27 Mayıs 2017 Cumartesi

FİGÂNÎ’NİN RÜYÂSI



Figânî dalgın dalgın yürüyordu. Elbette önceki gece içtiği alkolün bunda etkisi büyüktü ama dalgının tek sebebi bu değildi. Başka bir şey vardı, kafasının içinde dolaşan, onu huzursuz eden…

Tahtakale’deki evinden çıktıktan sonra At Meydanı’na (Sultânahmet) doğru yürümeye doğru devâm etti. Orada bir arkadaşı vardı. Onunla biraz muhabbet eder, kafamı dağıtırım diye düşünüyordu. Ama maâlesef, arkadaşı dükkânda değildi.  Bir işi olduğunu ve güç içinde gelmeyeceğini öğrenmişti.

Akşama Kara Bâlizâde’nin Kabataş’taki bahçesine gidecekti, zâten. Biraz dolaşır, sonra da bahçeye giderim, diyordu. Hem böylece kafasının içindekilerden de kurtulabileceğini düşünyordu. Hoş, kafasının içindekilerin neler olduğundan kendisinin bile haberdâr olduğu şüpheli ya, neyse…

Yürüye yürüye Çıfıtkapı’ya (Bahçekapı) gelmişti. Kayıkçıların arasında Murad’ı hemen görmüştü. Murad da onu görmüş ve daha bir şey demeden kayığının iplerini çözmüştü. Şâirler ve âlimler, Galata’ya, Üsküdar’a geçecekleri zaman ya da biraz Boğaz’da gezelim dediklerinde hep Murad’ı tercih ederlerdi. Bunun çeşitli sebebleri vardı. Biri gücünden kaynaklanan hızı, diğeri ise sessizliğiydi. Belki de asıl sebeb buydu. Hiç konuşmaz, söylenenleri dinler, dinler ama tek kelîme konuşmazdı. Bâzen kayığına binenleri sıksa da, neredeyse hepsinin kendince sırları olduğundan onun yanında güvenli ve rahat olurlardı. Bir de ne zaman kayığa ihtiyaçları olsa, onu hazır ve nâzır bulurlardı.

Figânî’nin “Kara Bâlizâde” demesinden sonra Murad kayığı, Kabataş tarafına doğru sürmeye başlamıştı. Zâten tek tük Üsküdar’a geçmesinin dışında ya Galata’ya, ya Kabataş’a giderdi. Bir süre sonra Figânî, kafasının içindekileri anlatmaya karar verdi. Doğru ya, Murad’dan daha iyi bir dinleyici bulabilir miydi? “Dün gece” diye başlamıştı. Ama bu, Murad’ın fazlasıyla alışık olduğu bir giriş olduğu için pek ciddiye aldığı söylenemezdi. Ama cümlenin devâmında gelen “tûhaf bir rüyâ gördüm” kısmı, ilgisini çekmiş ve “anlat” demişti. Bu, Murad’ın ağzından çıkan ilk sözdü ve hâliyle Figânî’nin de ilgisini çekmiş, onu şaşırtmıştı. Bu arada Murad da, kürekleri bırakmış, anlatmasını bekliyordu.

“Bir gece gördüm ki, iskelede minâre yapılmış, devlet sâhiblerinin himmeti gibi yüksek ve âşığın âhının dumanına benzer. Teklîf ettiler, çıktım. O minârede ezân okudum ama içime bir korku geldi ki, cânımdan vazgeçtim.”[1]

Figânî’nin bitirmesiyle berâber Murad, büyük bir hızla ve öfkeyle Galata’ya doğru sürmeye başlamıştı. Oysa Kabataş tarafına gidecekti. Figânî ise denizin ortasında bu durumdan korkmuş, “Ne yapıyorsun, ne oluyor?” demekten başka bir şey yapamıyordu. Öylesine hızlı gelmişlerdi ki, sanki birkaç kürek çekişi ile Galata’ya varmışlardı. Figânî ise söylene söylene ayağa kalkarken, Murad’ın “bekle” demesiyle, yerine oturmuştu.

“Senin rüyân hayır değildir. Okuduğun ezân, kendi ezânına delâlettir.”
“İyi de, cenâze namazı için ezân değil, selâ okunur.”
“Cenâze namazı da, vakit namazından hemen sonra kılınır. Onun için de ezân okunur.”

Figânî duraksamıştı. Bir şey diyemiyordu.

“Yüksek yer, senin ölümüne karar veren yere işâret eder. “Dû İbrâhim”[2] mevzûsundan dolayı herkes, seni suçladığı için bu yüksek yerden kasıt, Sadr-ı Âzâm Makbûl İbrâhim Paşa hazretleri olabilir.”

Figânî’nin aklına bu beyit geldi. Oysa Firdevsî’nin Gazneli Sultân Mahmûd İbrâhim’i yermek için söylediği beyti, kendisi de İbrâhim Paşa’nın sarayının bahçesine koydurduğu heykeller için söylemişti. Beyti hatırlayınca daha da huzursuz olmuştu. Sâdece bir defâ, o da içkiliyken, Galata’daki Efe Meyhânesi’nde söylemişti. Şu insanların ağzında da bakla ıslanmıyor. Bir başkasının şi’rini bir defâ sarhoşken söyledik diye nasıl bütün şehre yayılabilir ki, diyordu, içinden.

Figânî, biraz kendisine gelince, “Benim Kara Bâlizâde’ye gitmem gerek” diyebilmişti.

“Bırak onu. Zâde kısmından kişiye fayda gelmez. Fayda gelecek kişi, babasının adıyla, zâdelikle değil, kendi nâmıyla anılır. Sen yine Efe Meyhânesi’nin yolunu tut. Hristo’yu bul, eline biraz akçe ver. Sana yardım edecektir. İstanbul’dan kaçman lâzım.”

Figânî, bir hamlede kıyıya çıkmıştı. Önceki düşünceli hâlinin yerini cân kaygısı almıştı. Yürümeye başlayınca, Murad da, onu kayığından izlemeye başlamıştı. Efe Meyhânesi’nin olduğu yokuşa girmemiş, rıhtımı tâkib eden yolu izlemişti. Belli ki, kendi kafasının dikine gidecekti. Kara Bâlizâde’nin bahçesine gidiyordu. Murad da, bunu görünce “Zavallı… Ölecek, farkında değil” demiş ve Çıfıtkapı’daki kayıkların yanına uğramadan, Ahırkapı’daki küçük barakasına doğru kayığını sürmeye başlamıştı.

Bu arada Figânî de, Kara Bâlizâde’nin bahçesine gelmişti. Bahçedeki hizmetçilerden biri kendisini bahçeye almış ve o da deniz kıyısındaki oturaklardan birine oturmuştu. Sessizce denizi izleyip, Murad’ın dediklerini düşünürken, Kara Bâlizâde’nin kendisini görüp, yanına geldiğini fark etmemişti bile. “Anlat bakalım, bizim konağımızda hüzün olmaz. Zevk olur, neşe olur, eğlence olur, bahar olur, deniz olur, dert olmaz” demişti.

