17 Mayıs 2016 Salı

KIRIM’IN ŞEHÎDLERİ



            Evime son kez bakıyorum. Biliyorum, ne evimi, ne de annemle, babamın mezârlarını bir daha göremeyeceğim. Benim bir mezârım olacak mı, onu da bilmiyorum. Şu an yaşadığım, sâdece şaşkınlık ve hüzün… Neler olduğunu, neler olacağını bilememenin şaşkınlığı ve doğup, büyüdüğüm ve evlâdlarımı büyüttüğüm evime elvedâ diyememenin, annemle babamın mezârlarına bir daha gelemeyeceğimi bilmenin hüznü…

            Çok değil on dakîka önce evimizi Rus askerleri bastı. Başlarında da bir Rus yüzbaşısı. Sapsarı saçları ve mâvi gözleri olan, gözlerindeki hafif çekiklik ile kanında belli belirsiz bir mikdâr, ama sâdece bir mikdâr Türk kanı taşıdığı belli olan bir Rus yüzbaşısı.

            Rus yüzbaşı, bize on beş dakîka içerisinde evi boşaltmamızı emrettiğinde, günâhımızı sordum. Artık sonumuzun geldiği bellîydi. Bu yüzden de Rusça sormadım. Türkçe, “Günâhımız ne” diye sordum. Yüzbaşı, başını kaldırdı ve “Günâhın dilin” dedi. Yine Türkçe, çıkmayacağımı söyleyince, bir dipçik darbesini kafamda hissettim ve yere düştüm.

            Acı çekmedim. Sâdece birkaç sâniye şuûrumu kaybettim. Ama şuûrumu tekrâr kazandığımda, artık yerde değildim. Bedenim yerdeydi ve başımın yanında birkaç damla kan lekesi vardı.

* * *

            Oğlumu, gelinimi ve torunlarımı, hiçbir şey almalarına fırsat vermeden çıkardılar. Gelinim, ona düğün günü verdiğim kalpağı almak istedi. Ona bile fırsat vermediler. Oğlum, baba, diye bağırdı. Buna bile izin vermediler.

             Artık ne evim var, ne mezârım var, ne babamın mezârı var, ne annemin. Artık vatan, benim için mezâr oldu. O ân, gözlerim diğer evlere takılıyor. Ağlayan kadınlar, çocuklar, dövülen erkekler ve ölen insânlar…

            Her yer asker kaynıyor. Binlerce asker, bütün mahşeri, trenlere doldurmaya çalışıyor. Trenlerin nereye gittiğini ise kimse bilmiyor. Her geçen sâniye, biraz daha yükseliyorum. Şimdi de limanı görüyorum. Burada da yüzlerce kadın, erkek ve çocuk, gemilere bindiriliyor. Rusça yankılanan emirleri, Türkçe yankılanan inlemelerle, ağıtlar izliyor. Neredeyse her evde ölü, her evde gurbet var.

            Bir anda makineli tüfek sesleri yankılanmaya başlıyor. Rus askerleri, istediklerini yaptırabilmek için havaya ateş etmeye başlıyor ve sağımdan, solumda ve içimden, binlerce mermi geçiyor. Ben ise yükselmeye devâm ediyorum.

            Köyümüzün bütün evleri boşaldı ve yanıma birçok arkadaşım geldi. Hep berâber çocuklarımızı izliyoruz. Hep berâber evlerimize bakıyoruz ve hep berâber ağlıyoruz. Yanımda hem arkadaşım, hem dünürüm İbrâhim oğlu Ahmed var. Sende mi, diyorum, bende, diyor. İbrahimov yerine İbrâhim oğlu dediğim için Moskof yüzbaşı, beni öldürdü, diyor.

            Ufuklara doğru baktığımda, bütün Kırım gökleri, şehîdlerle doluyor ve bütün Kırım’da yeryüzünü gurbet ve sürgün kaplıyor. Bir yanda ölümün kokusu, bir yanda ise gurbetin acısı, Kırım’ı sarıyor.

            Bahçesaray’ı ölüm kaplamış, trenleri ise gurbet. Akmescîd’i ölüm kaplamış, kamyonları ise gurbet. Ben, Ali oğlu Oğuz, tek kelîme edemeden, Kırım’a bakıyorum. Artık oğlumu, gelinimi, torumlarımı, evimi, mezârlığı göremiyorum, konuşamıyorum, sâdece yükseliyorum ve tek damla kanlı gözyaşı, gözlerimden dökülüyor.

            O esnâda bir el omzuma dokunuyor. Başımı çevirdiğimde Girayları görüyorum. Kırım’ın eşsiz hanlarını, Giraylarını görüyorum. Yavaş yavaş bütün gökler, birbirine yaklaşıyor ve hepimiz bir rûhun parçası olmaya başlıyoruz. Bütün bunlar birkaç sâniyede, belkî de daha kısa sürede gerçekleşiyor.

            Artık Kırım’ın bütün şehîdleri olarak tek rûhun parçasıyız. O ân gökler açılıyor ve atının üzerinde, geçmişten gelen bir atlı görünüyor. Atlı, atını şâha kaldırıyor ve bir çığlık, gökleri kaplıyor. İster istemez, hepimiz tek dizimizi yere vuruyoruz ve atlının “Gelin” emriyle yürüyüşe başlıyoruz. “Bu kim” diye soruyorum. Atlı duruyor ve bana doğru dönüp, gözlerimin içine bakıyor ve rûhumu okuyor. Sâdece “Çingiz Kağan”diyor.

 * * *

            Kırım’da kimse kalmadı ve son trende yola çıktı. Bütün bunlar olurken, Rus yüzbaşı, yere doğru uzandı ve gözlerini kapadı. Görevini yapmış olmanın huzûruna ereceğini sanırken, bir damla kan, alnına düştü ve o ân, yerinden sıçradı. Yağmur mu, yağıyor diye düşünerek açık gökyüzüne bakarken, alnındaki kanı fark ettiğinde, kulaklarında çok uzaklardan gelen Türkçe bir sesi duydu.


            “Türk ırkı sağ olsun”…

20 Ekim 2012

Kutlu Altay KOCAOVA