Figânî
dalgın dalgın yürüyordu. Elbette önceki gece içtiği alkolün bunda etkisi
büyüktü ama dalgının tek sebebi bu değildi. Başka bir şey vardı, kafasının
içinde dolaşan, onu huzursuz eden…
Tahtakale’deki
evinden çıktıktan sonra At Meydanı’na (Sultânahmet) doğru yürümeye doğru devâm
etti. Orada bir arkadaşı vardı. Onunla biraz muhabbet eder, kafamı dağıtırım
diye düşünüyordu. Ama maâlesef, arkadaşı dükkânda değildi. Bir işi olduğunu ve güç içinde gelmeyeceğini
öğrenmişti.
Akşama
Kara Bâlizâde’nin Kabataş’taki bahçesine gidecekti, zâten. Biraz dolaşır, sonra
da bahçeye giderim, diyordu. Hem böylece kafasının içindekilerden de
kurtulabileceğini düşünyordu. Hoş, kafasının içindekilerin neler olduğundan
kendisinin bile haberdâr olduğu şüpheli ya, neyse…
Yürüye
yürüye Çıfıtkapı’ya (Bahçekapı) gelmişti. Kayıkçıların arasında Murad’ı hemen
görmüştü. Murad da onu görmüş ve daha bir şey demeden kayığının iplerini
çözmüştü. Şâirler ve âlimler, Galata’ya, Üsküdar’a geçecekleri zaman ya da
biraz Boğaz’da gezelim dediklerinde hep Murad’ı tercih ederlerdi. Bunun çeşitli
sebebleri vardı. Biri gücünden kaynaklanan hızı, diğeri ise sessizliğiydi. Belki
de asıl sebeb buydu. Hiç konuşmaz, söylenenleri dinler, dinler ama tek kelîme
konuşmazdı. Bâzen kayığına binenleri sıksa da, neredeyse hepsinin kendince
sırları olduğundan onun yanında güvenli ve rahat olurlardı. Bir de ne zaman
kayığa ihtiyaçları olsa, onu hazır ve nâzır bulurlardı.
Figânî’nin
“Kara Bâlizâde” demesinden sonra Murad kayığı, Kabataş tarafına doğru sürmeye
başlamıştı. Zâten tek tük Üsküdar’a geçmesinin dışında ya Galata’ya, ya Kabataş’a
giderdi. Bir süre sonra Figânî, kafasının içindekileri anlatmaya karar verdi. Doğru
ya, Murad’dan daha iyi bir dinleyici bulabilir miydi? “Dün gece” diye
başlamıştı. Ama bu, Murad’ın fazlasıyla alışık olduğu bir giriş olduğu için pek
ciddiye aldığı söylenemezdi. Ama cümlenin devâmında gelen “tûhaf bir rüyâ
gördüm” kısmı, ilgisini çekmiş ve “anlat” demişti. Bu, Murad’ın ağzından çıkan
ilk sözdü ve hâliyle Figânî’nin de ilgisini çekmiş, onu şaşırtmıştı. Bu arada
Murad da, kürekleri bırakmış, anlatmasını bekliyordu.
“Bir gece gördüm ki, iskelede
minâre yapılmış, devlet sâhiblerinin himmeti gibi yüksek ve âşığın âhının
dumanına benzer. Teklîf ettiler, çıktım. O minârede ezân okudum ama içime bir
korku geldi ki, cânımdan vazgeçtim.”[1]
Figânî’nin
bitirmesiyle berâber Murad, büyük bir hızla ve öfkeyle Galata’ya doğru sürmeye
başlamıştı. Oysa Kabataş tarafına gidecekti. Figânî ise denizin ortasında bu
durumdan korkmuş, “Ne yapıyorsun, ne oluyor?” demekten başka bir şey
yapamıyordu. Öylesine hızlı gelmişlerdi ki, sanki birkaç kürek çekişi ile
Galata’ya varmışlardı. Figânî ise söylene söylene ayağa kalkarken, Murad’ın “bekle”
demesiyle, yerine oturmuştu.