Figânî, rüyâsını bu kez de ona anlatmıştı. Ama Murad’ın yaptığı yorumu da eklemişti. Murad’ın ilk defâ konuştuğunu duymak şaşırtmıştı. Kahkâha atarak, “Sen şu kayıkçıya bak hele. Kayıkçılıktan rüyâ ilmine de terfi etmiş. Acabâ hangi kitâbdan okuyarak edinmiş bu ilmi? Gerçi o kadar âlim, şâir dinliyor. Dinleye dinleye ilim sâhibi olmuş, demek ki… Boş yere sessiz kalmıyormuş. Neyse, boş ver, o kayıkçının herzelerini” demişti.

Figânî de, boş vermek isterdi ama bu nasıl olacaktı ki? Bunun için başka birinin daha yorumlamasını istiyordu. “Peki, efendim, siz nasıl yorumlarsınız” diye sormuştu.

“Elbette… Bu rüyâ, hayırdır. Başka türlü olması da mümkün değildir. İnşallah, bugün senin için İskender Çelebi Efendi’ye varayım. Sana ya gümrük, ya pencik kâtipliği görevi alayım. Akşama komayayım, ta’yin belgeni bizzât ben, kendim alayım. İskelede deryâya nâzır gümrükte yiyip, içerken, giriş vergisi tahsil edip, sohbetlerle zevk ve neşeden yükselen sesin etrâfa yayılsın, rüyânın tâbiri de böyle olsun.”[3]

Figânî’ye bu yetmiş. Neşesi yerine gelmişti. Şaraplar, esrârlar içilmiş, afyonlu şaraplar elden ele dolaşmış; kızlar, oğlanlar oynatılmış; eğlencenin sınırsızlığı sabaha kadar devâm etmişti.

Öğleden sonra da hep berâber İstanbul’a doğru yola çıkılmıştı. Sarayburnu’nda karaya çıktıktan sonra Kara Bâlizâde, Defterdâr İskender Çelebi’nin konağına doğru yol alırken, Figânî’ye de evine gitmesini, kendisine haber göndereceğini söylemişti. Aslında İskender Çelebi de, Figânî’yi tanır ve severdi. Ama yine de Kara Bâlizâde kadar etkili olamazdı. Bu arada bir süre önce Sadr-ı Âzâm Makbûl İbrâhim Paşa, defterdârlıkta atama yapılacağı zaman İskender Çelebi’den sonra kendisine getirilmesini ve kendi mührünün vurulmasını şart koşmuştu. Kara Bâlizâde, bu duruma şaşırmıştı. Aklına İskender Çelebi ile Paşa arasındaki çekişme haklı olarak gelse de, Figânî’nin “Dû İbrâhim” beyti gelmiyordu. İşin bir süre uzayacağını anlayınca, konağına dönmeye karar vermişti. Figânî’ye de “Bekle, halledeceğiz” demişti.

Rüyânın üzerinden üç gün geçmişti ki, sabah saâtlerinde Figânî, kapısının sertçe çalındığını duydu. O, Kara Bâlizâde’nin geldiğini düşünürken, karşısında duran üç yeniçeriyi görünce, olduğu yerde donakaldı. Kendisine geldiğinde yeniçerilerin yumrukları ardı ardına yüzüne iniyor, tükürüklerin, küfürlerin arkası kesilmiyordu. Ama yine de aklına asılabileceği gelmiyordu. Bu şekilde Eminönü Balık Pazarı’na kadar getirilmişti. Hazırlanan idâm sehpâsını, cellâdı ve ipi gördüğünde aklı başına gelmiş ama iş, işten geçmişti. İp, boynuna geçirilirken, aklında sâdece Murad’ın söyledikleri vardı.

“Zâde kısmından kişiye fayda gelmez. Fayda gelecek kişi, babasının adıyla, zâdelikle değil, kendi nâmıyla anılır.”

25 Mayıs 2017

Kutlu Altay KOCAOVA



[1] Niyazioğlu, Aslı, “Rüyaların Söyledikleri”, Âşık Çelebi ve Şairler Tezkiresi Üzerine Yazılar, s.80, Koç Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Mayıs 2011
[2] Dû İbrâhîm âmed be-deyr-i cihân / Yekî büt-şiken şod yekî büt-nişân
(İki İbrâhîm geldi, dünyâ sahnesine / Biri put yıkarken, biri put dikti)
[3] a.g.e., s.80

24 Mayıs 2017 Çarşamba

İSLÂM MEZHEBLERİ AÇISINDAN AKILCILIK (RASYONALİZM) - Mu’tezîle, Mâtürîdiyye, Eş’âriyye, Selefiyye –


İslâm dünyâsında aşağı yukarı yüz yıldır, biraz da Batı karşısında yaşanan kayıplardan dolayı akılcı bir İslâm yorumu konusunda tartışmalar yürütülmüştür. Elbette ben, bu tartışmalara katılmayacağım. Sâdece bilgi vermek açısından, bir yol göstermesi düşüncesiyle İslâm’ın dört îtikâdî mezhebinin “akıl ve düşünme” konusundaki fikirlerini aktaracağım.

Öncelikle bilmemiz gereken, temel husûs, İslâm mezhebleri içerisinde akılcı olarak nitelendirilebilecek tek mezhebin Mu’tezîle olduğu gerçeğidir. Selefiyye, bu noktada Mu’tezîle’nin tam karşısında yer almaktadır. Bu yüzden inceleme sırası olarak Mu’tezîle, Mâtürîdiyye, Eş’âriyye, Selefiyye olarak hareket edeceğim.

·         Mu’tezîle

Mu’tezîle, İslâm’ın bütün hükümlerinin ve doğanın akıl yoluyla anlaşılması gerektiğini savunan bir mezhebdir.

            Mu’tezîle, aklı “ilim kazanma melekesi” olarak tanımlamışlardır[1]. İnancı, ikrâr, bilgi ve amel olarak üç bölümde ele almıştır[2]. Buna göre akıl yoluyla İslâm inancını bilmek, bunu ikrâr etmek ve buna uygun yaşamak gerekir. Akla dayanmayan, aklın yardımıyla herhangi bir mes’eleyi çözemeyen, herhangi bir karşı iddiâyı akıl ile çürütemeyen ve taklide dayanan inancın geçerli olmayacağını savunmuşlardır[3]. Hattâ Mu’tezîle’nin bâzı kolları, bir insanın âhirette cezâ görmesi için suç ve cezâyı aklen bilmesi gerektiğini savunmuşlardır[4]. Önceleri Mu’tezîle mezhebinden olan İmâm Eş’ârî, “Akla, ancak iyi ile kötüyü, dost ile düşmanı ayırt etmesi vaciptir. Ayırt edilmesi gereken şeyler sayılamayacak kadar çoktur. Günahkârın kesintisiz bir şekilde azap görmesi ile itaatkârın bundan kurtulmuş olması bunlardandır”[5] diyerek, bu durumu özetlemiştir. Ayrıca herhangi bir konuda akıl ile nakil (Kur’ân âyetleri ve sünnet) arasında kalınması durumunda, nakli, yâni âyetleri akla uyarlamaya çalışmalarıyla farklılaşmışlardır.

