31 Temmuz 2015 Cuma

MUSTAFÂ KEMÂL PAŞA'NIN TKF KURUCUSU VE LİDERİ MUSTAFÂ SUPHİ HAKKINDAKİ FİKİRLERİ


            Türkiye Komünist Fırkası (Partisi) kurucusu Mustafâ Suphi ve yanındakilerin Trabzon’da öldürülmesi, hâlâ tartışılan bir konudur. Bu olayın yönlendiricileri hakkında çeşitli iddiâlar vardır. Ancak ben, herhangi bir iddiâda bulunmadan, sâdece 22 Ocak 1921 târihinde Mustafâ Kemâl Paşa’nın TBMM’nin gizli oturumunda Mustafâ Suphi ve yanındakiler hakkında söylediklerine, hiçbir yorum yapmadan yer vereceğim…

Kutlu Altay KOCAOVA


T. B. M. M.
Gizli Celse Zabıtları
22 Kânunusâni 1337 (1921)

MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara) — Efendiler; vaktiyle Baku’ya Mustafa Suphi riyâsetinde (başkanlığında) bir heyetin memlekete gelmek isteğinde bulunduklarından, bunların bir komünist fırkasına mensûbiyetlerinden bizi haberdar etmişlerdi. Bu Mustafa Suphi’nin ahlâkı hakkında mâlûmat sâhibi olan birçok arkadaşlarımız var. Erzurûm ahâli-i muhteremesi (muhterem ahâlisi) bunu en yakından tanıyanlardır. Hâlbuki Mustafâ Suphi, son zamanlarda memleketimize gelmek üzere bulunuyordu.  Bunlardan bir kısmını sâhil tarikiyle (yoluyla) göndermişler, kendisi de Kars üzerinden gelmek istiyordu. Bunu haber alan Erzurûmlular, böyle bir adamın memleket dâhiline girmesinden son derece müteheyyic (heyecanlı) olmuşlar ve memlekete sokulmaması için teşebbüsatta bulundular. Makâmat-ı resmiyyeye (resmî makâmlar) mürâcaat ettiler. Bu adam memleketimize girerse parçalarız...

BİR MEBUS — Aynı isâbet olmuş Paşa Hazretleri.

MUSTAFA KEMAL PAŞA (Devamla) — Bendenize suret-i mahremânede (gizli olarak) mürâcaat etmiş idi ve diyordu ki ... ahâlinin tezahürâtı karşısında mümkün değildir. Kendisi bilâhare (daha sonra) hudûd hâricine (sınır dışına) çıkarılmak üzere mahfûzen hudûd haricine ... Benim de mütalâamı (görüş) soruyordu... Geldiği zannolunan bir adamın memleket dâhilinde serbest bırakılması ... Erzurumda tatbîki tasavvur olunan ... muvâfık buldum ve kendilerine yazdım. Bu telgraf da ondan sonra geliyor.
(sayfa 326-327)

-----------------------------------------------------------------------------------

MUSTAFA KEMAL PAŞA  - ………. Rus Bolşevik Hükümeti resmiyyesi, ricâl-i resmiyyesinin (resmî görevliler) bizim olan, bizim resmî ricâlimizle olan temas ve münâsebetlerinde Rusya dâhilinde bu milletin soysuz, herhâlde sersem birtakım evlâdları oralarda da serseriliklerine devâm etmişlerdir. İşte bu serseriler bir iş yapmak hülyâsına kapılarak zâhiren (açıkça) memleketimize ve milletimize nâfî (yok edici) olmak için Türkiye Komünist Fırkası diye bir fırka teşkîl etmişlerdir ve bu fırkayı teşkîl edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsâli bulunmaktadır. Bunlar doğrudan doğruya bir hiss-i vatanperverâne (vatansever his) ile ve bir hiss-i hakîki-i millî (millî hakîki his) ile değil, benim kanâatımca belki kendilerine para veren, kendilerini himâye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova'daki prensip sâhiplerine yaranmak için bir takım teşebbüsât-ı serseriyânede bulunmuşlardır. Bunların yaptıkları teşebbüs, Rus Bolşevizmi’ni muhtelif kanallardan memleket dâhiline sokmak olmuştur. Bu sûretle memleketimize, milletimize hâriçten komünizm cereyânı sokulmaya başlanmıştır. (sayfa 333)

-----------------------------------------------------------------------------------

MUSTAFA KEMAL PAŞA  - ……….  Kâzım Paşa hakkındaki diğer bir noktasına cevap vermek isterim. Mustafa Suphi ile ilk temasta bulunduğu zaman yalnız muhâbere etmedim. Benim nezdime âdem-i mahsus (özel kişi) göndermiştir. Hakîkaten Eskişehir'de bulunduğum sırada Mustafa Suphi'nin ve daha bir adamın imzâsiyle bir vesikayı (belgeyi) ve bir mektûbu hâmilen (taşıyarak) bir zat bana mülâki (görüşen) oldu. Mustafa Suphi bana mürâcaat ediyor ve diyor ki; bizim hâriçte maksad-ı teşekkülümüz (teşekkül maksadımız) dâhildeki maksad-ı millîmizi (millî maksadımızı) teshil (kolaylaştırma) ve te’minden ibârettir. Binâen’aleyh (bunun üzerine) size nasıl hizmet edebiliriz? Bu mektûbu getiren adam aynı zamanda bana mahrem olarak diyor ki; heyet-i merkeziyyeye (merkezî heyet) dahilim. Bu adam, Lenin'in yegâne adamıdır ve Lenin, Türkiye hakkında bir iş yapmadan evvel mutlakâ Mustafa Suphi ile ... bu adamın etrafını sarmaktır. Lâkin aslı yoktur ... idâresiz ve milliyetsiz bir adamdır. Ben doğrudan doğruya Mustafa Suphi'nin mektûbuna cevâben yazdım ve onu okuyabilirsiniz. Bu milletin, bu milletvekillerinden mürekkeb olan Meclîs’in maksad, gâyesi, siyâseti kat’i olarak budur. Hiçbir vakitte merkezi hâriçte bulunan bir teşkilâtla teşrik-i mesâi (ortak çalışma) edemeyiz. Biz kendi kendimizi sevk ve idâreye çalışırız. Bu memlekette çalışmak isteyenler, hakîki olarak çalışmak isteyenler, memleketin içinde bulunurlar ve memleketin hakîki menâbi’ne (kaynaklarına), kitlelerine istinâd (dayanma) ederler. (sayfa 336)

Not: Bu toplantıdan beş gün sonra Mustafâ Suphi ve arkadaşları, Trabzon açıklarında öldürülmüştür.



30 Temmuz 2015 Perşembe

AYA SOFYA CÂMİÎ VE AYA SOFYA MÜZESİ



Son dönemde târîhçi ve milletvekîli sayın Yusuf Halaçoğlu’nun Aya Sofya ile ilgili TBMM’ye verdiği kânûn teklîfi ve bununla ilgili söyledikleri oldukça tartışılıyor. Bir süre daha tartışılmaya devâm edeceği görülüyor. Bunun en önemli sebebi ise ortaya attığı iddialardır…

Bizans devrinin en önemli eserlerinden olan ve yaklaşık olarak 1500 yıldır ayakta olan bu eser, Fâtîh Sultân Mehmed Han’ın İstanbul’u fethinden sonra câmiye çevrilmiştir. Bununla berâber câmiye çevirme, dînî bir mes’ele gibi görünse de, daha ziyâde siyâsîdir ve hâkimiyet ile ilgilidir. Aya Sofya, o dönemde hem İstanbul’un en büyük kilisesi olduğu gibi, dünyânın en büyük kiliselerinden biriydi. Bundan dolayı câmiye çevrilmiş ve hâkimiyetin Müslümânlara geçtiği vurgulanmıştır.

