5 Ağustos 2015 Çarşamba

1. Dünyâ Savaşı Öncesi Çanakkale'de İngiliz-Fransız Tâcizlerine Dâir Belgeler



Osmanlı Devleti'nin 1. Dünyâ Savaşı'na girişinden evvel, tarafsızlık karârına rağmen, İngiltere ve Fransa'nın nasıl tâcizine uğradığına dâir belgeler. Savaşa girişle ilgili olarak sürekli olan Enver Paşa'yı suçlayanlar, ne yazık ki, bunları yok saymaktadır. Elbette savaşa giriş ve şekli tartışılmalıdır. Ancak olayın bu yönü de görülmeli ve göz önünde tutulmalıdır.

----------------------------------

Dahiliye Nezâreti 

Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti 

Vilâyâta Ta‘mîm 

Akdeniz Boğazı'nın önünde yirmi dört parça İngiliz ve Fransız zırhlısının resm-i geçid yaparcasına dolaşması ve evvelki gün keşfe giden bir torpidomuza gelen bir İngiliz zâbitinin, Almanya'dan alınan gemilerden dolayı, bunlar ve diğer donanmamız Osmanlı sancağını hâmil olsalar bile ateş etmek emrini aldıklarını tebliğ etmişdir. İngiliz gemilerinin Boğaz medhalini terk etmesine ve gemilerimizin serbestçe dolaşmasına mümâna‘at edilmeyeceği te’min edilinceye değin ihtiyâten Boğaz'ın seddedildiği berây-ı malûmât bildiriliyor. 

15 Eylül [1]330 / [28 Eylül 1914]

------------------------------------

Dâire-i Sadâret

Tahrîrât Kalemi

Harbiye Nezâret-i Celîlesi'ne

6 Ağustos [1]330 tarihli tezkire-i aliyye-i nezâret-penâhîlerine cevabdır. Boğaz'ın sefâin-i harbiye-i ecnebiye tarafından dûçâr-ı tecâvüz olduğu takdirde derhal kapatılması zarurî ve ânifü'z-zikr halden baska ahvâlde seddi Meclis-i Vükelâ'nın kararına vâbeste bulunduğu tabiî olmakla ona göre muktezâsının îfâsı siyâkında tezkire-i senâverî terkîm olundu, efendim.

7 Ağustos [1]330 / [20 Ağustos 1914] BOA, BEO, 322947


Günümüz Türkçesiyle;


Sadrâzâmlık Dâiresi



Tahrîrât (resmî yazı) Kalemi



Harbiye (Savaş İşleri) Bakanlığı'na   



6 Ağustos 1330 (19 Ağustos 1914) târihli bakanlığın yüksek tezkîresine cevabdır. Boğaz'ın yabancı savaş gemileri tarafından tecâvüze uğraması durumunda derhâl kapatılması, zorunlu ve yakın geçmişte söylenen durumdan başka durumlarda engellenmesi Bakanlar Kurulu'nun karârına bağlı bulunduğu tabiî olmakla ona göre gereğinin yerine getirilmesi usûlünde yüksek tezkîresi yazılmıştır, efendim.


7 Ağustos [1]330 / [20 Ağustos 1914] BOA, BEO, 322947

Kaynak: Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri 1, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, s.7-8, Ankara, 2005

1 Ağustos 2015 Cumartesi

KURT DURUŞU

           
Börü Han, Tanrı Dağları’nın sisli doruklarından aşağı baktığında tek bir şey görmüştü. Umutsuzluk. “Nasıl olur” diye düşünürken, ister istemez târihteki Türk hükümdârlarına ve Mustafa Kemal Atatürk’e baktı. Doğru ya, bağrından böyle bir önder çıkarmış bir millet nasıl olur da, umutsuzluğa düşebilir? 

Kafasındaki bu soru işaretleriyle, tekrar insanları izlemeye koyulan Börü Han’ın kulaklarında bir anda sessiz bir çığlık yankılandı. Ürperdi bir anda ve ok gibi fırlayarak koşmaya başladı. Bütün atalar durmuş, Börü Han’ı izliyorlardı. Yıldırım hızıyla koşan Börü Han, bir kayanın üzerine çıktı ve ulumaya başladı. Onun ulumasıyla birlikte, toprak, su, ağaçlar, çayırlar, dağlar, ovalar, bütün dünya ve hatta bütün evren… Acı dolu bir sarsılma ile sarsıldı.