            Bu noktada doğrudan Mu’tezîle mensûbu olarak nitelendirilemese bile akılcı İslâm filozoflarının bu mezhebden ciddî olarak etkilendiklerini söyleyebiliriz. Meselâ Türk kökenli ünlü filozof Ebû Nasr el Fârâbî, düşünme konusunda şunları söylemektedir:

            “Düşünme gücü, nazarî ve amelî olarak ikiye ayrılır. Amelî güç de sanatlar ve pratik düşünme (mureviyye) ile ilgili olmak üzere iki yönlüdür. Nazarî güç ise, insan, onunla herhangi bir insanın hiç bilemeyeceği şeyin bilgisini elde eder.” [6]

“Onun, düşünen bir varlık olarak, kendinden başka mümkün bir varlığa ve birinin ötekine yardımı, yaradılış gereği değil, düşünme ve isteme (irâde) iledir.”[7]

            Fârâbî’nin düşünme gücüyle insanın her türlü bilgiyi elde edebileceği, tamâmen Mu’tezîle’nin ortaya koyduğu bir inançtır ki, Mu’tezîle inancının temelini oluşturduğunu söylersek, sanırım yanlış olmaz.

            Bununla birlikte Mu’tezîle’ye karşı diğer İslâm mezheblerinde büyük tepkiler oluşmuştur. Adını İmâm Eş’ârî’den alan Eş’âriyye, Mu’tezîle’ye karşı tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte bu konuda en sert tavırlardan birini, İmâm Mâtürîdî göstermiştir. İmâm Mâtürîdî, Mu’tezîle’yi zındıklık ve küfürle suçlamakta ve şöyle demektedir:

            “... Bütün bu açıklamalarımız Mu'tezile ekolünün son tahlilde Zenâdıka [zındıklar K.A.] mezhebinin aynı olduğunu anlamana yöneliktir.”[8]

            "... Allah kulun gerçekleştirdiği fiile bir şey katmak istese buna muktedir olamazmış. Bütün bunlara rağmen Mu'tezile'nin bu telakkisi yaratıcının ilâh olmasına kendilerince mani teşkil etmemektedir ve insanlar O'nun ilminde belirlendiği şekilde oluşup devam edegelmektedir; aynı statü âlem hakkında da söz konusudur. Bu durum, "onların mezhebinin İslâm ehlinin anlayışına değil, eninde sonunda Dehriyye [devir içerisinde var olmuş bir tür materyalist-ateist felsefe akımı K.A.] ve Zenâdıka'nın anlayışına uyum sağladığı" şeklinde sana verdiğim haberi açıklığa kavuşturmaktadır. Başarıya ulaştıran sadece Allah'tır."[9]

            Bunun dışında birçok Mâtürîdî âlimin eserlerinde Mu’tezîle’nin eleştirisi, reddi ve hattâ tekfir edilmesi, geniş yer tutmaktadır. Ayrıca İmâm Eş’ârî’de Mu’tezîle’ye karşı bu derece sert bir tavır yer almazken, sonraki süreçte Eş’âriyye, Mu’tezîle karşıtlığının merkezi olmuştur, diyebiliriz.

·         Mâtürîdiyye

Mâtürîdiyye, adını İmâm Mâtürîdî’den almaktadır. Akla önem vermekle birlikte akla bakış noktasından akılcı (rasyonalist) olarak nitelendiremeyeceğimiz bir mezhebdir. Ünlü Mâtürîdî âlimlerden es-Sâbûnî, akılla ilgili şunları söylemektedir:

“Mu’tezile ise aklın tek başına Allah’a imanı ve nimetlerine şükrü gerektirici olduğuna, dinî hükümleri kendi başına ispata kâfi geldiğine hükmetmiştir. Ehl-i sünnet’e göre ise akıl bir vasıtadır; sayesinde nesne ve olayların güzelliği ile çirkinliği, imanın gerekliliği ve nimetleri lütfeden yaratana şükretmenin lüzumu anlaşılabildiği bir vasıtadır, ancak gerçekte bu hususları anlatan ve gerekli kılan Allah Teâlâ’dır, fakat insandaki akıl vasıtasıyla.”[10]

            Burada es-Sabûnî, Ehl-i Sünnet olarak sâdece Mâtürîdiyye’yi esâs alıyor. Bunu da Eş’âriyye ve diğerlerini ayrı ayrı saymasından anlayabiliyoruz.

İmâm Mâtürîdî’ye göre aklî yetenekleri oluşan her çocuk, Allah’a inanmakla yükümlüdür. Bilgilerin ve dînî gerekliliklerin gerçekte dayandığı zemin akıldır[11]. Buna göre Allah, peygâmber göndermese bile insanların, akıldan dolayı Allah’ın varlığını ve birliğini bilmesi gerekirdi[12]. Dolayısıyla vahyin ulaşmadığı toplumların da îmân ile yükümlü olduğunu söylemektedir. İmâm Mâtürîdî, düşünmemeyi telkîn eden her türlü hissin şeytânî vesveseden başka bir şey olmadığını söylemektedir[13]. Ayrıca sık sık akla ve düşünmeye atıflar bulunmaktadır. Ancak burada iki noktanın üzerinde durmak gerekir.

            Mu’tezîle, inanç için akıl şartını sunmakla birlikte akıl sâhibi olmayanların inançsız olarak cezâlandırılacağını söylerken Mâtürîdiyye, bunu kabûl etmez. Mâtürîdiyye, bu noktada nakli, yâni nass’ı esâs alır[14]. Ayrıca naklin akla üstünlüğünü de İmâm Mâtürîdî, şu şekilde ifâde etmektedir:

            “Nakil ve haber, hiçbir topluluğun güvenle uygulamaktan ve başkalarına da tavsiye etmekten müstağni kalamayacakları yöntemlerden biridir. Öyle ki nesnelerin mevcudiyetini ve gerçekliğini benimseyen(ler) bir yana, bütün gruplarıyla sofistler bile diğerleriyle aynı kanaatı paylaşmaktadır. Nitekim dünyadaki hükümdarların yönetimi bu metod üzerine cereyan etmiş, onların her biri düzenlemek istediği işleri bunun üzerine bina etmiş ve halklarının gönüllerini bunun sayesinde birleştirmiştir. Risâlet ve hikmet iddiasında bulunanlarla çeşitli sanatları yönetip sürdürmeyi üstlenenlerin durumu da aynıdır.”[15]

·         Eş’âriyye

Eş’âriyye, adını İmâm Eş’ârî’den almaktadır. İmâm Eş’ârî, hayâtının önemli kısmını yetiştiği ortamın etkisiyle Mu’tezîle mensûbu olarak geçirmiştir. Bu yüzden de üzerinde güçlü bir Mu’tezîle etkisi bulunmaktadır. Ancak akıl ve inanç noktasında ciddî bir farklılaşma görülmektedir.