Osmanlı döneminde restorasyon amaçlı olarak Aya Sofya, birkaç defâ kapatılmıştır. 1930’ların başlarında, yine restore etmek için kapatılmış ve 24 Kasım 1934 târîhli Bakanlar Kurulu toplantısında, ibâdete kapatılması ve müze yapılmasına karâr verilmiştir.

Tartışma, işte bu noktada başlamaktadır. Sayın Halaçoğlu’nun iddiâsı, söz konusu Bakanlar Kurulu karârının sahte olduğu, gerçekte böyle bir karâr olmadığıdır. Hattâ TBMM’ye teklîf vermeden önce sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamada Atatürk’ün müze olduğundan haberi bile olmadığını söylemektedir. Bu yüzden bu makâlede, hem sayın Halaçoğlu’na cevâb vereceğim ve gerçekten Atatürk’ün habersiz mi olduğunu, hem de Aya Sofya Câmiî’nin Aya Sofya Müzesi oluş sürecini inceleyeceğim. Bunun dışında Aya Sofya’nın müze mi, yoksa câmi mi olması gerektiği, bu yazının konusu değildir.

* * *

Bütün tartışmanın kaynağı, Aya Sofya Câmiî’nin müze yapılmasıyla ilgili, Resmî Gazete’de bir bilgi olmamasıdır. Mâlûm bütün kânûnlar, Bakanlar Kurulu karârları, yönetmelikler, genelgeler gibi resmî belgeler, Resmî Gazete’de yayınlanır ve ondan sonra yürürlüğe girer. Gerçekten söz konusu karârın alındığı döneme âid Resmî Gazete sayılarının hiçbirinde bu konudan söz edilmemektedir. Sayın Halaçoğlu, bu konuda haklıdır.

Peki, 24 Kasım 1934 târîhli Bakanlar Kurulu toplantısında böyle bir karâr alınmamış mıdır? Resmî Gazete’de yayınlanmadığı için sayın Halaçoğlu, böyle bir karârın olmadığını söylüyor. Ancak târîhçi olan ve bir süre Türk Târîh Kurumu gibi güzîde bir kurumu yöneten birinin, sâdece Resmî Gazete üzerinden hareket etmemesi gerekirdi. Zîrâ Başbakanlık Devlet Arşivleri’nin “Cumhuriyet Arşivi Katalogları”nda yaptığım araştırmada, bu konu ile ilgili ba’zı belgelere ulaştım. Buna göre 24/11/1934 târîhli ve 15892 sayılı belgede şu ifâdeler yer almaktadır.

“Ayasofya Camii'nin müzeye çevrilerek, çevresinde bulunan dükkanların yıktırılması.”[1]

Bu belgenin târîhi, söz konusu Bakanlar Kurulu toplantısının yapıldığı târîhtir. Bunun dışında 29/12/1934 târîhli ve 17832 sayılı bir başka belgede de şöyle denmektedir.

“Ayasofya Müzesi'nin kurulmasından önce cami avlusunda Alman Sehede'nin kazı yapmasına izin verilmesi.”[2]

Bunun dışında TBMM’nin 25 Mayıs 1936 târîhli oturumda Aya Sofya Müzesi ile ilgili me’mûr ataması yapılmış ve kadroları ile maâşları belirlenmiştir. Buna göre bilet ve fotoğraf satış me’mûru olarak 50 lira maâşla bir kişi, karşılama işyarı olarak 100 lira maâşla bir kişi, hademe olarak 30 lira maâşla 7 kişi ve bahçıvan olarak 40 lira maâşla bir kişi atanmıştır.[3]

24 Kasım 1934 târîhli Bakanlar Kurulu karârının Resmî Gazete’de yer almaması, elbette tuhâf bir durumdur ve soru işâretlerine yol açmaktadır. Lâkin bu konu ile ilgili resmî emîrler, sonrasındaki karârlar ve en sonunda TBMM karârı, bu konudaki soru işâretlerini ortadan kaldırmaktadır.

Bununla berâber sayın Halaçoğlu’nun iddiâsının ikinci kısmını, Atatürk’ün müze yapılmasından habersiz olduğu iddiâsı oluşturmaktadır. Kendisinin sosyal medya üzerinden yaptığı açıklama üzerine şu şekilde cevâb vermiş ve soru sormuştum.

“Tebrîk ederim, hocam. Ancak benim kafamı karıştıran bir mes'ele var. Aydınlatırsanız, memnûn olurum. 1934 yılında Atatürk'ün sağlığı ve gücü yerinde. Üstelik otoritesi de sağlam. Sonradan da olsa Atatürk'ün haberi olmamış mıdır? Ayrıca ölümü ile arada 4 sene var. Bu durumda haberdâr olmaması mümkün müdür? Teşekkür ederim...”

Kendisi ise bu soruma, şöyle cevâb vermiştir.

“Kutlu Altay Kocaova. Hiç yayımlanmamış olduğundan muhtemelen haberi olmamıştır. Ayasofyanın tamiri ve çevresinin düzenlenmesi için bir heyet kurulmasına karar verilmesinde bilgisi var. Sonradan o tarihle bir kararname çıkarılmış, sayısı olmayan ve de resmi gazetede yayımlanmayan bir kararname.”

Sayın Halaçoğlu’nun Atatürk’ün habersiz olduğu iddiâsı, kesinlikle gerçek dışıdır. Zîrâ 1 Şubat 1935 târîhinde Aya Sofya Müzesi’nin açılmasından, sâdece beş gün sonra Atatürk, Aya Sofya Müzesi’ni gezmiş ve çok beğenmiştir. Müze olarak gezdiği bir yer için, Atatürk’ün habersiz olduğunu söylemek, mümkün değildir.

  * * *

Osmanlı döneminde Aya Sofya Câmiî, birkaç defâ restore edilmişti. Bu dönemlerde de birkaç yıllık sürelerle kapalı tutulmuştu. Bununla berâber mütâreke dönemindeki işgâl yıllarında da Aya Sofya’nın durumunun ne olacağı tartışılmıştır. Hattâ bu dönemde hem şehirdeki İngiliz askerleri, hem Osmanlı askerleri, olası bir Rûm taşkınlığına karşı Aya Sofya’nın etrâfında nöbet tutmuşlardır.

Bununla berâber 27 Temmûz 1922’de Yunanistân’ın İstanbul’u resmen işgâl ve ardından ilhâk etmek için harekete geçmesi ve bu konuda karâr alması, hem İ’tilâf devletlerini, hem İstanbul hükûmetini, hem de TBMM’yi endişeye sevk etmiştir.[4] Bununla berâber özellikle İngiltere’nin karârlı tutumu Yunanistân’ı geri çekilmeye zorlamış ve Yunân kuvvetleri, Trakya’daki işgâl hatlarına geri çekilmişlerdir.