Tanrı Dağları’nın dumanlı doruklarındaki bütün atalar bile, yüreklerini hançer gibi delen od ile o acıyı hissettiler. Peki, ne olmuştu, ne görmüştü, ne duymuştu Börü Han? Ne olmuştu da, o böylesine ulumuş, yaratılmış ve yaratılacak olan her şeyi sarsmıştı. 

*  *  * 

Hasan’ın askerliği bitmek üzereydi. İki haftası kalmıştı. Artık kendini tezkereye hazırlıyordu. Anasıyla, biricik bacısıyla, babasıyla ve dünyalar güzeli nişanlısıyla olan telefon konuşmalarında bu durumdan duyduğu mutluluk belli oluyordu.

Hasan, Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde komando olarak askerlik görevini yapmaktaydı. Tam bir Türk evlâdıydı. Hareketlerinden, konuşmasından, karakterinden Türkoğlu Türk olduğunu belli ediyordu. Onbaşıydı. Gerek komutanları, gerekse de arkadaşları tarafından oldukça sevilmekteydi.  

Sabah saatleriydi… Bulunduğu birliğe Genelkurmay’dan bir yazı gelmişti. Irak’ın kuzeyine geniş çaplı bir operasyon yapılacağından söz ediliyordu. Bu operasyonla hem Kandil Dağı’ndaki ve diğer kamplardaki teröristler yok edilecek, hem de bölgede Türkmenlere zulmeden Kürd peşmergeleri tepelenecekti.

Komutanı Hasan’ı çağırdı ve durumu anlattı. Ertesi sabah sınırı geçecekler ve operasyon başlayacaktı. Komutanı, “Arkadaşlarını hazırla ve ailenle helalleş” dedi. “Ne olur, ne olmaz”. Tam bir Türk askeri gibi selamını çakan Hasan, “Emredersiniz” diyerek odadan çıktı. 

Komutanından aldığı emir gereği, arkadaşlarını konferans salonunda topladı ve onlarla konuşmaya başladı. 

“Arkadaşlar,

Yarın sabah büyük bir operasyona çıkıyoruz. Irak’ın kuzeyine giriyoruz. Bizim görevimizi doğrudan Kandil Dağı. Bu dağı temizleme görevini bize verdiler. Diğer birliklerde, diğer terörist kampları ile peşmerge yuvalarını dağıtacak.  

Kiminizle bir yıldır, kiminizle de beş altı aydır birlikteyiz. Çok güzel anlarımız oldu. Amma velâkin, istemeden kırmış olabileceğim arkadaşlarım olabilir. Eğer öyle arkadaşlarım varsa, hakkını helâl etsin. Belli olmaz, dönemeyebiliriz, bir daha görüşemeyebiliriz. Bir kahpe kurşun bizi birbirimizden ayırabilir. Hakkınızı helâl edin!

Arkadaşlar,

Sizinle sayısız çatışmaya birlikte girdik. Hepinizin kahramanlığını, cesaretini, kendi özüm gibi biliyorum. Ama yine de Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da savaşan atalarımıza, bizim yanımızda şehîd düşen arkadaşlarımıza, bizi yetiştiren ana babamıza lâyık olmayı Allah bize nâsib etsin.

Allah’tan dileğim, şehâdet ya da gâzîlik rütbelerinden birini bize lâyık görmesidir.” 

Hasan uzun konuşmayı sevmezdi. Söyleyeceğini söyler, yerine geçerdi. Bu seferde öyle oldu, söyleyeceklerini söyledi ve arkadaşlarıyla sarılıp helâlleştiler. Hava kararmak üzereydi. Bir an önce evini arayıp, âilesi ile helâlleşmek istiyordu. Çünkü yarınki operasyondan dolayı erken yatacaklar ve gece yarısından bir süre sonra uyanacaklardı. 

Hasan evini aradığında, telefonu kimse açmadı. Ailesi, Hasan’ın nişanlısına gitmişti. Hasan askerden gelmek üzereydi ve evlilik târihini kesinleştirmek gerekiyordu. Hasan telefonu uzun uzun çaldırdıktan sonra telesekreter devreye girdi. Aslında âdeti olmamakla beraber, ne olur, ne olmaz belki şehîd düşerim de, helâlleşemem diyerek, telefona mesaj bırakmaya karar verdi. 