“Senin
rüyân hayır değildir. Okuduğun ezân, kendi ezânına delâlettir.”
“İyi
de, cenâze namazı için ezân değil, selâ okunur.”
“Cenâze
namazı da, vakit namazından hemen sonra kılınır. Onun için de ezân okunur.”
Figânî
duraksamıştı. Bir şey diyemiyordu.
“Yüksek
yer, senin ölümüne karar veren yere işâret eder. “Dû İbrâhim”[2] mevzûsundan
dolayı herkes, seni suçladığı için bu yüksek yerden kasıt, Sadr-ı Âzâm Makbûl
İbrâhim Paşa hazretleri olabilir.”
Figânî’nin
aklına bu beyit geldi. Oysa Firdevsî’nin Gazneli Sultân Mahmûd İbrâhim’i yermek
için söylediği beyti, kendisi de İbrâhim Paşa’nın sarayının bahçesine
koydurduğu heykeller için söylemişti. Beyti hatırlayınca daha da huzursuz
olmuştu. Sâdece bir defâ, o da içkiliyken, Galata’daki Efe Meyhânesi’nde
söylemişti. Şu insanların ağzında da bakla ıslanmıyor. Bir başkasının şi’rini
bir defâ sarhoşken söyledik diye nasıl bütün şehre yayılabilir ki, diyordu,
içinden.
Figânî,
biraz kendisine gelince, “Benim Kara Bâlizâde’ye gitmem gerek” diyebilmişti.
“Bırak
onu. Zâde kısmından kişiye fayda gelmez. Fayda gelecek kişi, babasının adıyla,
zâdelikle değil, kendi nâmıyla anılır. Sen yine Efe Meyhânesi’nin yolunu tut. Hristo’yu
bul, eline biraz akçe ver. Sana yardım edecektir. İstanbul’dan kaçman lâzım.”
Figânî,
bir hamlede kıyıya çıkmıştı. Önceki düşünceli hâlinin yerini cân kaygısı
almıştı. Yürümeye başlayınca, Murad da, onu kayığından izlemeye başlamıştı. Efe
Meyhânesi’nin olduğu yokuşa girmemiş, rıhtımı tâkib eden yolu izlemişti. Belli ki,
kendi kafasının dikine gidecekti. Kara Bâlizâde’nin bahçesine gidiyordu. Murad da,
bunu görünce “Zavallı… Ölecek, farkında değil” demiş ve Çıfıtkapı’daki
kayıkların yanına uğramadan, Ahırkapı’daki küçük barakasına doğru kayığını
sürmeye başlamıştı.
Bu
arada Figânî de, Kara Bâlizâde’nin bahçesine gelmişti. Bahçedeki hizmetçilerden
biri kendisini bahçeye almış ve o da deniz kıyısındaki oturaklardan birine
oturmuştu. Sessizce denizi izleyip, Murad’ın dediklerini düşünürken, Kara
Bâlizâde’nin kendisini görüp, yanına geldiğini fark etmemişti bile. “Anlat
bakalım, bizim konağımızda hüzün olmaz. Zevk olur, neşe olur, eğlence olur,
bahar olur, deniz olur, dert olmaz” demişti.
Figânî,
rüyâsını bu kez de ona anlatmıştı. Ama Murad’ın yaptığı yorumu da eklemişti. Murad’ın
ilk defâ konuştuğunu duymak şaşırtmıştı. Kahkâha atarak, “Sen şu kayıkçıya bak
hele. Kayıkçılıktan rüyâ ilmine de terfi etmiş. Acabâ hangi kitâbdan okuyarak
edinmiş bu ilmi? Gerçi o kadar âlim, şâir dinliyor. Dinleye dinleye ilim sâhibi
olmuş, demek ki… Boş yere sessiz kalmıyormuş. Neyse, boş ver, o kayıkçının herzelerini”
demişti.