Cumhûriyet döneminde de Aya Sofya, sürekli olarak gündeme gelmiştir. 1925 yılından i’tibâren câminin tâmiri gündeme gelmiş ve bu konuda çeşitli karârlar alınmıştır. Başbakanlık Devlet Arşivleri’nin Cumhuriyet Arşivi Katalogları’nda 6/5/1925 târîhli ve 1880 sayılı bir belgede[5], ana kubbe çökme tehlikesi yaşadığı ve bunun için Nâfıâ Vekâleti (Bayındırlık Bakanlığı) tarafından bir hey’et atanacağı ve en kısa sürede tâmirâta başlanacağı bilgisi yer almaktadır. 1/8/1926 târîhli ve 3932 sayılı bir diğer belgede ise kubbe kurşunları ve alçı pencereleriyle ilgili tâmirâtın Vakıflar İdâresi tarafından yürütüleceği belirtilmektedir[6]. 25/5/1927 târîhli ve 5230 sayılı bir başka belgede ise kubbe ile ilgili muâyene yapıp, rapor hazırlanması görevi Mi’mâr Kemâl ve arkadaşlarına verildiği ve bununla ilgili ödenecek ücretin tutarına dâir bilgiler yer almaktadır.[7]

Bununla berâber 1930’lu yıllara gelindiğinde durum değişmeye başlamıştır. Bu dönemde ABD’li yetkililer, Aya Sofya ile ilgilenmeye başlamışlardır. Genel olarak The Byzantine Institute of America adlı kuruluşun müdürü sıfatıyla Thomas Whittemore, Atatürk ve dönemin hükûmeti ile diyalog kurmuştur. Bu kuruluş, hem Aya Sofya Câmiî’nin restorasyonunu üstlenmeyi, hem de burada arkeolojik kazı yapmayı teklîf etmiş ve kabûl edilmiştir.[8]

Bu dönemde ilginç bir şekilde, Aya Sofya’nın aslına döndürülmesini, ya’ni kilise yapılmasını önerenler olmuştur. Bunlardan biri olan Cemil Topuzlu, Aya Sofya’daki bütün Türk-İslâm eserlerinin imhâ edilmesini ve Aya Sofya’nın Bizans dönemindeki şekline geri döndürülmesini istiyordu. Bunun dışında ülke içerisinde de birçok kesim ve özellikle Rûm azınlık mensûbları, kilise olmasa bile müze yapılması gerektiğine dâir dileklerde bulundukları bilinmektedir. Bu arada 1933 yılında Aya Sofya Câmiî’nde bulunan ve Osmanlı dönemine dâir târîhî evrâkların, buradan alınıp, Topkapı Sarayı’na taşınması kararlaştırılmıştır.

Bununla berâber Aya Sofya’nın müze olmasında, Türkiye’nin söz konusu dönemdeki dış ilişkilerinin payı büyüktür. 9 Şubat 1934 târîhinde Atina’da Türkiye, Yunanistân, Yugoslavya ve Romanya arasında imzâlanan Balkan Paktı Andlaşması, öncesindeki Türk-Yunan dostluk anlaşmalarının ve bu dönemdeki Türk-Yunan ilişkilerinin payı vardır. Bu arada 1930 yılında ABD’den alınan 10 milyon dolarlık kredinin, 1932 yılında SSCB’den alınan 8 milyon dolarlık kredinin, aynı dönemde Almanya’dan alınan 150 milyon mark kredinin ve İngiltere ile yapılan, 1938 yılında verilecek olan 16 milyon sterlinlik kredinin payı olduğu da söylenebilir.  

  * * *

Sonuç olarak 24 Kasım 1934 târîhinde alınan karârla Aya Sofya Câmiî, Aya Sofya Müzesi hâline dönüştürülmüştür. Bu durumun, hem ülke içinde, hem ülke dışında önemli yansımaları olmuştur. Mes’elâ 25/11/1935 târîhli bir belgede, Yunan Kraliyet Marşı’ndaki “İstanbul ve Aya Sofya’yı alacağız” ifâdesinin çıkarıldığına dâir Atina’da yayınlanan Neo Kozmos gazetesinin haberi yer almaktadır[9].

Bunun dışında Atatürk’ün ölümü ve özellikle Demokrat Parti iktidârı ile berâber Aya Sofya Müzesi’nin tekrâr câmiye çevrilmesiyle ilgili yayınlar yapılmıştır. Bu konuda şi’rler, makâleler, kitâblar yazılmıştır. Aya Sofya’nın müze mi, yoksa câmi mi olması gerektiği apayrı bir konudur. Lâkin fikirler savunulurken, bilimsellik ilkesine uyulması ve hakîkatın dışına çıkılmaması gerekir.    

Kaynakça

Satan, Ali, İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye (1922), s. 45, Tarihçi Kitabevi, İstanbul 2011
TBMM Zabıt Ceridesi, Altmış Yedinci İnikad, 25-5-1936 Pazartesi
Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi Katalogları, Tarih: 24/11/1934, Sayı: 15892, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 49.79..6.
Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi Katalogları, Tarih: 29/12/1934, Sayı: 17832, Dosya: 259-1, Fon Kodu: 30..18.1.2        Yer No: 50.88..19.
Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi Katalogları, Tarih: 6/5/1925, Sayı: 1880, Fon Kodu: 30..18.1.1, Yer No: 13.27..14.
Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi Katalogları, Tarih: 1/8/1926, Sayı: 3932, Fon Kodu: 30..18.1.1, Yer No: 20.49..13.
Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi Katalogları, Tarih: 25/5/1927, Sayı: 5230, Fon Kodu: 30..18.1.1, Yer No: 24.33..13.
Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi Katalogları, Tarih: 7/6/1931, Sayı: 11195, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 20.37..18.
Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi Katalogları, Tarih: 25/11/1935, Dosya: 433451, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 255.719..29.

Kutlu Altay KOCAOVA

12 Temmûz 2013






[1] Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi Katalogları, Tarih: 24/11/1934, Sayı: 15892, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 49.79..6.
[2] Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi Katalogları, Tarih: 29/12/1934, Sayı: 17832, Dosya: 259-1, Fon Kodu: 30..18.1.2                Yer No: 50.88..19.
[3] TBMM Zabıt Ceridesi, Altmış Yedinci İnikad, 25-5-1936 Pazartesi
[4] Satan, Ali, İngiliz Yıllık Raporların Türkiye (1922), s. 45, Tarihçi Kitabevi, İstanbul 2011
[5] Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi Katalogları, Tarih: 6/5/1925, Sayı: 1880, Fon Kodu: 30..18.1.1, Yer No: 13.27..14.
[6] Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi Katalogları, Tarih: 1/8/1926, Sayı: 3932, Fon Kodu: 30..18.1.1, Yer No: 20.49..13.
[7] Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi Katalogları, Tarih: 25/5/1927, Sayı: 5230, Fon Kodu: 30..18.1.1, Yer No: 24.33..13.
[8] Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi Katalogları, Tarih: 7/6/1931, Sayı: 11195, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 20.37..18.
[9] Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cumhuriyet Arşivi Katalogları, Tarih: 25/11/1935, Dosya: 433451, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 255.719..29.

28 Temmuz 2015 Salı

İDİL BOYUNUN NEVRÛZU: NARTUKAN


            Nartukan, Nardugan, Nartoğan ya da Nardoğan… Türklerde bir çeşit kış bayramı olduğu söylenmekte ve 22 Aralık târîhinde kutlandığı iddiâ edilmektedir. Son yıllarda, her yılbaşında, Noel’in Türk kökenli olduğu düşüncesiyle gündeme getirilmektedir.