Eş’ârîyye, Allah’ın varlığı ve birliği, akılla bilinebileceğini ama buna dâir inancın ancak nass (vahiy) ile mümkün olacağını savunmaktadır[16]. Ayrıca akıl yoluyla bâzı şeylerin iyi ya da kötü olup olmadığı bilinebilir ama inancın, cezâ ve ödülün gerekliliği akılla değil, vahiyle bilinebilir[17]. Vahyin ulaşmadığı toplumlar için îman gerekli değildir. Bununla birlikte Eş’âriyye, düşünmeye büyük önem verir. Bu konuda İmâm Eş’ârî ile Mu’tezîle mensûbu hocası Cübbânî arasında geçtiği söylenen diyaloğun sonundaki şu bölüme sık sık atıfta bulunurlar:

“Bir müslüman çocuk, bir buluğa ermiş müslüman ve bir de buluğa ermiş kâfir düşünelim. Bunların hepsinin bu hal üzerine öldüklerini farzedelim. Ahirette buluğa ermiş müslim kimsenin durumu elbette müslim çocuğunkinden daha üstündür. Böyle bir çocuk Allah'a serzenişte bulunarak "beni niçin çabuk öldürdün. Eğer yaşasaydım sana daha çok ibadet eder derecemi yükseltirdim" diyebilir. O zaman buna şöyle bir cevap verilebilir: "Eğer sen daha fazla yaşasaydın, günah işlerdin. Senin hakkında erken ölmek en hayırlı idi". Bunun üzerine buluğa ermiş kâfir söze karışabilir ve "ey Allah'ım beni Cehenneme attın, eğer beni de müslim çocuk gibi erken öldürseydin, günah işlemek fırsatını bulamazdım ve şimdi de Cehennemde yanmaktan kurtulurdum" diyebilir".

Şüphesiz ki Allah üzerine en iyiyi yapmak vaciptir diyen Mutezile bu durum karşısında susmaktan başka bir şey yapamaz.”[18]

Bu tartışmanın sonunda belirtilen kısım, tartışmanın sebebini göstermektedir. Bununla birlikte bizim için önemli olan Eş’âriyye’nin akıl yürütmeyi kabûl ettiğini de göstermektedir. Ancak Eş’âriyye’nin nakil (nass) merkezli bir anlayışa sâhib olduğu da görülmektedir.

·         Selefiyye

Selefiyye, akıl konusunda Mu’tezîle’nin tam karşıtı konumdadır ve İslâmî hükümlerde aklı kesin olarak reddeder. İlk olarak İbn Hanbel, ardından da İbn Teymiyye tarafından geliştirilen bu mezheb, nass’ı, yâni Kur’ân ve sünnete dâir esâsları, hiçbir yorum ve akıl yürütmeye izin vermeden kabûl etmeyi savunur.

Selefiyye’ye göre nakil olmadan aklın hiçbir önemi yoktur. Akıl ancak nass’ın izin verdiği ölçüde çalışabilir. Onlara göre akıl yürütmek, inancı zanna uydurmak ve arzuya teslîm olmaktır. Akıl ancak nass’ın bildirdiği sonucu kabûl etmekle yükümlüdür[19]. Geçmişte akılla hiçbir şeyin bilinemeyeceğini savunan[20] ve bu noktada Selefiyye ile aynı çizgide yer alan ve hattâ onu etkileyen bâzı İslâm mezhebleri de bulunmaktadır.

Selefiyye, akla yönelik bu bakıştan her türlü yeniliğin reddine yönelmiş ve ortaya konan her yeni şeyin bid’at olduğunu söyleyip, reddetmişlerdir[21]. Müslümânların Hz. Muhammed dönemindeki gibi yaşamaları gerektiğini savunmuşlardır.

Selefîyye’yi düzenleyen en önemli isim olan İbn Teymiyye’ye göre akıl, Allah’ı bilmek için yeterli değildir[22]. Aynı şekilde kurtuluşun ve hattâ “faydalı ilmin” yolu da akıldan geçmez[23]. Bunlar sâdece nass’a harfi harfine bağlı olmakla sağlanabilir.

Bununla birlikte nakil ile akıl arasındaki çelişki durumundaki tavırları oldukça ilginçtir. Mu’tezîle dışındaki mezhebler, bu durumda nakli tercih ederken, aklı İslâm hükümleri noktasında reddeden Selefîyye, bu noktada “ya nakil yanlıştır ya da akıl yetersizdir”[24] gibi bir çıkarıma yönelmektedir ki, bir noktada oldukça akılcı duran bu anlayış, ilginç bir durum arz etmektedir.

KUTLU ALTAY KOCAOVA

25 Mayıs 2017





[1] Işık, Kemal, Mutezile’nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, s.79, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, 1967
[2] Işık, Kemal, Mutezile’nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, s.71, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, 1967
[3] es-Sâbûnî, Nûreddin, Mâtürîdiyye Akaidi, s.172, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 12. Baskı, Mart 2014
[4] a.g.e. 71
[5] el-Eş’arî, Ebû’l-Hasen, İlk Dönem İslam Mezhepleri, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn ve İhtilafu’l-Musallîn, s.226, Kabalcı Yayınları, 1. Baskı, 2005
[6] El-Fârâbî, Ebû Nasr, Es-Siyâset ul-Medeniyye veya Mebâdi’ ul-Mevcûdât, s.2, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1980
[7] a.g.e., s.33
[8] el-Mâturîdî, Ebû Mansûr, Kitâbü'-Tevhîd - Açıklamalı Tercüme [tercüme: Topaloğlu, Bekir], s.157, İSAM Yayınları
[9] a.g.e., s.157
[10] es-Sâbûnî, Nûreddin, Mâtürîdiyye Akaidi, s.167, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 12. Baskı, Mart 2014
[11] a.g.e., s.168
[12] Kalaycı, Mehmet, “Şeyhülislam Mehmed Esad Efendi ve Eşarîlik - Mâturîdîlik İhtilafına İlişkin Risalesi”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.11, s.21, ss.126, Çorum, 2012
[13] el-Mâturîdî, Ebû Mansûr, Kitâbü'-Tevhîd - Açıklamalı Tercüme [tercüme: Topaloğlu, Bekir], s.218, İSAM Yayınları
[14] es-Sâbûnî, Nûreddin, Mâtürîdiyye Akaidi, s.169, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 12. Baskı, Mart 2014
[15] el-Mâturîdî, Ebû Mansûr, Kitâbü'-Tevhîd - Açıklamalı Tercüme [tercüme: Topaloğlu, Bekir], s.40, İSAM Yayınları
[16] Çubukçu, İbrahim Agâh, İslâm Düşüncesi Hakkında Araştırmalar, s.42, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1972
[17] es-Sâbûnî, Nûreddin, Mâtürîdiyye Akaidi, s.167, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 12. Baskı, Mart 2014
[18] Çubukçu, İbrahim Agâh, İslâm Düşüncesi Hakkında Araştırmalar, s.163, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1972
[19] Kazanç, Fethi Kerim, “Selefiyye’nin Nass Ve Metot Ekseninde Din Anlayışı ve Sonuçları”, Kelam Araştırmaları Dergisi, c.8, s.1, ss.102, Karabük, 2010
[20] es-Sâbûnî, Nûreddin, Mâtürîdiyye Akaidi, s.167, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 12. Baskı, Mart 2014
[21] Kazanç, Fethi Kerim, “Selefiyye’nin Nass Ve Metot Ekseninde Din Anlayışı ve Sonuçları”, Kelam Araştırmaları Dergisi, c.8, s.1, ss.104, Karabük, 2010
[22] İbn-i Teymiyye, El-Akîdetü'l-Vasıtıyye ve Şerhi, s.83, Guraba Yayınları
[23] Kazanç, Fethi Kerim, “Selefiyye’nin Nass Ve Metot Ekseninde Din Anlayışı ve Sonuçları”, Kelam Araştırmaları Dergisi, c.8, s.1, ss.106, Karabük, 2010
[24] a.g.e., s.108