“Anam, babam, dünyâlar güzeli bacım; 

Yarın sabah, operasyona çıkıyoruz. Irak’ın kuzeyine gireceğiz. Büyük bir operasyon olacak. Belki şehîd düşerim, belli olmaz. Eğer ben şehîd düşersem, bana hakkınızı helâl edin. Belli olmaz, belki sizi üzmüşümdür. Gökçen’ime söyleyin, o da hakkını helâl etsin. Çok üzdüm onu. Şimdi kapatmak zorundayım. Sizden son bir isteğim var. Şehîd düşersem, ağlamayın…” 

Hasan, koğuşuna döndüğünde doğruca yatağına girdi ve uykuya daldı. Aslında uyuduğu da pek söylenemezdi ama yine de o uyumaya çalışıyordu. Aklında Gökçen vardı, anası vardı, bacısı vardı, babası vardı. Acabâ âilesi nereye gitmişti? Ya komşuya gitmişlerdir ya da Gökçenlere. Belki de amcasına gitmişlerdi. Bunları düşünürken, Hasan uykuya daldı. 

Ailesi, Gökçenlere gitmiş, gecenin geç saatlerinde de amcasına geçmişler ve orada kalmışlardı. Çünkü Hasan’ın ailesi, İstanbul Pendik’te oturuyor, Gökçenler de Büyük Çekmece tarafında oturuyordu. Amcası da nispeten oraya yakın olan Bakırköy’de oturuyordu.  

*  *  * 

Birlik, Kandil Dağı önlerine gelmişti. Çok sarp bir araziydi. Dağın kuzey tarafından hiçbir şekilde yol yoktu. Dik yamaçlardan ve derin kanyonlardan oluşan bir görünüm sergiliyordu. Sadece güneybatı tarafından giriş vardı.  

Hasan, arkadaşları ile birlikte en önde ilerliyor ve birliğin gerideki askerlerine kolaylık sağlıyorlardı. Aynı zamanda helikopterler ve uçaklar dağı bombardımana tutuyordu.  

Dağa doğru biraz tırmandıktan sonra Hasan, ileriki mağaralarda kıpırdanmalar gördü. Bunlar kendilerinden olamazdı. Çünkü en öndeki birlik kendileriydi. Kendilerinden önce kimse gelmiş olamazdı. Arkadaşlarına kayaların arasına siper alma emri verdi ve mağaranın girişini izlemeye başladılar.

Tahminlerinde yanılmamıştı. Zaten hiç yanılmazdı ki. Bunlar asker değildi. Düpedüz teröristtiler. Telsizle komutanına durumu bildirdikten sonra arkadaşlarına “Hazır olun” emri verdi ve “Ateş” emri ile birlikte çatışma başladı. Karşı taraftan da aynı şekilde karşılık geliyordu. Bunlar Kürd terör örgütü PKK’nın, kampın güvenliğini sağlamak için yerleştirdiği gözcülerdi. Gözcü oldukları için sayıları azdı. Hâliyle beş on dakika içinde bu gözcüler, ortadan kaldırıldı.  

Hasan, gözcülerin telsizle, askerlerin geldiğini örgüte bildirdiğini tahmin ediyordu. Dikkatli olmaları gerekiyordu. Çünkü her yer kendileri için tuzak dolu olabilirdi. Kendi canı neyse ama arkadaşlarının canı kendisine emanetti. Arkadaşlarına baktı. Yılmaz, Oğuz, Mustafa, Murat, Ozan, Altay, Hakan, Âdil, Serkan, Arif, Mutlu… Şehit olsalar, aileleri ne yapardı? Kiminin yeni çocuğu doğmuştu. Daha görememişti bile. Onları düşündü ve daha dikkatli bir şekilde ilerlemeye devam etti.

Dar bir geçitten sessizce geçtikten sonra kendilerine dağın üst taraflarından bir yerden bir el ateş edildi. Neyse ki, mermi hiçbirine isabet etmemişti. Hasan, bütün arkadaşlarına araziye yayılma ve siper alma emri verdi. Artık kampa gelmişlerdi. Bir yandan geriden diğer askerler geliyor, bir yandan da helikopterlerden başka askerler indirme yapıyordu. Çatışma çok yoğundu. Teröristlerin epey kalabalık oldukları belli oluyordu. Direnmeye çalışıyorlardı ama çemberin içine alındıklarından hızla eriyorlardı.