            Peki, gerçekten böyle bir bayram var mı? Varsa içeriği ne? Ne zamân kutlanıyor?

            Nartukan bayramı, Türkler arasında gerçekten kutlanmaktadır. Ancak kesinlikle, 22 Aralık târîhinde kutlanmamaktadır. Nartukan, Çuvaş Türkleri’nin Nevrûz’a verdikleri bir isimdir ve “ateşin doğuşu” anlamına gelmektedir. Başkurt Türkleri de, Nardugan ismi ile anmaktadırlar. Burada ateşten kastedilen güneştir. Kışın bitişini ve havaların ısınmasını anlatır.

            Nevrûz ya da Yeñi Gün bayramının, Çuvaşlar arasındaki adı olan Nartukan’ın nasıl Noel’in karşılığı ya da aslı gibi sunulmasına baktığımızda, Sümerler üzerine birçok kitâbı olan sayın Muazzez İlmiye Çığ hanımefendi, ne yazık ki, karşımıza çıkıyor. Muazzez İlmiye Çığ, konu ile ilgili yazdığı makâlede, Âzerbaycalı Adnan Atabek ve Güney Âzerbaycanlı Ârif İsmâil İsmâilin’in gönderdiği elektronik postalar ve Murat Adji’nin Atatürk Kültür Merkezi Yayınları arasından çıkan “Kıpçaklar: Türklerin ve Büyük Bozkırın Kadim Tarihi” adlı kitaba dayandırmaktadır. İlk iki kişi, târîhçi olmadığı için onlardan söz etmeye gerek yok. Ancak Murat Adji’nin çalışmasında, Nartukan’ı Noel’in karşılığı olarak kullanması dikkât çekicidir.

            Sayın Murat Adji, bu iddiâsını, herhangi bir kaynağa dayandırmamaktadır ve yeni bir buluş gibi sunmaktadır. Oysa böyle bir bayram, Nevrûz’un karşılığı olarak vardır. Hiç de yeni değildir.

            Bununla berâber sayın Muazzez İlmiye Çığ hanımefendi, bellî ki, yazılanlardan etkilenmiş ve doğru olarak kabûl etmiş, dünyânın merkezinde bir çam ağacı olduğunu, bunun hayât ağacı olduğunu, akçam olan bu çamın, sâdece Orta Asya’da yetiştiğini yazıyor. Elbette Türklerde, çok güçlü bir “Ağaç Kültü” vardır ve şamanist anlayışta, dünyânın merkezinde bir ağaç bulunur. Bu ağaç, ilâhî bir ağaçtır. Bu sâdece Türklerde değil, şamanist anlayışı benimsemiş Moğollar, Tunguzlar, Fin-Ugorlar, Yeniseyliler, İnuitler gibi toplumlarda da vardır.

            Ben ağaç türleri üzerine uzman olmadığım için orman mühendislerinin, ağaç türleri ile ilgili çalışmalarını inceledim. Buna göre “akçam” adlı bağımsız bir çam türünün olmadığı ve  yılın belli dönemlerinde kabuğunun bir kısmı beyâzlaşan “karaçam” olduğu ya da “ak göknar” olduğunu gördüm. Daha sonra ise bu iki ağaç türünü araştırdım. Kazdağı Millî Parkı’nın internet sitesinde[1] “Karaçam” ile ilgili olarak anavatanının Avrupa olduğu ve ağırlıklı olarak İspanya, Avusturya ve Kırım arasındaki bölgede yaygın olduğu bilgisi yer alıyor. Orman Genel Müdürlüğü’nün internet sitesinde[2] ise Göknar başlığı altında, “Ak Göknar”ın anavatanının Avrupa ve Asya olduğu bilgisi yer alıyor.

            Buna göre bu ağacın, sâdece Orta Asya yetiştiği iddiâsı, çürümüş oldu.

            Şimdi de Nartukan kelimesinin etimolojik köküne bakalım ve bunun üzerinden hareket edelim. Böyle bir bayramın olduğunu söyleyenler, kelimenin “güneş” anlamına gelen “Nar” ve “doğan” anlamına gelen “tukan” kelimesinin birleşimi olduğunu söylüyorlar. Bu doğru bir iddiâdır. Zîrâ "Nar" kelimesi, Moğolca'da güneş anlamına gelir. Ancak bu kelimenin Türkçe'ye girişi Moğol devleti dönemidir. Dolayısıyla Kun döneminden beri bu adla nasıl anılmış oluyor? Bu arada “Nar” kelimesi, Arapça'da da, ateş anlamına gelir. Çoğulu ise “niyâr” kelimesidir. Yâni karşımızda Moğolca bir kelime ile benzeri anlama sâhib Arabça bir kelime bulunmaktadır. Buna göre nasıl Kunlardan beri bu isim kullanılmış olabilir?

            Böylece bu iddiâ, etimolojik olarak da çürümüş oldu.

            Şimdi de coğrafî olarak konuyu inceleyeceğiz. Altay dağlarının olduğu bölge 50º kuzey paralelinde yer almaktadır. Bu paralel üzerinde, 21 Aralık’ta, yâni kış gündönümü olan en uzun gecede, gündüz süresi 7 sa’ât 51 dakîkadır. Buna göre 16 sa’ât 9 dakîka, gece sürmektedir. Baykal Gölü’nün olduğu bölge ise 55º kuzey paralelidir. Burada ise gecenin uzunluğu, 17 sa’ât 19 dakîkâdır. Kutup çizgisinin kuzeyinde yaşayan Sakalar (Yakut) için ise durum, daha da kötüdür. 70º kuzey paralelinde yaşayan  bir Saka Türkü için 21 Aralık’tan i’tibâren iki aylık gece başlar. Daha batıda yer alan ve Nartukan’ın gerçek sâhibi olan Çuvaş Türkleri de 55º kuzey paralelinde yaşarlar. Burada da gecenin uzunluğu, 17 sa’ât 19 dakîkâdır.

            Şimdi sormak lâzım. En uzun gecenin olduğu günün ertesi gününü (22 Aralık’taki gece süresi, 21 Aralık’tan sâdece birkaç “sâlise” kısadır) neden Türkler kutlasın? Üstelik gecenin uzunluğuna tezat oluşturacak şekilde Nartukan, yânî “Güneşin doğuşu” adını versinler? Verdiler diye düşünelim, o zamân neden Nevrûz kutlanıyor?

            Böylece bu iddiâ, coğrafî olarak da çürümüş oldu.

            Bu iddiâyı, botanik, etimolojik ve coğrafî olarak çürüttükten sonra Nartukan Bayramı’nın gerçek sâhibi olan Çuvaş Türklerine geri dönelim. Yukarıda Nartukan’ın Nevrûz’a Çuvaşların verdiği isim olduğunu belirtmiştik. Bilindiği gibi Nevrûz, 21 Mart’ta kutlanır. 21 Mart’ta ise gecenin gündüze üstünlüğü sona erer ve gece, gündüz süreleri, bütün dünyâda eşit olur. Bu yüzden de bu gün, bahârın başlangıcı, doğanın tekrâr dirilişi olarak kabûl edilir. Bunu kutlayan Türklerin, uzun süreli geceyi kutlaması bir tezat değil midir?