16 Mayıs 2017 Salı

KIZILCAHAMAM KIZILA BOYANDI BEYİM


- 11 Mayıs 1920’yi 12 Mayıs 1920’ye bağlayan gece, kalleşçe şehîd edilen İzmir kahramânı Kaymakam (Yarbay) Ârif Bey’in azîz hâtırâsına -

            Kızılcahamam, şu mayıs gecesinde daha bir kızıla boyanmıştır. Gece karanlığı ölüme keserken, kızıl kan toprağı suluyordu. İşte, Ârif Bey’in cesedi öylece duruyordu. Kızıl kana doyan, kızıl gecenin altında, Kızılcahamam’da…

            Neler sığmıştı, şu ömre? Yemen’in çölleri sığmıştı. Çölün kum tânesinden kat be kat fazla ihânetin ortasından çekip gelmişti ya, yılmamıştı. Trablusgarb’a uzanmıştı, sonrasında da Balkanlarda dövüşmüştü. Koskoca bir Çanakkale, Arıburnu’nun o keskin ve ölüm kokulu yarları sığmıştı. Sonra Diyarbakır’ın surları, Bitlis’in minâreleri sığmıştı ve ardından İzmir… Yunan’ı gözleriyle görmüştü. Ama düşmânı görür gibi değil, ölümü görür gibi görmüştü, Yunan’ı. Düşmân denileni Çanakkale’de İngiliz olarak, Bitlis’te de Rus olarak görmüştü ya, onların yanında Yunan düşmân mı sayılır? İşte, düşmân bile sayılamayacak olan Yunan, şimdi İzmir’deydi. Gözlerinin önünde. Düşmân dediğini, namludan görmeli, pencereden değil derlerdi ya, işte olan da oydu. Ona sorsan, elbet namludan görmek ister ve o zaman belki düşmânlık makâmına yükseltirdi Yunan’ı. Ah, şu İzmir’in sokaklarında bir ölüm dirim savaşına girse ya… Başka ne isterdi?

            Derler ki, Ârif Bey, o hınçla Yunan’a kurşun yağdırmış. Ama dediğim gibi bunu adamları diyor. Gördük, diyorlar. Başkaları da başka şeyler söylüyor. Başka isimler verenler var. Elbette herkes istediğini der, der ama doğrusu Ârif Bey’in de şânına yaraşır.

            İşgâli kaldıramıyordu. Doğrusu, onun varlığını da işgâlciler kaldıramıyordu. Her yerde Ârif Bey’i arıyor, bakmadık yer bırakmıyorlardı. Öyle ki, İzmir, âdetâ ona haram kılınmıştı. Gitmeliydi, gitmeliydi ama nereye? Önce İzmir’in içini ve dışını örgütlemeli; efesini, kızanını, kabadayısı, külhânını, askerini ve cümle eli silâh tutan gözü peki örgütlemeliydi. Örgütledi de… Gerçi bu, Yunan’ı durdu mu? Elbette, hâyır ama Yunan’a ölmek isteyenlerin kim olduğunu göstermeye yetti ya, o bile yeter. Artık İzmir’de kendisine ihtiyaç yoktu. Hem varlığı ile kimseyi ateşe atmaya da gerek yoktu. Ne yapacaktı, peki? Baba yurdu ne güne duruyor? Afyon Bayat yollarına düşmeye karar verdi. Tabiî, yanında da adamları…

            Afyon yolları, elbette beyimize güzeldir. Lâkin bin bir ihânetin bin bir fazlasını görmüş biri için her zaman yeni bir ihâneti beklemek gerekir. Onu da yine Afyon yolunda görmüştü. Eskişehir üzerinden Afyon’a giderken, İstanbul’a itaât eden bir jandarma yüzbaşısı tarafından tarafından durdurulup, tutuklanmak istenmişti. Hem suç ne, günâh ne? Yunan’a itaât etmemek, direnmek mi suç? Elbette, rûhunu satanlar için suç. Peki, nerede görüşmüş, yüzbaşının yarbayı derdest etmeye kalktığı? Hem askerî disiplin nerede, vatan nerede, terbiye nerede? Elbette istememiştir, ama ne yapacak, el mecbur, hadi kendi cânından geçti, yanındakilerin cânından nasıl vazgeçsin? Var mı, buna hakkı? Yok, tabiî ki… İstemese de, jandarma ile çatışmaya girdi ve bir yoldaşını şehîd, bir yoldaşını da esîr verdi. Elbette kurtuldu ama Türk’ün Türk ile vuruşmasından kim kurtulmuş ki, o kurtulsun?

            Artık zaman, zaman değildir; hâl de, hâl değildir. Hemen Bayat’a yol almış ve civâr köylerden, yaylalardan ne kadar serdengeçti varsa, milis niyetine toplamış, silâhlandırmıştı. Hepsi de Karakeçiliydi, bunların. Elbette Ârif Bey de… Kısa sürede, o zaman ve şartlarda büyük ve güçlü denilebilecek bir müfreze kurmuştu. “Karakeçililer Müfrezesi”ydi adı.

