15 Aralık 2016 Perşembe

TÜRKİYE EĞİTİMİNİN SORUNLARI 2 - Özelleşme



           Türkiye eğitim yapısının önemli sorunlarından biri de, eğitimin özelleşmesidir. Yâni devletin, vatandaşına sağlamakla yükümlü olduğu eğitim hizmetinin paralı bir yapı hâlini alması, bir nevî ticârete dönüşmesidir.  

            Eğitimde tamâmen parasız, devlet eğitimini savunmak durumundayız. Zîrâ sağlıklı bir millet yapısı için devletin belli hizmetlerini, ancak devletin yapması gerekir. Bunlar eğitim, sağlık ve güvenliktir. Bu alanlarda devletin yetki devri yapması yanlış olmakla berâber ciddî sıkıntıları da berâberinde getirmektedir.

            Türkiye’de eskiden beri oldukça fazla sayıda özel öğretim kurumu bulunmaktadır. Bu eğitim kurumlarının bir kısmını yabancı okullar oluştururken, bir kısmını da yerli okullar oluşturmaktadır. Ancak son dönemde özel okulların sayısında inanılmaz bir artış yaşanmaktadır. İşte bu durumun yarattığı sorunları, hem millî, hem de bireysel temelde ortaya koyacağız ve buna dâir aslında çok basit olan çözüm yollarını da sunacağız.

            Son üç yıla dâir eğitim istatistiklerine bakıldığında Türkiye’de özel okulların sayısını ve bu sayıdaki artışı görebiliriz. 2013-2014 eğitim-öğretim yılında örgün eğitim veren 7 403 özel okul (anaokulu, ilkokul, ortaokul, lise) bulunmakta ve bu okullarda ise toplamda 698 912 öğrenci okumaktadır[1]. 2014-2015 eğitim-öğretim yılına gelindiğinde ise özel okul sayısının 8291’e, öğrenci sayısının ise 823 515’e yükselmiş ulaştığını görüyoruz[2]. 2015-2016 eğitim-öğretim yılında ise özel okul sayısı 9 581’e, öğrenci sayısı ise 896 320’e yükselmiştir[3]. Bu istatistikî veriler, bize son üç yıl içerisinde özel okul sayısındaki artışın 2 178 olduğunu göstermektedir. Doğal olarak öğrenci sayısında da 200 000’e yakın bir artış göze çarpmaktadır. Bununla birlikte 2013-2014 eğitim-öğretim yılında toplam 56 506 okul bulunmaktadır. Buna göre toplamdaki okulun %13,10’unu özel okullar karşılamış oluyor. 2015-2016 eğitim-öğretim yılında ise var olan toplam 54 415 okulun, %17,60’ını özel okullardan oluştuğunu görüyoruz. Yâni neredeyse her beş okuldan birini özel okullar oluşturmaktadır. Bu istatistikler, sıkıcı olabilir. Ancak mes’eleyi anlayabilmek için elimizde veri olarak bulunması önemlidir.

            Bu artışın sebebleri arasında elbette dershânelerin kapanması sürecinde, özel okullara dönüşmeleri ve bu özel okulların öğrenci başına devletten aldıkları desteğin payını da unutmamak gerekir. Millî Eğitim Bakanlığı’nın 11 Eylül 2015 târihli basın açıklamasında[4], bu konuda 230 000 öğrenciye özel okul desteğinin verildiği bilgisi yer almaktadır. Tabiî olarak, bu destek, aynı zamanda özel okullara verilen destektir. Zîrâ bu destek, özel okullara kayıt desteğidir ki, sonuçta ulaştığı yer bu okullardır. Yâni bakanlık eliyle, özel okullara öğrenci verilmekte ve para kazanmaları sağlanmaktadır. Yapılan yardım anaokullarında öğrenci başına 2 680 TL, ilkokullarda 3 220 TL, ortaokullar ve liselerde 3 750 TL ve temel liselerde ise 3 220 TL’dir. Basın açıklamasında yer alan rakamlar üzerinden bir hesaplama yapıldığında 787 100 000 TL tutarında bir para, devlet tarafından özel okullar için verilmiştir. Elbette bu paranın devletin kendi okullarında bir yıl için kullanılması durumunda, nasıl fayda sağlayacağını söylemeye bile gerek yok. 

