25 Şubat 2017 Cumartesi

HOCALI'DA ÖLDÜM, DUYMADINIZ...



Güneş, yeni batmıştı. Annem, ağabeyim ve ben, korkudan birbirimize sarılmıştık. Ağlamayı unutalı ise çok olmuştu. Babam, ben iki yaşındayken, çalışmak için gittiği Kugark’ta Ermenîler tarafından yakılarak öldürülmüştü. Babamı hiç hatırlamıyorum, öldüğünü de yeni öğrendim. Daha doğrusu, sonsuzluğa ulaşınca öğrendim. Annem, babamın öldüğünü hiç söylemedi. Sâdece bizi yok etmek isteyen Ermenîlere karşı kahramanca savaştığını söylemişti.

Bundan dört yıl önce, Kasım 1988’de o zamanki adıyle Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde yer alan Kugark’a gitmişti. Arkadaşlarıyla berâber gitmişlerdi. Gittikten birkaç gün sonra, babamların kaldığı yere Ermenîler saldırmış, babam ve arkadaşlarının hepsi öldürülmüştü. Üstelik çoğunu da yakmışlardı.

İşte bu gün… Artık yolun sonundayız. Top atışı da başladı. Zâten birkaç aydır, sürekli top atışı yapıyorlar. Aylardır Ermenîlerin kuşatması altındayız. Canları istedikçe top atışı yapıyorlar. Daha dün, mahallede en yakın arkadaşımı kaybettim.

Top oynuyorduk. Annem çağırdı. O sırada bir ses duydum ve ağlamaya başladım. Halbûki daha bir şey görmemiştim ki. Annem feryâd figân dışarı fırladı. Bana sarılarak, ağlamaya başladı. İşte elli metre ileride, en yakın arkadaşım Ali Ekber yatıyor. Aslında yatmıyor bile. Çünkü organları, her yere fırlamış. Annesi geliyor, ağlıyor, çıldırıyor.

Sıra bize ne zaman gelecek? Bugün mü, bu gece mi, yoksa yarın sabah mı? Ses kesildi. Ne gârip. En küçük bir çıt bile yok. Kasabaya sis çöküyor. Derler ki, fırtına öncesi sessizlik. Bu mudur, aceb? Annem bana sarılıyor, ben ağabeyime sarılıyorum, ağabeyim anneme sarılıyor. Korkuyoruz. Ölüm korkusu dedikleri, bu mudur aceb? Annem, ölümden korkmadığını, bizim de korkmamamız gerektiğini söylüyor.

İşte başladılar. Uzaktan mermi ve bomba sesleri geliyor. Ses giderek yaklaşıyor. Kamyon sesleri ve otomobil sesleri duyuluyor. Kamyonun sesi kesildi. İşte, birileri iniyor. Ermenîce bir şeyler konuşuyorlar. Anlamıyorum. Annem ağlamaya başlıyor. Ağabeyim, on üç yaşında. O ağlamıyor. Ekmek bıçağını kapmış, “Anne” diyor, “sana ve kardeşime dokunmaya kalkarlarsa, o Ermenî itlerini gebertirim”. Annem cevap vermiyor. Postal sesleri ve silâhların mekanizma sesleri duyuluyor. Ermenîler yine aralarında bir şeyler konuşuyor.

Kapıyı çalıyorlar, annem bize daha sıkı sarılıyor. O sırada kapı kırılıyor ve işte içerideler. Ağabeyim, kahramanım, şehîd ağabeyim, elindeki bıçağı ile saldırıyor ama o tiz ses. O bir mermi sesi, ağabeyimi yere yıkıyor. Ağabeyim can çekişiyor.

Bağırmaya başlıyorum. Askerlerden biri bana vuruyor. Annemi götürüyorlar. Hâyır, yapmasınlar. O sırada bir Ermenî geliyor, bana bakıyor. Bakma, demek istiyorum, sesim çıkmıyor. Bıçağını çıkarıyor ve bana saplamaya başlıyor. İlkinden sonrasını hatırlamıyorum. O an can vermişim. Vücûduma kaç defâ bıçak girdiğini hatırlamıyorum. Bize bunu neden yaptıklarını da anlamıyorum. Neden ki? Biz, onlara hiçbir şey yapmadık. Türk olduğumuz için mi? O sırada vücûdumu terk eden rûhum, Ermenîleri izlemeye başlıyor. Hiçbir şey yapamıyorum ve bu beni çıldırtıyor.

Beni öldüren asker, yanındakilere dönüp, “Bir Türk’ü daha geberttik” diye övünmeye başlıyor. O sırada annem, çoktan can vermiş. Ağabeyim ise hâlâ yaşıyor. Saldırdığı asker, sırf işkence olsun diye evdeki çivilerle, ağabeyimi, duvara çiviledi. Ağabeyim kendine geldikçe, can acısıyla bağırıyordu. O ân, askerlerden biri annemin tek göğsünü kesti ve ağabeyim ağzına tıkadı.  Daha sonra ise Ermenî askerleri çekip gitti.

Ama daha hiçbir şey bitmemişti. Bir Ermenî asker daha açık olan kapıdan girdi. Ölen cesetlerimizi görünce üzüldü. Ama üzülmesi, insânî duygularından değil, bu işkenceleri yapanın kendisi olmadığı içindi. Bir ara gözleri, ağabeyime takıldı. Ağabeyim hâlâ yaşıyordu. Ermenî’nin gözleri, bir anda sevinçle doldu. Bıçağını çıkardı ve ağabeyimin derisini yüzmeye başladı. Ağabeyim ise hemen can verdi.

Annem yanıma geldi, ağlıyor. Bende ağlıyorum. Babam ise bize bunlar olurken, yanımızda olamadığı için ağlıyor. İşte ağabeyim, o da geldi. Daha sonra sabaha kadar bütün arkadaşlarım, anne, babaları, sonra bütün Hocalı geldi. Sabaha kadar 613 kişi geldi.

Neden? Aklım almıyor. Bizi tanımayan bu Ermenîlere, biz ne yaptık ki? Ben ne yapmış olabilirim? Ben altı yaşındaki Ali Rıza Ekberoğlu, ben ne yapmış olabilirim? On üç yaşındaki ağabeyim, Mehmed Ali, ne yapmış olabilir? Annem Fatıma, ne yapmış olabilir?

Sâdece Türk olduğumuz için öldürüldük. Ama Türk olunca, ölüm mü gerekir? Hadi öldürüldük, neden bizi kimse anmıyor? Türk olduğumuz için mi? Ama Türk olunca, unutulmak mı gerekir?

* * *

Turan, gözlerini açtığında her yanı ter içindeydi. Daha önce ne Hocalı kasabasını duymuştu, ne de Hocalı’da Ermenîlerin Türklere yaptığı soykırımı duymuştu. İyi de, böyle bir şey nasıl olabilirdi ki? Hemen bilgisayarını açıp, Hocalı soykırımını araştırmaya başladı. Sonra bir sayfa ve bir şiîr buldu. Şiîri okuduğunda aklı başından gitti.

Kardeşinden habersizsin, düşünmezsin Turan.
Söyleseler bilmezsin, söyle nedir Turan?
Hocalı'da kardeşin ölmüş, yanmaz için bir an.
Kardeşine yanmayan yüreğin, neye yanar bir an?

25 Şubat 2011 

KUTLU ALTAY KOCAOVA