            Nevrûz üzerine Türkiye’de ve Türk dünyasına çok sayıda çalışma yapılmıştır. Nartukan adı, bu çalışmalarda yer almaktadır. Ne yazık ki, bu çalışmaların incelenmediği görülmektedir. Bu ise târîhle ilgili bir konuda yazan ve konuşan insânlar için büyük bir eksikliktir ve kesinlikle kabûl edilemez. Oysa kısa bir literatür taraması yapılsaydı, gerçek önlerine, bütün azâmeti ile çıkacaktı.

            Prof. Dr. Ahmet Pirverdioğlu, “Türkler Ansiklopedisi”nin 3. cildinde yer alan “Türklerde Yılbaşı ve Bahar Geleneği” adlı kıymetli makâlesinde Nevrûz’a verilen isimler arasında Çuvaşlarda “Nartukan”ı, Başkurtlarda da “Nardugan”ı saymıştır.[3]

            Aynı şekilde Yrd. Doç. Dr. Hasan Tutar, Türkler Ansiklopedisi’nin 3. cildinde yer alan “Tarihte ve Mitolojide Nevruz” adlı kıymetli makâlesinde Nevrûz’a verilen isimler arasında Nartukan ve Nartavan isimlerini saymıştır.[4]

            Ayrıca Atatürk Kültür Merkezi Yayınları arasından çıkan ve “Nevruz ve Renkler” isimli bildiride yer alan Harun Güngör’ün “Kama-Ural Çuvaşlarının Yeni Yıl Bayramı Nartukan”[5] adlı çalışması çok kıymetlidir. Üstelik başlı başına bu konuyu ele alması açısından bu alanın en önemli eseridir. Ba’zıları buradaki “yılbaşı” kavramına takılmaktadır. Ancak bu “yılbaşı”, milâdî yılbaşı değil, yine Nevrûz’dur.

            Bilinmesi gerekir ki, Türklükle hiçbir alâkası olmayan şeyleri, Türklüğe âidmiş gibi sunmanın birçok zarârı vardır. Bunların başında da, Türk kültürü üzerindeki, yabancı kültürlerin etkisinin artması gelir. Noel kavramı, tamâmen Germen kültürüne âid bir kavramdır ve zamânla Hristiyanlığın geneline yayılmıştır. Nartukan gibi bir Türk bayramını, Noel gibi sunmak büyük bir yanlıştır ve kesinlikle kabûl edilemez.
4 Ocak 2013
Kutlu Altay KOCAOVA
           





[3] Pirverdioğlu, Ahmet, Türklerde Yılbaşı ve Bahar Geleneği (2002) , Türkler Ansiklopedisi, cild 3, s.65, Ankara
[4] Tutar, Hasan, Tarihte ve Mitolojide Nevruz (2002) , Türkler Ansiklopedisi, cild 3, s.1110, Ankara
[5] Güngör, Harun, Kama-Ural Çuvaşlarının Yeni Yıl Bayramı Nartukan (1996), Nevruz ve Renkler, yayına hazırlayanlar: Prof. Dr. Sadık Tural, Elmas Kılıç, Ankara

25 Temmuz 2015 Cumartesi

İSLÂM DEVLETİ YA DA IŞİD - Ortaya Çıkışı, Târihî ve İnanç Yapısı -


            İslâm Devleti ya da Irak-Şam İslâm Devleti… Kendilerine İslâm Devleti (Batılı ülkelerde de Islamic State [İslâm Devleti] olarak belirtilmektedir) diyen, ancak Müslümân ülkeler arasında Irak-Şam İslâm Devleti adıyla nitelenen bir egemen yapı… Bu yazıda, hem İslâm Devleti adı, hem de Irak-Şam İslâm Devleti adının kısaltması olan IŞİD adı berâber kullanılacaktır.

            İslâm Devleti (IŞİD), temeli Irak Savaşı’na dayanan ve El Kâide’nin içinden çıkıp, sonrasında ondan da farklılaşan bir hilâfetçi yapıdır. Bununla berâber bu yapıyı incelerken, önce inanç yapısını, ardından târihini, en sonunda ise bugününü ve geleceğini irdelemek gerekir. Bu yapının inanç yapısını bilmeden, yâni neye ve nasıl inandığını bilmeden, psikolojik yapısı hakkında bilgi sâhibi olmak imkânsızdır. Ayrıca hangi olayların sonucunda geliştiği, neden ve nasıl destek gördüğü de bilinmesi gereken unsurlardır.

            Bilindiği gibi İslâm Devleti (IŞİD), Vehhâbî – Selefî bir İslâm inancına sâhibdir. Buna göre öncelikle bu inanç yapısının ne olduğunu bilmemiz gerekir.

            Selefîlik, 13. ve 14. yüzyılın ünlü İslâm âlimi ve düşünürü İbn-i Teymiyye’nin fikirleri etrâfında oluşmuş bir itikâdî mezhebdir. Selefîliği, diğer mezheblerden ayıran en önemli özellik, dinî hükümlerde kesinlikle akla yer vermemesi ve sâdece Kur’an ve sünnet üzerinden hüküm vermesidir. Bu konudaki en açık hükümleri ise Fetih Sûresi’nin 10. âyeti ile ilgilidir. Âyetin içerisinde yer alan “Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir”[1] cümlesinden yola çıkan Selefîler, Allah’ın insan gibi eli olduğunu ve buna inanmayanların dinden çıkıp, kâfir olacağına hükmetmişlerdir. Ayrıca âyetlerin yorumlanmasında ve İslâmî konularda kesinlikle aklı kabûl etmezler, nakilci davranırlar. Bu konuda kesin olarak doğru kabul ettikleri âyet ve sünnet nasıl ise o şekilde davranırlar.

Selefîler, genel olarak kendileri gibi inanmayan Müslümânların kâfir olduğunu öne sürerler. Bu açıdan tekfirci bir yapıdadırlar. Özellikle Şiî-Alevîleri, Dürzîleri ve İslâm dışı kabûl ettikleri bütün İslâmî grupları, mürted olarak görürler. İslâm hukûkuna göre ise mürted olmanın cezâsı, genellikle, eğer tevbe etmezse öldürülmedir. Bu konuda Buhâri’de yer alan “Kim dininden dönerse, onu öldürün” şeklindeki hadis ile “(Ey Muhammed! O sözleri) söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü elbette söylediler ve müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye (Peygambere suikast yapmaya) de yeltendiler. Ve sırf Allah ve Resûlü kendi lütuflarından onları zenginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar. Eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur. Yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da, ahirette de elem verici bir azaba çarptıracaktır. Yeryüzünde onların ne dostu ne de yardımcısı vardır”[2] şeklindeki âyeti öne sürmektedirler. Dolayısıyla Selefîler için kendileri gibi inanmayan, mürted kabûl ettikleri Müslümânların öldürülmesinde hiçbir sakınca olmaması bir yana, bu durum, dinî bir gerekliliktir.