            Görüldüğü üzere özelleşmenin Türkiye eğitimi üzerindeki sonuçlar ortadadır. Özel okullara verilen devlet desteğinin, devletin kendi okullarına verilmesi durumunda okulların maddî kalitesinin nasıl yükseleceğini söylemeye bile gerek yok. Ancak devletin kendi okullarına çok küçük çaplı destek verirken, zâten büyük çapta para kazanmakta olan özel okullara verdiği büyük çaplı desteğin açıklaması olamaz.

            Eğitimde özelleşme, eğitimin ticârîleşmesi, bir nevî alış-verişe dönüşmesidir. Bu durumda ise ortada bir eğitimden söz edilemez. Olan şey, bilgi ve buna bağlı olarak diploma ile sâhib olunan etiketlerin alınıp, satılmasıdır. Peki, bu durumda nasıl bir eğitimden söz edilebilir? Elbette profesyonel bir bakışla, kişiye gerekli bilgiler aktarılabilir ama ahlâkî değerlerin aktarılması, ne derece mümkündür. Eğitimi parasal bir kaynak olarak gören bir kişi ya da kurum, bir çocuğa ya da gence her şeyin ekonomik olmadığını nasıl aktarabilir? Bu ne derece samîmî olabilir? Ayrıca Türkiye’nin birçok okulu, ekonomik sıkıntılarla boğuşurken, öğrenciler malzeme yetersizliğinde, eğitim vermeye çalışırken, böyle bir görüntü, Türkler arasında devlete güven ya da adâlet noktasında nasıl bir sonuç yaratabilir?

            Bunun dışında dershânelerin kapatılması üzerine özel okula dönüştürülen ve temel lise adını alan okullara bakmak gerekmektedir. Bu okullar, görünüş olarak okuldan ziyâde bir iş merkezine benzemekle birlikte zihniyet bakımından da, basit bir ticâret yeri gibi durmaktadır. Bu okullarda okuyan birçok öğrencimle yaptığım görüşmelerde, bana söyledikleri ortak nokta, sâdece üniversite giriş sınavlarında yer alan derslerin verildiğidir. Yâni ergenlik ve gençlik dönemini yaşayan gençler, dört yıl boyunca spor ve san’at derslerinden mahrûm kalmaktadır. Gerçi, okulların fizikî durumları da, bu dersler açısından uygun değildir. Ancak gençlik döneminde spor ve san’at eğitiminin önemi ortadayken, bunları vermemek, mahrûm bırakmak kadar büyük bir rezâlet olabilir mi? Bu durumda, şöyle bir soru daha karşımıza çıkmaktadır: Peki, bu derslerin notları, nasıl veriliyor? Görüştüğüm öğrencilerim, notlarının bu okullar tarafından en yüksek not (100) olacak şekilde verildiğini söylüyor. Bunun bir istisnâsı var mıdır, onu bilemem. Aslında sahtekârlık yapılıyor. Elbette âileler, bundan bir rahatsızlık duymuyor. Ancak böyle bir durumda, nasıl bir eğitimden söz edebiliriz ki? Yâni bireysel çıkarlar için sahtekârlık yapan okullar, ahlâkî eğitimi nasıl verebilir? Elbette, kendilerinin böyle bir kaygısı olmadığı ortadadır ama ahlâkî değerlerin verilmesi gibi bir kaygı taşımayan eğitim kurumlarının yetiştirdiği gençlerden oluşan bir toplumdan ne bekleyebiliriz?

            Tabiî, bir de yabancı okullar mes’elesi var. Bilindiği üzere bu okullar, Osmanlı devrinde beri oldukça faâl olan eğitim kurumları. Özellikleri ise bağlı bulundukları ülkenin anlayışına göre eğitim vermeleri. Bu okulların Osmanlı dönemindeki faâliyetleri konusunda Nejdet Sevinç Hoca’nın kaleme aldığı ve Milenyum Yayınları’ndan çıkan “Osmanlıdan Günümüze Misyoner Faaliyetleri” adlı eseri tavsîye ederim. Genel olarak Osmanlı’nın son dönemlerinde yıkıcı ve terörist azınlık faâliyetlerinin yürütüldüğü bu okullar, aynı zamanda bir Hristiyan misyoner merkezi idi. Elbette Atatürk döneminde, Atsız Hoca’nın kullandığı tâbirle “yaratılan Türklük fırtınası”, bu okullarda da etkisini göstermişti. Tevhîd-i Tedrîsât Kânunu ve Ecnebî Mektebler Kararnâmesi ile bu okullara dâir sorunlar çözülmüş ve bir kısmı varlıklarını bu şekilde sürdürmüştü. Ancak yine de yabancı bir ülkenin zihniyeti ile yetişen insanların, o ülkenin zihniyetine bağlı kalmasını engellemek zordur. Elbette, bunun istisnâsı olan insanlar vardır ama kabûl etmek gerekir ki, bunlar azınlıktadır. Geçmişte Alman ve Avusturya okullarından okuyanların çoğu genelde bir Alman gibi düşünmekte, Fransız okullarında okuyanların çoğu ise bir Fransız gibi düşünmektedir. En azından ciddî bir hayranlık duymaktadır.