            Afyon, İngiliz’in elindeydi. Tepede İngiliz bayrağı, vilâyette İngiliz kuklası… Ama İngiliz bile korkmuştu. Nasıl korkmasın ki? Şehrin içinde kendisi ama dışarı çıktığı ân… Elbette korkan sâdece İngiliz değildi. Civârın eşkıyâsı da, eşkıyânın yatağı köylü de korkuyordu. Nasıl korkmasınlar? Her yandan dedikodular duyuyorlardı. Ârif Bey, şöyle yapmış; Ârif Bey, böyle yapmış. Hem yüz dedikodudan biri bile doğru olsa, korkutmaya yeterdi.

            Bu arada artık Afyon’da İngiliz’in kalmaması gerekiyordu. Bir gün İngiliz bayrağını indirip, İngiliz birliğiyle küçük bir çatışmaya girince, İngilizler pabucun pahalı olduğunu anlamış ve şehri terk etmişti. Ama bu en çok şehrin vâlisine koymuştu. Hükûmetine sonuna kadar itaâtkâr olan vâli, İngiliz yanlısıydı ve onlar için yapmayacağı şey yoktu. Onun da hesabının kesilmesi gerekiyordu. Cezâ niyetine evininin basılması ve tokat, ardından da İstanbul’a yolculuk…

            Sonrasında Konya’nın Bozkır’ında ortalığın karışmaya başlandığı söylendi. Derler ki, bizzât Mustafâ Kemâl Paşa, Ârif Bey’i adamlarıyla berâber görevlendirmiş. Tabiî, nâm sâhibi kişi gelince, berâberinde korku da gelir ya, isyâncıların sayısı da korkuyla berâber katlandıkça katlanmış. Bozkır’a hâkim olmuşlar. On gün de Bozkır’ı geri aldığı gibi kaçan âsileri tepelemeyi de başarmış. Ama bence ona en çok koyan, Karaman yolu üzerindeki Kızılkuyu’da köylülerin yaptıkları olmuştur. Elbette kendisinin, bin bir ihânetin bin bir fazlasını ekleyerek görmediği ihânet kalmamıştır. Ama bunu hangi yürek kabûl edebilir ki?

            Yüzbaşı ve asteğmen ile yanlarında otuz asker olarak köye gelmişler, geceyi geçirip, gitmeye karar vermişler. Lâkin gece, askerler uyuyunca, köylü akın etmiş, subaylarla askerleri pusuya düşürmüş. Hepsini çırıl çıplak soyup, silâhlarını da alıp göndermeye karar vermişler. Hattâ subayları öldürmek istemişler de, birkaç kişinin, herhâlde korkudan, uyarısıyla vazgeçmişler. Şimdi bu köye ne yapılsın? Sonra Ârif Bey, şöyle yaptı, böyle yaptı. Şöyle gaddâr, böyle gaddâr. Garibân askere bunları yapanlar gaddâr ve zâlim değil de, Ârif Bey mi gaddâr ve zâlim?

            İsyân bastırılmıştı ve Ârif Bey, Afyon’a dönmüştü, dönmesine ama ortalık kan revân. Hem Ankara’da meclis açılacak, Mustafâ Kemâl Paşa hazretleri dünyâya istiklâli ilân edecek. Ama gel gelelim, yine isyân. Bolu’dan Düzce, Adapazarı, hattâ Kartal’a kadar her yer yanıyor. Bir yandan da Nallıhan’a girmişler, Beypazarı’na dayanmışlardı. Zâten Yunan da ilerliyor. Ne olacak? Paşa’nın emriyle bölgedeki bütün Kuvvâ-i Millîye komutanları ile askerî birlikler, isyânın üzerine gönderilmişti. Elbette Ârif Bey de. O, önce Ankara’ya uğramayı, meclîsin açılışını görmeyi ve meclîs önünde askerî düzende bir geçit yapmayı düşünmüştü. Yapmıştı da. Derler ki, Mustafâ Kemâl Paşa, bunu çok beğenmiş, tebrîk etmiş.

            Ârif Bey, Nallıhan’a yürürken, birçok âsîyi tepelemiş, yoluna devâm etmişti. Bolu’ya kadar ilerleyince, gelenin kim olduğunu gören bir kısım Bolulu, beyaz bayrak çekip, af dilemişti. Af… Ne güzel kelîme… Onca zulüm, onca ihânet ama af. Neden? Gelenden korktukları için… Neden korkuyorlar? Yaptıklarının ve yapmadıklarının dedikodusunu duydukları için… Ancak korku, ihâneti örtmez. Bir yanda da beyaz bayraklarla çevirme çalışmışlardı. Kork, af iste ama çevirmeye çalış. Elbette bir kurmay olan Kaymakam (Yarbay) Ârif Bey’in bunu görmemesi mümkün mü? Olacakları bildiği için Bolu’ya girmemeye karar verdi, geri çekildi. Ama civardan asker desteği isteyip, şehre hâkim olunmasını sağladı. Yetti mi, peki? Hâyır…

            Bir yandan Mudurnu’dan, bir yandan da Düzce’den akın akın âsi geliyordu. Nerede, nasıl duracaksın? İllâ geri çekileceksin. Hem dağ savaşında cephe mi var, siper mi var? Kızılcahamam’a kadar çekildiler. Bir yandan da diğer askerî birlikler de bozgun hâlinde Kızılcahamam’a çekilmişlerdi.

* * *

            İşte, cesed orada duruyor. Ay gibi parlak. Başından akan kızıl kan, kara geceyi kızıla boyuyor. Kim ne yaptı, neden yaptı? Mechûl mü gerçekten? Bin bir ihânetin bin bir fazlası ihâneti yaşayan Ârif Bey, hâince mi öldürüldü?

            Adamları derler ki, âsîler karşısında savaşmadan kaçan ve nice erinin şehîd düşmesine yol açan Binbaşı Rüştü suçludur. Hem bu yüzden Ârif Bey, onu asacaktı, neredeyse. Araya girenler kurtarmıştı. Başkaları da der ki, başkaları suçludur. Herkes bir şeyler söyler. Söyler, çünkü yiğitlerin düşmânı bol olur. Sevmesi gerekenler bile düşmandır, bâzen. Afyon’dan İngiliz bayrağını indirdiği için borçlu olanlardan da düşmânları vardır, istiklâl yanlısı olduğunu söyleyenlerden de ve hepsi birbirine destek olur da, yiğidi yok etmeye karar verirler.

            İşte cesed, orada duruyor. Rûhu ise yükselmeye başladı. Bir yanda ateşler içinde Bolu, bir yanda Ankara; bir yanda İstanbul’da İngiliz, bir yanda İzmir’de Yunan ve cesedi tek başına. Rûhu yükseliyor. İşte, şu Refet Paşa değil mi? O ân, Refet Paşa’nın alnına iki damla kanlı gözyaşı dökülüyor ve Refet Paşa, gâibden gelen bir ses duyuyor. Sesin sâhibi şöyle diyor:

            “Paşam, ben size ne yaptım? Ne yaptım da, ona buna benim hakkımda “Merak etmeyin, Ârif Bey, bir daha Afyon’a gelmeyecek” dediniz… Neyse, dediniz ya, canınız sağ olmasın ama vatan sağ olsun…”

            Paşa, etrafına baktığında kimseyi göremeyince şaşırmıştı. Sonra kafasının içindeki kuruntulara verip, uzaklaşmıştı. Henüz Ârif Bey’in öldüğünü bilmiyordu.