Mehmetler ise tıpkı Çanakkale’deki, Sakarya’daki, Dumlupınar’daki ataları gibi dövüşüyor, hayatta kalmayı düşünmüyordu bile. Yeni doğan bebeklerini dünyâ gözü ile görememek bile sorun değildi onlar için. Hem dünyadan göremezlerse, ukbâdan görürlerdi elbet. Sâdece ve sâdece şehîd olmak için savaşıyorlardı. Düşmanın kalbine inmişlerdi. Ölüm dirim savaşı veriyorlardı ve… Teker teker düşmeye başladılar. Mutlu, Arif, Serkan, Âdil, Hakan, Altay, Ozan, Murat, Mustafa, Oğuz, Yılmaz. Hepsi şehîd düşmüştü. Yüzlerinde apaydınlık bir gülümseme vardı.

Hasan tek başına kalmıştı. Şehîd olmayı arzuluyordu ama bir türlü olmuyordu. Bir mağaraya girdi. Kayaların arasında bir ses duydu. Silâhını oraya çevirdi ve sert bir sesle, “Dışarı çık” diye emir verdi. Emri duyan terörist, hemen dışarı çıktı. Hasan gözlerine inanamıyordu. Karşısında on iki yaşında bir kız çocuğu vardı. Kıyamadı, sağ teslîm almak istedi. Doğru ya, Türk’ün töresinde çocuğa silâh çekmek yoktu. İndirdi silâhını, o an kalbine sert bir bıçak darbesi aldı. Şehîd oluyordu. Arzûsu gerçekleşiyor, arkadaşlarına kavuşuyordu. Kıza dönüp, “Neden” dedi, “Türk’sün” dedi. O an yere düştü Hasan. Canını vermişti. O an, o mağara bir daha asla olmayacağı kadar aydınlığa bürünmüştü.

 *  *  * 

Hasan’ın anasının kalbine âni bir ağrı girmişti. Kimse anlamamıştı, hattâ babası “Ne oldu hanım?” diye sormuştu. Ama yine de gerçek sebebi o an kimse anlamamıştı. Bilmiyorlardı Hasan’ın şehîd olduğunu. O ara babasının eli, yandaki sehpanın üzerinde duran telefonun bir düğmesine değdi ve Hasan’ın bıraktığı mesaj duyuldu.

“Anam, babam, dünyalar güzeli bacım;

Yarın sabah, operasyona çıkıyoruz. Irak’ın kuzeyine gireceğiz. Büyük bir operasyon olacak. Belki şehit düşerim, belli olmaz. Eğer ben şehit düşersem, bana hakkınızı helâl edin. Belli olmaz, belki sizi üzmüşümdür. Gökçen’ime söyleyin, o da hakkını helâl etsin. Çok üzdüm onu. Şimdi kapatmak zorundayım. Sizden son bir isteğim var. Şehit düşersem, ağlamayın…”

Ev bir anda buz gibi olmuştu. Ne operasyonu, bu da nereden çıkmıştı? Televizyonlarda o ana kadar bir şey söylenmemişti? Bunları konuşurken, televizyonda haberler başladı.

 “Türk Silahlı Kuvvetleri, Irak’ın kuzeyinde teröristleri temizlemek ve Kürd peşmergelere karşı Türkmenleri korumak için operasyon başlattı. Operasyonun ilk gününde yüz civârında terörist ve peşmerge ölürken, on iki Mehmetçik şehîd düştü. Bu Mehmetçiklerin isimleri …”

O an Hasan’ın annesi, dünyayı, evreni, yaratılmış ve yaratılacak olan her şeyi sarsan, büyük bir çığlık attı. Bu çığlık, diğer şehitlerin analarının çığlıklarıyla birleşmiş ve Tanrı Dağları’na, oradan aşağıları izleyen Börü Han’a kadar ulaşmıştı. 

*  *  *

Börü Han, kayadan inip Kür Şad’ın yanına geldiğinde dumanların arasında on iki kişinin görüntüsü belirdi. Ataların bakışları bir anda, onların geldiği tarafa yönelirken, gelenlerin kimler olduğu belli olmaya başladı. Hasan, Yılmaz, Oğuz, Mustafa, Murat, Ozan, Altay, Hakan, Âdil, Serkan, Arif, Mutlu… Börü Han, onları gördüğünde, Türk milletindeki umudun, her zaman yaşayacağına hükmederek, gülümsedi.

Şehîdler, dumanların arasından çıktıklarında doğruca Börü Han’a doğru yürüdüler ve O’na seslenerek;

“Çağırdın, geldik.” 

“Hoş geldiniz; sefâ geldiniz.”
            
17 Ağustos 2006 

Kutlu Altay KOCAOVA