            Özel okulların, geçmişte de var olduğunu söyledik. Ancak yine de köklü ve kaliteli devlet okullarına bakıldığında, âilesinin ekonomik durumu çok iyi olan öğrenciler görülebilmekteydi. Günümüzde bunun çok daha fazla azalmış olduğunu görüyoruz. Bu ise öğrencilerin, arasında sınıfsal farklılıkları kuvvetlendirmekte, millet yapısına da zarar vermektedir. Yâni özel okulların, zengin çocukların; devlet okullarının ise yoksul ve orta hâlli çocukların gittiği okullar görünümü kazanması, bir milletin geleceği açısından çok kötüdür.

            Bu satırları okuyan ve hâl-i hazırda ya da geçmişte özel okulda okumuş olanların bir kısmı, yazdıklarımı yadırgayabilir. Ancak burada bir genelleme yapılmamakta, ancak çoğunluk üzerinden hareket edilmektedir ve elbette, her konunun istisnâları ya da farklıları bulunmaktadır.

            Peki, eğitimde özelleşme sorununun çözümü nedir? Aslında bu uzun soluklu ya da karmaşık bir çözüm süreci değildir. Yapılacak olan iş, basittir. Devlet tarafından özel kurumlara verilen desteği kesmek ve bu desteğin tamâmını devlet okullarına aktarmak. Ayrıca devlet okullarının kalitesini arttırarak, onları teşvîk etmek. Yeni özel okulların açılmasının önüne engeller çıkarmak ve zaman içerisinde bu kurumları, olabilecek en az sayıya indirerek, en sonunda tamâmen ortadan kalkmalarına yol açmak.

            Eğitim, bir ticâret işi değildir. Yâni serbest piyasa ekonomisinin bir parçası olarak görülemez. Dolayısıyla özel okulların varlığını, ekonomik bir girişim olarak açıklamak bile Türk eğitiminin özelleşmesinin ne denli tehlîkeli olduğunu göstermektedir. Tamâmen devlete âid olan ücretsiz kurumlardan oluşan bir eğitim sisteminde, farklı dînî ve siyâsî gruplar ile yabancı devletlerin insan yetiştirmesinin önü alınmış olur. Ama en önemlisi, millet içerisindeki ekonomik temelli ayrışmanın önü alınmış olur ve farklı ekonomik yapılara sâhib öğrenciler, birbirlerini tanımış olurlar. Bunun temel eğitim seviyesinde olması çok önemlidir. Bu bir ülkenin temelidir...

20.07.2016

KUTLU ALTAY KOCAOVA



[1] Millî Eğitim İstatistikleri, Örgün Eğitim, National Education Statistics, Formal Education, 2013/'14, s.37, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 
[2] Millî Eğitim İstatistikleri, Örgün Eğitim, National Education Statistics, Formal Education, 2014/'15, s.37, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 
[3] 2015-2016 Eğitim-Öğretim İstatistikleri: Eğitimde Ticarileşme Ve Dinselleşmenin Temel Göstergeleri, Eğitim-Sen (http://egitimsen.org.tr/wp-content/uploads/2016/03/E%C4%9Fitimde-Temel-G%C3%B6stergeler-enson.pdf) (Erişim târihi: 19.07.2016)

8 Aralık 2016 Perşembe

TÜRKİYE EĞİTİMİNİN SORUNLARI 1




            Türkiye eğitiminin sorunları, ne yazık ki, bir türlü çözülemeyen ve çözüm diye sunulan şeylerin yeni sorunlar yarattığı ve bir nevî kartopu gibi sürekli büyüdüğü sorunlardır. Bunlara sayısız örnek verilebilir. Gençlerin geleceksizliği, eğitimin özelleşmesi, dînîleşmesi, bilim karşıtı faâliyetler, ahlâkî çöküntü, yabancılaşma, san’at ve sporun dışlanması, öğretmen seçimindeki sıkıntılar, millîliğin yok olması, vd... Elbette bu liste uzatılabilir. Ben de buna göre tek tek bu sorunları inceleyeceğim ve nasıl çözüleceğine dâir fikirlerimi paylaşacağım. 