Vehhâbîlik ise Selefîliğin, 18. yüzyılda yaşamış olan Muhammed bin Abdulvehhâb tarafından geliştirilmiş şeklidir, diyebiliriz. Abdulvehhâb’ın önceleri Riyad çevresinde yaymaya başladığı inançları, kısa zamanda etkisini göstermiştir. Bu arada civardaki kabilelerle ilişkilerini geliştirmiş ve ilk Suûd Devleti’nin kuruluşunda pay sâhibi olmuştur. Zâten ondan sonra kurulan ikinci ve üçüncü (günümüzdeki) Suûd Devleti’nin din anlayışını da belirleyen kişi olmuştur diyebiliriz. Bu noktada Abdulvehhâb’ın kendi inançlarını, kılıç zoru ile kabûl ettirmeye çalışması, diğer kabilelerin ondan uzaklaşmasına sebep olmuş, bununla birlikte Suûd hânedânının ise yaklaşmasını sağlamıştır. Böylece bu din anlayışının gücü ile berâber hânedânlık da, yayılma alanı bulmuştur.

Abdulvehhâb’a göre insanlar, İslâm’ın ilk günlerindeki gibi yaşamalıdır. Yâni dinin içine giren âdetler ile şirk belirtisi olan gelenekler, terk edilmelidir. Bu yapılırken de, insanlar zorlanmalıdır. Abdulvehhâb, mezar ve türbe ziyâretleri ve tasavvûf başta olmak üzere birçok şeyin şirk olduğunu ilân etmiş ve insanların bunlardan tevbe etmelerini istemiş ve tevbe etmeyenlerin öldürüleceğini söylemiştir. Bu arada ilk Suûdî egemenlik bölgesinde birçok mezar ve türbe yıkılmış, karşı gelenler öldürülmüştür. Bu noktada Türkiye’deki bâzı dînî gruplar, Abdulvehhâb’ın İngilizler tarafından yönlendirildiğini söylese de, buna dâir bir kanıt olmadığı gibi târihî olarak da bu pek mümkün görünmemektedir. Zîrâ İngilizlerin bölgeye ilgisi çok daha sonra başlamış ve daha ziyâde Şerîf âilesi ile yakınlaşmayı seçmişlerdir.

Abdulvehhâb’ın ölümünden sonra güçlenmeye devâm eden ve onun adından yola çıkan Vehhâbîliğin ilk büyük katliâmı, 13 Mayıs 1801 târihinde (Hicrî 10 Muharrem 1216) Kerbelâ’da gerçekleşmiştir[3]. Kerbelâ’ya baskın düzenlemişler ve Aşûrâ gününü anan, üç bin civârında Şiî Müslümân’ı kılıçtan geçirmişlerdi. Daha sonra 1803 ve 1805 yılları arasında Mekke, Medîne ve Taif’i ele geçirmişler ve yine çok sayıda kişiyi kılıçtan geçirmişler, mezarları ve türbeleri yıkmışlardı.  

Osmanlı Devleti’nin Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın gönderdiği kuvvetler, kısa sürede Hicaz’ı tekrar ele geçirdi. Ayrıca daha sonra bizzat Suûdîlerin üzerine yürüyen Osmanlılar, ilk Suûd Devleti’ne son verdi. Böylece Vehhâbîlik, en önemli dayanağını kaybetti. Ancak 1824 yılında Türkî bin Abdullah’ın ikinci Suûd Devleti’ni kurması üzerine yeniden bir siyâsî güce kavuştu. Bu noktada ikinci devletin kurucusunun “Türkî” adına sâhip olmasının bilinen bir sebebi yoktur. Farsça güzellik (Farsça’da türk, güzel anlamına da gelir) vurgusu olabileceği gibi, Türklük vurgusundan ya da geçmişte Osmanlılarla girilen bir ilişkiden de kaynaklanabilir. Bu konuda kesin bir şey söylemek zordur. Bununla berâber Osmanlılara yakın bir Arab emîri olan Muhammed bin Reşid’in Riyad’ı almasıyla berâber kurulan ikinci Suûd Devleti de yıkılmış oldu. 1902’de Abdulazîz bin Abdurrahman’ın tekrar Riyad’ı ele geçirmesi üzerine günümüzde de var olan üçüncü ve son Suûd Devleti kurulmuş oldu.

Vehhâbî inancına dayalı olan Suûdî Arabistan, her zaman kan dökerek büyümeyi ve yerleşmeyi seçmiştir. Vehhâbî inancına sâhip bir başka yapı olan İslâm Devleti de (IŞİD), öncülleri olan üç Suûd devleti gibi büyümeyi ve yerleşmeyi seçmiştir. Bu açıdan bu yapılanlar, günümüzde İslâm Devleti’nin yaptıklarının sebeplerini açıklamaktadır.

Suûdî hânedânı, hilâfetçi bir yapıda olmuştur. Bununla berâber hiçbir zaman Osmanlı hilâfetini kabûl etmemiş ve kendileri de geçmişte bir hilâfet iddiâsında bulunmamışlardır. Elbette bunun sebepleri arasında Suûdî hânedânının dayandığı Riyad’daki kabilelerin Kureyş mensûbu olmaması yatmaktadır. Zîrâ bilindiği üzere hilâfetin şartlarından biri de Kureyş kabilesine mensûb olmaktır. Ancak İslâm Devleti (IŞİD)’in lideri olan ve hâlifeliğini ilân eden Ebû Bekir el Bağdâdî, kendi soyunu Kureyş’e ve hattâ Hz. Muhammed’e dayandırarak, bu sorunu, kendince gidermiştir.

Bu noktada üzerinde durulması gereken bir husus bulunmaktadır. Geçmişte İslâm Devleti’ne (IŞİD) büyük yardımlarda bulunan Suûdî Arabistan, Ürdün ve Körfez emîrlikleri, örgütün hilâfet ilânından sonra yardımı kesmekle kalmamış, karşı tarafa geçmişlerdir. Buradaki ilginç nokta ise örgütün döktüğü kan değil, hilâfet ilânının, onlara bakışı değiştirmesidir. Hilâfet ilânının, gelecekte kendilerinin de hedefe dönüşeceğini düşündükleri ortadadır. Ancak yine inanç birliğinden dolayı nihâî olarak Suûdî Arabistan ile ortak noktada buluşması çok zor değildir.

İslâm târihi boyunca sık sık kendini halîfe ilân edenler görülmüştür. Bu düşünce, kendi bölgesindeki hâkimiyetine dinî bir meşruiyet kazandırma düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca üçüncü halîfe Osman’ın öldürülmesinden sonra hiçbir halîfe, İslâm dünyâsının tamâmı tarafından kabûl görmemiştir. Hattâ büyük Türk hükümdârı Emîr Timur’un oğlu Şâhrûh’un hilâfeti[4] ve ardından Osmanlı Türkleri’nin hilâfeti ile berâber bu makam, Kureyş Arabları’nın dışına çıkmıştır.

ABD’nin Irak işgâli günlerinde tohum olarak başlayan ve El Kâide’nin içerisinden çıkan bu örgüt, ilk olarak Irak İslâm Devleti (IİD) adını kullanmış, daha sonra Sûriye İç Savaşı ile berâber adını Irak-Şam İslâm Devleti (IŞİD) olarak değiştirmiştir. Dünyâda bu ad ile tanındıktan sonra hilâfet ilân etmiş ve adını İslâm Devleti olarak değiştirmiştir. Bunlar da Vehhâbî öncülleri gibi kan dökmeye çok önem vermişlerdir. Ürdünlü Ebû Musab el Zerkâvî, kurmuş olduğu “Tevhid ve Cihad” adlı grubuyla berâber işgalci Amerikan güçlerine karşı önemli ve ağır kayıplar verdiren saldırılarda bulunmuştur. 2004 yılında da Zerkâvî’nin El Kâide’ye biâd etmesi ile berâber kurduğu örgüt, “Irak El Kâidesi” adını almıştır.[5] Amerikan işgâlcilerin Irak’ta yaptıkları ve ardından Irak’ta oluşan Şiî iktidâr, Irak’ın Sünnî Arap aşiretlerinin, İslâm Devleti (IŞİD) çevresinde toplanmasına sebep olmuştur. 

