer Behram, “IŞİD: Irak’ta Yerli Suriye’de Yabancı”, Ortadoğu Analiz, , c.6, s.63, ss.59, Temmuz-Ağustos 2014
[6] http://www.ydh.com.tr/HD13253_kurdistan-bolgesi-basinindan-korkunc-iddia.html

3 yorum:

  1. Abi çok iyi tespitler içeren aydınlatıcı bir yazı olmuş. Araştırmalarını yazılarını beğenerek okuyorum. Kolaylıklar diliyorum...

    YanıtlaSil
  2. Sayın Kocaova yazılarınızı fırsat buldukça beğenerek okuyorum. Bunun yanında Tengriciliği analiz eden yazınız içinde sizi tebrik ve teşekkür etmiştim twitter üzerinden. Fakat bu yazınızda net ve büyük birçok hata yapıyorsunuz. Yapma nedeninizde Selefiliği Türklerin ezbere ve gerçekle ilgisi olmayan yanlı değerlendirmeleri üzerinden bilmeniz. Sıralayayım.

    1. "Selefîler, Allah’ın insan gibi eli olduğunu ve buna inanmayanların dinden çıkıp, kâfir olacağına hükmetmişlerdir." Selefiler bunu yapmazlar. Allahın sıfatlarını cisimleştirenler Mücessime fırkasıdır. Selefiler bunu reddeder. Selefiler Allahın sıfatlarını kabul ederler. Tıpkı ilk müslümanlar gibi, yada müslümanlığın ilk çağı gibi. Allahın sıfatlarını yorumlayarak tahrif etme hadisesi bize aittir. Aynı şekilde gerçek islamda hep böylemiş gibi davranma sahtekarlığıda. İslamı saptıran bizler, sanki Selefiler saptırıyormuş gibi propaganda yapanda bizler.

    2. Selefilik bir mezhep değildir. İbn-i Teymiye'de bir mezhep kurucusu değildir. İbn-i Teymiye 4 farklı fıkıh mezhebinin aynı olan itikatını aynen devam ettirir. (Hambelilik, Hanefilik, Şafilik, )
    Yine bir sahtakarlığımızda burdadır. Bizim itikatımız Maturidilik ve yine Eşarilik bu 4 mezhebin itikatından sapma iken, biz sanki bu 4 mezhebin itikatı yokmuşta Maturidilik itikatta Hanefiliğe, Eşarilikte diğer 3 mezhebe denk geliyormuş gibi işleriz. Oysa 4 mezhebin itikatını koşulsuz kabul eden selefiler. İtikatta bu 4 mezheple ilgisi olmayan biz Türkleriz.

    3. İbn-i Teymiye'nin de, Muhammed bin Abdulvehhâb'in de derdi aynıdır. İslam, çıktığı topraklardan yayıldıkça, yayıldıkları bölgelerde saptırılmasına karşı tepki gösterirler. İslami açıdan düşünürseniz her ikiside % 100 haklıdır. Bir örnek; islam mezar kutsallığını reddeder. Onu biz Türkler sokmuşuzdur islamın içine. Türbeleri ve yüksek mezarları bunun için yıkarlar, türbe olan camide namaz kılmazlar. Neden soktuğumuzu da tahmin edersiniz. Muhtemelen bizde varolan Atalar kültüdür.

    4. Işid'i yaptıkları da Selefiliği temsil etmez. Belirgin şekilde Haricilerin benzeri davranıyorlar. Tekfir olgusundan dolayı aralarında bir benzerlik kuruyorsanız islam dünyasında başkalarını tekfir etmeyen nerdeyse grup yoktur. En akılcı olan mutezile dahil. İkisini net şekilde ayıran metodik farklılıklar var.

    5. Selefiler hiç akıla yer vermez doğru değildir. İyi incelerseniz görürsünüz, tüm gruplar akıla yer verir. Farklılık şurdadır. Bazıları nakili öne koyar, bazıları akılı koyar. Selefiler için nakil varsa nakil esastır. Nakil yoksa aklı kullanırlar. (Kıyas mesela) Nakillerin doğruluğu konusunda da en hassas olanlar onlardır. Bizdeki tarikatçı masalların hiçbirine itibar etmezler.

    6. Üzülerek söylüyorum ki islamcılar içinde en sahtekarları Türk islamcılardır. Muhammed bin Abdulvehhâb'ı karalamak için anı kitabı bile uydurmuşuz. (İhlas grubu) Siz ciddi ve objektif bir araştırmacısınız. Diğer konularda gösterdiğiniz özeni burda da göstereceğinize eminim.

    YanıtlaSil