            Artık yükselecek yer kalmadı. İşte, karşıda Börü Han bekliyor. Önce muhteşem bir kurt uluması, ardından “Hoş geldin” diyen gözler… “Ne olacak” diye soruyor, Ârif Bey. “Kurtulacağız, merâk etme. Ateş de sönecek, gelen de gidecek. Gidelim, içeride seni bekliyorlar. Hem yakında Enver Paşamız da gelecek.”

            Enver Paşamız… Dünyâdayken Mustafâ Kemâl Paşamız sözünü duyduğunda mutlu olurdu; buradayken ise Enver Paşamız sözünden… Anlıyor, Ârif Bey… İki damla gözyaşı dökülüyor, gözlerinden. O sırada Berlin’deki odasında uyumaya çalışan Enver Paşa’nın gözlerine düşen damlalar, Paşa’yı uyandırıyor. Paşa, gözyaşlarının kaynağını biliyor, yerinden doğruluyor, ellerini açıp duâ ediyor ve Fâtihâ okuyor. Sonrasında da iki cümle söylüyor.

            “Hoşça kal kardeşim… Az kaldı, geleceğim.”

           Sonrasında ise bir türkü söyleniyor.

"Kızılcahamam, kızıla boyandı beyim.
            Al yeşil bayrağa sarıldı beyim
Bunca kemliğin için sürüldü beyim

Uyan beyim, uyanmaz mısın?
            Bunca hâini, vurup kırmaz mısın?"

KUTLU ALTAY KOCAOVA

16.05.2017

3 Mayıs 2017 Çarşamba

PLANLI BİR ZULÜM - 1940’larda Türk Devletlerinin Yıkılışı



            "Biz Türk'üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan mes’elesi olduğu kadar bir vicdân ve kültür me’selesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikâmette çalışacağız."

1942 – Başbakan Şükrü Saracoğlu

            Bu yazı, daha önce, 16 Mayıs 2012’de “Kırım Sürgünü” ile ilgili olarak yazdığım “3 Mayıs 1944 – 18 Mayıs 1944 - Planlı Bir Zulüm” adlı makâlenin devâmı olarak görülebilir. Bu makâlede sâdece Kırım Sürgünü ve Türkiye’deki bununla ilgili Türkçülere yapılanlar değil, genel olarak bütün Türk dünyâsında 1940’lı yıllarda yapılanlar vurgulanacaktır.

            Bu makâlede, öncelikle bu dönemde bağımsız devlet kuran ve vatanları işgâl edilen Türk devletlerini inceleyeceğim. Ardından da devletleri olmasa da yüzlerce, binlerce yıldır yaşadıkları topraklarda zulüm gören Türklerden söz edeceğim.

            Önceki yazımda olduğu gibi bu yazımda da dönemin başbakanı olan Şükrü Saracoğlu’nun bu ünlü sözüyle başlangıç yaptım. Zîrâ Saracoğlu, Türkçü olduğunu, hattâ hükûmetinde Türkçü olduğunu söylerken, Türkiye’de Türkçülere yapılanlar, Türkiye dışında da diğer Türklere yapılanlar, gerçeğin hiç de öyle olmadığını göstermektedir.

            Türkiye’de genel olarak 1991’de SSCB’nin dağılmasına kadar tek Türk devletinin Türkiye olduğu kabûl edilmektedir. Oysa bu büyük bir yanlıştır. 1920 ile 1949 târîhleri arasında Türkiye’nin dışında da çeşitli Türk devletleri bulunmaktadır. Ancak 1949’da Doğu Türkistan Cumhûriyeti’nin yıkılması ile berâber Türkiye, tek Türk devleti kalmıştır.

            Türkiye’nin İstiklâl Savaşı verdiği yıllarda, eski Rusya Çarlığı topraklarında, Sovyet ihtilâli üzerine çok sayıda Türk devleti kurulmuştur. Âzerbaycan, Buhârâ, İdil-Ural, Alaş Orda gibi Türk devletleri kurulmuş, ancak bunlar kısa ömürlü olmuşlardır. Sovyet Rusya, yeni rejimi oturttuktan sonra eski Çarlık topraklarında yer alan bu devletleri, ortadan kaldırmıştır. Ancak bu dönemde kurulan bir Türk devleti daha vardır ki, diğerlerine nazaran daha uzun süre ayakta kalmıştır.

            Pek bilinmeyen bir Türk devleti olan Tuva Halk Cumhûriyeti, bir sosyalist devlet olarak 1921 yılında kurulmuştur.[1] Yaklaşık 25 yıl ayakta kalan Tuva Halk Cumhûriyeti, 16 Ağustos 1946 târîhinde sosyalist cumhurbaşkanı Salçak Toka döneminde Stalin’in emriyle SSCB tarafından ilhâk edilmiştir. Tuva Halk Cumhûriyeti, sosyalist olsa da, aradaki binlerce kilometrelik mesafeye rağmen Türkiye’deki gelişmeleri tâkib etmiştir. Uygur alfâbesi yerine Latin alfabesine geçiş ve birçok uygulama Türkiye ile uyum sağlama amacını taşımaktaydı. Ancak ne yazık ki, Tuvalarla ilgili Türkiye’deki bilgilerin yetersizliği, aradaki mesâfe ve SSCB’nin bölge ile ilgisinden dolayı Türkiye, Tuva Halk Cumhûriyeti ile ilişki kurmak için hiçbir girişimde bulunmamıştır.

            Tuva Halk Cumhûriyeti’nin yıkılışı ile berâber eski Çarlık topraklarında kurulan son Türk devleti de târîhe karışmıştır. Ancak yine de Türklerin, devletleşme ve istiklâl istekleri devâm etmiştir.

            Bu sefer, 12 Kasım 1933 târîhinde Doğu Türkistan Türkleri, Doğu Türkistan’ın Kaşgar şehrinde toplanmış ve “Şarkî Türkistan İslâm Cumhûriyeti”ni i’lân etmişlerdir.[2] 1937 yılında Sovyet Kızılordusu, Doğu Türkistan’daki iç çekişmeleri fırsat bilmiş ve Doğu Türkistan’ı işgâl ederek, bağımsız bir Türk devletine son vermiştir.

            Şarkî Türkistan İslâm Cumhûriyeti, kurulur kurulmaz büyük devletlere ve Türkiye’ye temsilciler göndermiş ve tanınma taleb etmiştir. Ancak bütün talebleri reddedilmiştir. Üstelik Türkiye'ye gönderilen Mustafa Kenüi'ye zamanın Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, "Sovyetler Birliği ile komşu olan devletler, her şeyden önce bu devletle iyi geçinmesi gerekir" demiş ve ayrıca Sovyetler Birliği ve Çin ile iyi geçinmeyi öğütlemiştir.