Figânî
de, boş vermek isterdi ama bu nasıl olacaktı ki? Bunun için başka birinin daha
yorumlamasını istiyordu. “Peki, efendim, siz nasıl yorumlarsınız” diye
sormuştu.
“Elbette…
Bu rüyâ, hayırdır. Başka türlü olması da mümkün değildir. İnşallah, bugün senin
için İskender Çelebi Efendi’ye varayım. Sana ya gümrük, ya pencik kâtipliği
görevi alayım. Akşama komayayım, ta’yin belgeni bizzât ben, kendim alayım. İskelede
deryâya nâzır gümrükte yiyip, içerken, giriş vergisi tahsil edip, sohbetlerle
zevk ve neşeden yükselen sesin etrâfa yayılsın, rüyânın tâbiri de böyle olsun.”[3]
Figânî’ye
bu yetmiş. Neşesi yerine gelmişti. Şaraplar, esrârlar içilmiş, afyonlu şaraplar
elden ele dolaşmış; kızlar, oğlanlar oynatılmış; eğlencenin sınırsızlığı sabaha
kadar devâm etmişti.
Öğleden
sonra da hep berâber İstanbul’a doğru yola çıkılmıştı. Sarayburnu’nda karaya
çıktıktan sonra Kara Bâlizâde, Defterdâr İskender Çelebi’nin konağına doğru yol
alırken, Figânî’ye de evine gitmesini, kendisine haber göndereceğini
söylemişti. Aslında İskender Çelebi de, Figânî’yi tanır ve severdi. Ama yine de
Kara Bâlizâde kadar etkili olamazdı. Bu arada bir süre önce Sadr-ı Âzâm Makbûl
İbrâhim Paşa, defterdârlıkta atama yapılacağı zaman İskender Çelebi’den sonra
kendisine getirilmesini ve kendi mührünün vurulmasını şart koşmuştu. Kara
Bâlizâde, bu duruma şaşırmıştı. Aklına İskender Çelebi ile Paşa arasındaki
çekişme haklı olarak gelse de, Figânî’nin “Dû İbrâhim” beyti gelmiyordu. İşin
bir süre uzayacağını anlayınca, konağına dönmeye karar vermişti. Figânî’ye de “Bekle,
halledeceğiz” demişti.
Rüyânın
üzerinden üç gün geçmişti ki, sabah saâtlerinde Figânî, kapısının sertçe
çalındığını duydu. O, Kara Bâlizâde’nin geldiğini düşünürken, karşısında duran
üç yeniçeriyi görünce, olduğu yerde donakaldı. Kendisine geldiğinde
yeniçerilerin yumrukları ardı ardına yüzüne iniyor, tükürüklerin, küfürlerin
arkası kesilmiyordu. Ama yine de aklına asılabileceği gelmiyordu. Bu şekilde
Eminönü Balık Pazarı’na kadar getirilmişti. Hazırlanan idâm sehpâsını, cellâdı
ve ipi gördüğünde aklı başına gelmiş ama iş, işten geçmişti. İp, boynuna
geçirilirken, aklında sâdece Murad’ın söyledikleri vardı.
“Zâde kısmından kişiye fayda
gelmez. Fayda gelecek kişi, babasının adıyla, zâdelikle değil, kendi nâmıyla
anılır.”
25
Mayıs 2017
Kutlu
Altay KOCAOVA
[1] Niyazioğlu,
Aslı, “Rüyaların Söyledikleri”, Âşık Çelebi ve Şairler Tezkiresi Üzerine
Yazılar, s.80, Koç Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Mayıs 2011
[2] Dû
İbrâhîm âmed be-deyr-i cihân / Yekî büt-şiken şod yekî büt-nişân
(İki İbrâhîm geldi, dünyâ sahnesine / Biri put
yıkarken, biri put dikti)
[3] a.g.e.,
s.80