Irak El Kâidesi’nin kuruluşu, İslâm Devleti’nin tohumunun atılmasını sağlamıştır. Selefi – Vehhâbî bir inanca sahip olan örgüt, bir yandan da Şiî sivillere karşı da katliâm ve cinayetlere başlamıştır. Hattâ bu durum, Zerkâvî’nin yakın çevresi ve El Kâide tarafından eleştirilmiştir. Zerkâvî, bu eleştirileri dikkate almamış ve saldırılarını devâm ettirmiştir. Ancak 2006 yılından bir Amerikan saldırısında öldürülmüştür. Bunun ardından Irak El Kâidesi’nin, bâzı Sünnî gruplarla berâber oluşturduğu Mücâhidler Şûrâ Konseyi, Irak İslâm Devleti adını almıştır. Bu karar ve devlet ilânı, El Kâide tarafından kabûl edilmemiş ve çok sert eleştirilmiştir. Sonrasında örgütün başında Ebû Ömer el Bağdâdî geçmiş ve onun da ölümü üzerine, günümüzde kendisini halîfe ilân eden Ebû Bekir el Bağdâdî geçmiştir ve sonrasında örgütün, El Kâide’den kopuşu hızlanmış ve tamamlanmıştır.

2011 yılında Sûriye’de başlayan iç savaş, bütün dengeleri değiştirmiştir. Bölgede El Kâide’nin unsuru olan El Nusrâ ile berâber Irak İslâm Devleti de, savaşmaya başlamıştır. Ancak kısa sürede bu iki Selefî – Vehhâbî güç, birbirine önce rakip, sonra düşmân olmuş ve kanlı çatışmaları berâberinde getirmiştir. 2013 yılında adını yine değiştiren ve Irak-Şam İslâm Devleti adını alan yapı, artık İslâm Devleti adını taşımaktadır.

Ân itibariyle Irak, Sûriye ve Lübnân orduları ile Lübnân Hizbullahı, Iraklı Şiî milisler ve Irak Kürd Bölgesel Yönetimi ile savaşan İslâm Devleti (IŞİD) ayrıca, PKK-PYD, Özgür Sûriye Ordusu (ÖSO), El Nusrâ gibi silâhlı örgütlerle de savaşmaktadır. Ayrıca liderliğini ABD’nin yaptığı koalisyonun hava saldırıları da cabasıdır. Ancak bu noktada hava saldırılarına dikkat etmek gerekmektedir. Barzânî liderliğindeki Kürd güçlerini yenilgiye uğratan İslâm Devleti’nin (IŞİD), Erbil’e 20 dakika mesafeye gelmesiyle[6] berâber hava saldırıları başlamıştır. Ancak hava saldırıları, genel olarak Erbil, Musul, Ayn El Arab (Kobânî) ve Bağdat bölgesi ile sınırlı kalmaktadır. Yapılan bombalamalar, genel olarak İslâm Devleti’ni (IŞİD) yok etmek bir yana, sâdece durdurmayı amaçlar görünmektedir. 

Günümüzde Orta Mezopotamya’ya hâkim olan İslâm Devleti, genellikle stratejik noktalara saldırılar düzenlemektedir. Bu açıdan, en büyük önemin su olduğu görülmektedir ve en büyük amaçlarının su havzalarına yakın bölgelerde, kendileri gibi olmayan insanları barındırmamaktadır. Nastûrî Hristiyan Süryânîleri ve az sayıdaki Mûsevî’yi cizye verecek ehl-i kitâb olarak gören örgüt için mürted saydığı ve Râfızî diyerek aşağıladığı Şiî Arab ve Türkmenler ile kâfir olarak gördüğü Yezidî Kürdler, tevbe etmek zorundadır. Aksi takdirde öldürülmeleri gerekir. Bu noktada tevbe etmek, Vehhâbî - Selefî İslâm anlayışını benimsemektir. Böylece bunlarda İslâm Devleti’nin (IŞİD) bir parçasına dönüşmektedir. Bu ise eğer bir gün İslâm Devleti (IŞİD), yok edilirse, ondan sonra gelecek olan yapının çok daha fazla kan dökmesi sonucunu doğuracak bir durumdur. Yâni bölgenin inanç yapısı öyle bir değişmiştir ki, bir gün yok edilirlerse, yeni gücün bölgede hâkim olması, ancak çok daha fazla kan akıtarak, yâni soykırım yaparak mümkün olabilecektir.

Şu ân, yâni Ekim 2014 itibâriyle, Orta Mezopotamya’nın tamâmını kontrol altında tutan ve yöneten İslâm Devleti, Sûriye, Irak, Ürdün ve Suûdî Arabistan arasındaki bölgededir. Sûriye’nin yaklaşık olarak yarısını ele geçirmiş olan, Ürdün-Irak sınırının tamâmını ele geçiren ve Suûdî Arabistan sınırında yaklaşık 400 kilometrelik bir hattı kontrol eden İslâm Devleti, bir terör örgütünden, git gide bir egemen devlete doğru evrilmektedir. Hava saldırıları ile durdurulması mümkün olan İslâm Devleti (IŞİD) ile bölge güçleri ile ABD ve dünyânın büyük güçleri arasında yakında görüşmelerin başlaması olasıdır. Bu durumda da, günümüzde terörist örgüt olan bu yapının, birkaç yıl sonra bölgenin yeni bir egemen devleti olması ihtimâli oldukça yüksektir. Zâten kendileri de, eğitim, sağlık, mâliye ve adâlet sistemi kurmakta ve devletleşmektedirler.

21 Ekim 2014

KUTLU ALTAY KOCAOVA
 





[1] Kur’an-ı Kerim, Diyânet Vakfı, Fetih Sûresi, 10. âyet
[2] Kur’an-ı Kerim, Diyânet Vakfı, Tevbe Sûresi, 74. âyet
[3] Büyükkara, Mehmet Ali, “Vehhâbîlik”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.42, s.611, Ankara, 2012
[4] Barthold, Vasilij Vladimiroviç, Halife ve Sultan, s.82, Yeditepe Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul, 2012
[5] Gürler, Recep Tayyip, Özdemir, Ömer Behram, “IŞİD: Irak’ta Yerli Suriye’de Yabancı”, Ortadoğu Analiz, , c.6, s.63, ss.59, Temmuz-Ağustos 2014
[6] http://www.ydh.com.tr/HD13253_kurdistan-bolgesi-basinindan-korkunc-iddia.html

21 Temmuz 2015 Salı

ATSIZ HOCA VE ATSIZ HOCA’YI AŞMAK


Son dönemde Türkçü olduğu iddiâsında bulunan oldukça fazla grup ve dergi ortaya çıktı. Bu durum, elbette bir fikir hareketi açısından oldukça güzel bir durumdur. Bununla birlikte bu yeni yayın ve grupların bâzılarında söylem ve fikir noktasında farklılıklar göze çarpıyor.