·         Geleceksizlik

         Geleceksizlik... Yâni insanların, kendi geleceklerini kadere bırakması, bu konuda düşünmekten, kafa yormaktan, çalışmaktan ve program yapmaktan vazgeçmesi. Yâni en önemli umut etmekten vazgeçmesi... Peki, bu duruma nasıl gelirler?

            Türkiye eğitimi, uzun yıllardır, sınav odaklı bir eğitim sistemine sâhibdir. Her ne kadar sık sık sistemler değişse de, farklı farklı programlar uygulamaya konsa da, sınav odaklı eğitim yapısının değişmediği görülmektedir. Bu ise çocukların ve gençlerin kaderini sınavlara devretmektedir.

            Her ne kadar bu konuda sağlıklı bir istatistik bulunmasa da, bir öğretmen olarak, öğrencilerin büyük kısmının, yapmak istedikleri mesleği sınavlarda alacakları puanlara göre belirlemek istediklerini söyleyebilirim. Oysa meslek seçiminde iki etken yer alır. Birincisi, yetenek; ikincisi ise ilgidir. Dolayısıyla sınavda belli derslerden aldığı puana göre meslek seçimi yapıldığında, bu berâberinde meslekî mutsuzluk, başarısızlık gibi sonuçları da getirecektir. Şimdiki sorumuz ise şu: Bu durum, nasıl oluştu?

            Türkiye’de özellikle üniversite giriş sınavları, en bilinen ve kanıksanan sınavlardır. Elbette, bunun alternatifinin ne olabileceği tartışılır ama bununla birlikte sınavları, Türk çocuklarının ve gençliğinin hayâtlarının merkezine koyan ve âileleri, eğitim yerine sınav başarılarına yönlendiren belli noktalar var. Onlardan söz etmek gerekiyor.

        Millî Eğitim Bakanlığı, Kasım 2007’de 2602 sayılı Ortaöğretim Kurumlarına Geçiş Yönergesi[1] ile berâber liseye girişler için yeni bir sınav sistemini ortaya koymuştur. Seviye Belirleme Sınavı adı verilen bu sınavın, diğerlerinden farkı, 6. ve 7. sınıflarında bu sınava girecek olmasıydı. Bunun dışında diğer sınavlarda soru çıkan dersler, bu sınavda da aynıydı.

         SBS ile berâber 6. sınıf öğrencilerinin sınavlara girecek olmasıyla berâber çocuklarda ve âilelerde sınav kaygısı, 5. ve hattâ 4. sınıflara kadar düştü. Bunun anlamı nedir? Bu, KPSS’yi de eklediğimizde, 9-25 yaş arasında olan ve öğretim hayâtını devâm ettiren herkesin, bu işten muzdârib olması demektir.

              Sınav merkezli hâle gelmiş bir öğrenci için yeteneklerini geliştirmek ya da farklı alanlara ilgi duymanın bir anlamı yoktur ya da sınavda işine yaramayacak bir kitâb okumanın, oyun oynamanın önemi yoktur. Bu konuda âileler de çok yanlış tavırlar sergilemektedir. Tek amacı, çocuk başarısı üzerinden reklam yapmak olan dershânelere (şimdiki adıyla etüd ve kurs merkezleri), çocuklarını yem etmektedirler.

            MEB, 2010 yılında kaldırdığı SBS ile ilgili hazırladığı raporda, bu sınava dâir şu eleştirileri getirmektedir:[2]

“- SBS sistemi dershaneye devam yaşını düşürmüş ve dershaneye devam oranlarını yükseltmiştir.
- SBS sistemi öğrencilerde sınav kaygısı düzeyini artırmaktadır.
- SBS sistemi öğrenciler üzerindeki aile ve çevre baskısını artırmaktadır.
- SBS, süreç odaklı olmaktan çok sınav odaklı bir sistemin ürünü olarak görülmektedir.”