            İlk kurulan Şarkî Türkistan İslâm Cumhûriyeti’nin yıkılmasından sonra 1944 yılında, bu sefer Gulca şehrinde “Doğu Türkistan Cumhûriyeti” i’lân edilmiştir.[3] Ali Han Töre’nin cumhurbaşkanlığında kurulan devlet, yine tanınmak için dünyâya temsilciler göndermiş ve yine Türkiye dâhil bütün devletlerden “red” cevâbı almıştır.

            Doğu Türkistan Cumhûriyeti, üzerine gelen Çin ordularını önce mağlûb etmeyi başarmıştır. Ancak ilk cumhuriyeti yıkan SSCB’nin tekrâr devreye girmesi üzerine Doğu Türkistan orduları, bir süre geri çekilmiştir. Sonraki süreçte Mao’nun yaptığı devrim ile “Çin Halk Cumhûriyeti”nin kurulması üzerine bu sefer, Mao’nun orduları saldırıya gelmiş ve 13 Ekim 1949 târîhinde bir Türk devleti daha târîhe karışmıştır.

            Doğu Türkistan’ın Çin’le mücâdele ettiği dönemde bir başka Türk devleti, târîh sahnesine çıkmaktaydı. Günümüzde Îrân tarafından kontrol edilen Güney Âzerbaycan topraklarında 12 Aralık 1945 târîhinde “Âzerbaycan Millî Hükûmeti” adıyla bağımsız bir Türk devleti kurulmuştu.[4] Seyyîd Câfer Pişevârî’nin cumhurbaşkanı olduğu devlet, birçok alanda çok önemli hizmetler gerçekleştirdi. İkinci Dünyâ Savaşı yıllarında SSCB’nin Güney Âzerbaycan’da kontrol ettiği bölgelerde kurulan bu Türk devleti, diğer örneklerde olduğu gibi Türkiye ile yakınlaşmak istedi. Ancak Türkiye, yine bu ilgiye karşılık vermedi.

            1946 yılında SSCB’nin bölgeden çekilmesi ve çekilirken, Âzerbaycan Millî Hükûmeti’ni silâhsızlandırması üzerine Îrân karşı atağa geçti. Türkiye’den maddî, mânevî hiçbir desteğin gelmemesi üzerine Îrân ordusu, kısa sürede Güney Âzerbaycan topraklarını işgâl etmiş ve bu Türk devleti de târîhe karışmıştır.

            1945, 1946 ve 1949 yıllarında yıkılan bu Türk devletlerinde ortak nokta, Sovyetler Birliği’dir. İstiklâl uğruna ayaklanan, savaşan ve devletlerini kuran bu Türk toplulukları, her seferinde Türkiye’den sıcak bir ilgi ve tanınma beklemiş ve her seferinde, bu bekleyişleri boşa çıkmış ve birkaç sene sonra yıkılmışlardır. Ancak Türkiye’den herhangi bir destek olmadığı gibi en küçük bir haber bile yapılmamıştır.

            Bununla berâber SSCB, kendince devlet kurma girişimlerinin önünü kesmek için çok sert uygulamalara girişmiştir. Türkler, yüzlerce, hattâ binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan sürülmüş, işkencelere, katliamlara mârûz kalmışlardır. Kırım, Kafkasya, Türkistan ve İdil bölgesinde 500 binden fazla Türk, sürgün edilmiştir. Kırım’dan sürülen yaklaşık 194 000 Türk. Bunun dışında Kasım 1943’de sürgün edilen, yaklaşık 75 000 Karaçay Türkü; Aralık 1943’de 130 000 Moğol Kalmuk; Mart 1944’de 25 000 Balkar Türkü ve Kasım 1944’de 89 000 Ahıska Türkü. Toplamda Kırım, Kafkasya, Türkistan ve İdil bölgesinden 500 binden fazla Türk, sürgün edilmiştir.

            Bununla berâber bu dönemde Türklere yapılan zulümler, sâdece SSCB merkezli olarak SSCB, Çin ve Îrân tarafından yapılmamıştır. 12 Temmûz 1946’da Kerkük’ün Gâvûrbağı kasabasında 16 Türkmen, Irak güvenlik kuvvetleri tarafından kurşuna dizilmiştir. Mîsâk-ı Millî sınırları içerisinde yer alan Kerkük’teki bu katlîamda, ne yazık ki, Türkiye tarafından sessiz kalınarak karşılanmıştır. Elbette Kerkük Türkmenlerine yönelik tek katlîam, bu değildir. Ancak 1940 yılların karanlığında, Kerkük Türklüğü de, Türklere yönelik bu zulüm harekâtından nasîbini almıştır.

         Türkiye ise kurulan Türk devletlerinin yardım isteklerine sessiz kalırken, bu Türk toplumlarının yardım isteğine de sessiz kalmıştır. Hattâ sessiz kaldığı gibi SSCB’nin yanında yer aldığını gösteren ba’zı davranışlarda bulunmuştur. Türkiye dışında yaşayan Türkler yok sayılmış ve sâdece Türkiye’de Türklerin yaşadığı iddiâsı, ba’zı ders kitâblarına sokulmuştur. 3 Mayıs 1944 târîhinde Türklere yapılan bu zulümlere karşı tepki gösterebilecek ve sesini yükseltebilecek olan tek fikir olan Türkçüler ise “Irkçılık-Turâncılık Da’vâsı” adı altında uyduruk bir mahkeme ile ezilmeye çalışılmıştır.

            Bu yaşananların hepsinin, İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığında ve kendini “Türkçü” olarak i’lân eden Şükrü Saracoğlu döneminde olması bir tesâdüf değildir. Türkiye’nin dışındaki Türkler, kendilerine yapılan bu zulme, Türkiye’nin sırtını dönmesine ve hattâ el altında destek vermesine karşı yine de vâkûr bir şekilde Türkiye’ye tepki göstermemişlerdir. Ancak Türkiye’nin Sovyet Rus zulmüne karşı Türkiye’ye sığınan Âzerbaycan Türklerini, SSCB’ye vermesi ve Boraltan Köprüsü üzerinde bu Türklerin, SSCB askerleri tarafından kurşuna dizilmesi üzerine ünlü Âzerbaycanlı şâir Almas Yıldırım, şu müthiş dizeleri söylemiştir:

“Bir suç mu düşmana göğüs gerdiğim?
Günah mı Türklüğe gönül verdiğim?
Rusların açtığı yaradan derin,
Anayurtta öz kardaştan gördüğüm.
Seslenseydim, ses çıkardı her taştan,
Ne beklersin sağırlaşan bir baştan.”

KUTLU ALTAY KOCAOVA