Elbette bir fikrin içerisinde farklılıkların olması doğal, güzel ve gereklidir. Ancak burada ciddî bir sıkıntı bulunmaktadır. Farklı oldukları iddiâsında bulunan bu yapılar, farklılıklarını Atsız Hoca üzerinden nitelendirmektedirler.
           
Kendilerini Atsız Hoca üzerinden nitelendiren bu gruplar da, içlerinde farklı görüşlere sâhipler. Kimisi Atsız Hoca’yı bir değer olarak görmekle berâber tek Türkçü yol olarak, onu görmediğini söylüyor; kimisi yine Atsız Hoca’yı bir değer olarak görüyor, ancak onun görüşlerinin çağa uymadığını, onu aşmak gerektiğini söylüyor; kimisi ise tamâmen Atsız Hoca’yı yok sayıyor ya da ona karşı cephe alıyor.
           
Bu noktada Atsız Hoca’nın fikirleri içerisinde en fazla eleştirdikleri, Hoca’nın târihe dâir fikirleridir. Özellikle Atsız Hoca’nın Osmanlı’ya dâir fikir ve tesbitlerini eleştirmektedirler. Bundan birkaç yıl evvel, Türkçü olduğu iddiasındaki bir kişi ile internet üzerinden yazışırken, aramızda şöyle bir diyalog geçmişti.

-          Türkçü, Osmanlı’yı savunamaz.
-          İyi de, Atsız Hoca savunuyor.
-          Atsız’ın her dediğini doğru kabûl etmemek gerekir.
-          Ama sen, Türkçü, Osmanlı’yı savunamaz, dedin. Atsız Hoca savunduğuna göre demek ki, Türkçüler de, Osmanlı’yı savunabilir.

Bu kişiler, tuhaf bir şekilde Atsız Hoca’nın târih ile ilgili görüşlerinin bilimsel değil, duygusal olduğunu savunmaktadırlar. Buna kanıt olarak ise Atsız Hoca’nın Osmanoğlu âilesi ile ilgili yazdıklarını öne sürmektedirler. Oysa Atsız Hoca’nın eserlerini okuyan herkes bilir ki, kendisi, târih konusunda tam bir bilimsel disipline sâhiptir. Atsız Hoca’nın bunlar tarafından en çok eleştirilen yönü ise Osmanlı sultânı Vâhdeddîn tarafından Mustafâ Kemâl Paşa’ya Samsun’a çıkmadan evvel para verdiğini söylemiş olmasıdır. Ünlü sosyal medya sitesi olan facebook üzerinden açtığım bir sayfa olan “Türk Târîhi, Kültürü, Edebiyatı ve Coğrafyası”nda buna dâir arşiv belgelerinin katalog kaydını yayınlamıştım. Buradan da görüldüğü gibi Atsız Hoca’nın bu iddiâsı da, belge ve kanıtlara dayalıdır. Zâten kendisi, kanıt ve belge olmadan hiçbir konuda görüş bildirmemiştir. 1930’lu yılların ünlü târih tezine de, bu yüzden karşı çıkmıştır. Türklüğü her şeyin üzerinde gören ve tam anlamı ile bir Türkçü olan Atsız Hoca’nın bu alandaki görüşü bile onun duygusal bakmadığının kanıtıdır. Sinan Meydân gibi târih tahrîfatçılarının sözleri ile Atsız Hoca’yı karalamak, sâdece aptallıktır yâhût kötü niyetliliktir.

Atsız Hoca’ya saldıran diğer Türkçülük iddiâsında olan yapılarda ise “ön Türk, proto Türk” diyerek, neredeyse bütün dünyâyı Türk yapanların olduğunu görüyoruz. Atsız Hoca’nın bu konudaki duruşu net olduğu için bu kişiler, Atsız Hoca’ya saldırmakta ya da saldırmasalar bile önemsizleştirmeye, sıradanlaştırmaya çalışmaktadırlar. Kâzım Mîrşân, Halûk Tarcan başta olmak üzere herkesi Türk göstermeyi seven bu kişiler, kendilerini büyük Türkçü olarak nitelemekte, ama Atsız Hoca ve Zekî Velidî Togan Hoca gibi kişileri eleştirmektedirler. Bunu da Atsız Hoca’nın Atatürk düşmânı olduğu palavrasını söyleyerek yapmaktadırlar. Onlara göre 1. Türk Târih Kongresi’nde ortaya atılan ve kısaca dünyâ medeniyetini Türklerin yarattığı şeklinde özetlenebilecek teze karşı çıkmalarının altında bilimsel düşünmeleri değil, Atatürk düşmânı olmaları yatıyormuş.

Bu iki grubun yanında bir de Atsız Hoca’ya doğrudan cephe alan alan bâzı yapılar var ki, bunların durumu ise hayli ilginçtir. Atsız Hoca’yı Türkçülüğü sabote etmekle suçlayan ve ırkçılığı Türkçülüğe sokan kişi olarak nitelemektedirler. Bununla berâber bu kişilerin, büyük bir çelişkisi bulunmaktadır. Atsız Hoca’yı ırkçılığı Türkçülüğe sokan kişi olmakla eleştirirken, kendileri Atsız Hoca’dan çok daha ırkçı olan ve “Türkiye’de Türk olmayanların tek bir hakkı vardır: Köle olma hakkı” diyebilen Mahmut Esat Bozkurt’u yüceltmekte ve onun izinden gittiklerini söylemektedirler.

Hayâtta insanı doğruya götüren, tek yol vardır. Sorgulamak… Biz, her şeyi, herkesi sorgulamak ve düşünmek zorundayız. Atsız Hoca’ya saldıran ve Türkçü olduğunu söyleyenleri baktığımızda, ne yazık ki, “hepsinin” kötü niyetli olduğu görülmektedir. Hepsi kendi amaçlarını, Türkçülüğe mâl etmeye çalışmakta ve bunda en büyük engel olarak Atsız Hoca’yı görmektedirler. Bu ise onları, Atsız Hoca’ya saldırmaya itiyor. Bunların amaçlarını maddeleştirirsek, şöyle diyebiliriz:

1.   Ön Türk, proto Türk gibi uydurma târih anlayışlarını, Türkçülere yaymak ve Türkçüler üzerinden genel kabûl görmek.
2.   Kendi siyâsî ve fikrî liderlerini, Türkçülere yaymak ve Türkçüler üzerinden genel kabûl görmek.
3.     Kendi siyâsî ve kültürel fikirlerini, Türkçülere yaymak ve Türkçüler üzerinden genel kabûl görmek. Ardından Türkçüleri, kendi yolları üzerinden şekillendirmek ve yönlendirmek.

Düşünen insanlar, bu yollara dikkat ederler. Düşünen insanlar, insanların sözlerine değil, kafalarına bakarlar. Düşünen insanlar, atılan her adımı düşünürler. Ancak yine de durum, üzücü değildir. Türkçülerin çoğunlu, bu konuda çok dikkatlidir ve Atsız Hoca’yı aşacağını ya da alt edeceğini sananlara inanmamaktadır. Zîrâ Atsız Hoca, dev bir kayadır. Onlar ise yel... Yel, kayadan ne götürür? 

2 Ocak 2015

KUTLU ALTAY KOCAOVA