          Üç yıl boyunca uygulanan ve milyonlarca öğrencinin mağdûr edildiği bir sistemin, sistemin yaratıcıları tarafından eleştirilmesinin tûhaflığının yanında bu sistemin sonuçlarının hâlâ devâm ettiğini görmek gerekiyor. SBS adı verilen bu sınavın yarattığı sıkıntılar, artık kanıksanmış üniversite ya da me’mûr seçme sınavları gibi değildir. Zîrâ 9-10 yaşından îtibâren bu korku ve kaygı ile yaşamaya başlayan bir çocuk ile 16-17 yaşından îtibâren bunu yaşamaya başlayan gencin durumu aynı olamaz. Bu sınav, 2010 yılında kaldırılmış olmasına ve yerine gelen TEOG sınav sisteminin, nisbeten daha olumlu olmasına rağmen, çocuğu 6. sınıfa giden birçok velî, hâlâ, kapatılmış olmalarına rağmen, dershâne kapılarında dolaşmaktadır. Bu konuda 14 yaşında, 8. sınıf öğrencisi olan bir öğrencimle yaşadığım şu diyalog, sorunun boyutlarını ortaya koyma noktasında ibret vericidir:

            “-   Kızım, sürekli uyukluyorsun. Uyumuyor musun?
-          Öğretmenim, gece birde yatabiliyorum.
-          İyi de kızım, sabah yedide ders başlıyor. Geç değil mi?
-          Öğretmenim, eve gece on ikide geliyorum. Anca uyuyabiliyorum.
-          Nasıl yâni? Gece on iki derken...
-          Öğretmenim, dershânedeyim. (Burada ünlü bir dershânenin adını veriyor.)
-          O, sa’âte kadar!
-         Öğretmenim, ben, okuldan sonra iki gibi dershâneye gidiyorum. Beşe kadar sürüyor. Sonra etütler ve ders çalışma başlıyor. Akşam on bire kadar sürüyor. Babam almaya geliyor.
-          Bu insanlık dışı... Hepinize böyle olamaz. İlk kez duyuyorum.
-          Öğretmenim, biz özelmişiz. O yüzden böyle yapıyorlar.”

Sonrasında bu öğrencimin âilesiyle de görüştüm ama pek sonuç aldığımı söyleyemem. Ancak ömrünün en güzel günleri, bir sınavın peşinde sürüklenen bir gencin geleceği ya da kişiliği adına, pek umutlu olmamak gerektiğini söyleyebilirim.

Bu noktada dershânelerin, doğru ve gerekli bir adım olarak kapatılmasından sonra, yerlerine açılan ve adına “temel liseler” ya da “temel ortaokullar” denilen okullardan da kısaca söz etmek gerekir. Kısaca söz edeceğim, zîrâ ileriki yazılarımda bu okullar ile ilgili geniş çaplı bilgi vereceğim.

Eğitimde özelleşme sıkıntısının yanında bu temel okullarla ilgili en önemli sıkıntının kısaca, yine sınav merkezli olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda hüküm verebilecek kadar çok öğrenci ile konuştuğum için söyleyebilirim ki, bu okullarda sâdece sınavlarda soru çıkan dersler verilmekte ve spor ile san’at dersleri verilmemektedir. Bu da buraya giden öğrenciler için sınav merkezli yaşam tarzını daha fazla dayatmaktadır.

Okullar, öğretimden daha fazla eğitim yeridir. Ancak ne yazık ki, değerler eğitimi denilen göstermelik hareketler olsa da, eğitim geride tutulmaktadır. Bu ise okulların, ahlâkî ve millî değerlerin öğretildiği yerler olmaktan çıkmasına neden olmaktadır.

Bilmemiz gerekir ki, geleceksizlik hastalığına yakalanan bireyler için olan ve olacakların hiçbir önemi yoktur. Zîrâ yaşananlar, onlar için bir anlam ifâde etmeyecektir. Onlar için şans oyunlarında, yarışmalarda, siyâsî partilerde gelecek aranır. Bütün ahlâkî değerler anlamsızlaşır ve toplum zamanla dağılma belirtileri gösterir. 

Peki, buna karşı ne yapılabilir? Öncelikle öğrencilerin, sınav merkezli bir yaşam oluşturmalarının önüne geçmek için TEOG ile atılan olumlu adımların, okullar aracılığıyla âilelere iletilmesi sağlanmalıdır. Bu sistem ile eski dershâne anlayışının getirdiği sıkıntılara gerek olmadığı vurgulanmalıdır. Bakanlık, ayrıca bu konuda görsel ve yazılı basın ile sosyal medya ve interneti de kullanmalıdır. Ayrıca özellikle sözel derslerde, kitâb okumanın teşvîki açısından ödüllendirme yapılmalıdır. Bu konuda not ile ödüllendirme, çok daha etkili olacaktır. Ayrıca öğrencilerin yetenekli olduğu alanlar, erken yaşlarda tesbît edilip, buna uygun bir eğitim periyodu izlemesi sağlanmalıdır. Meselâ spor ya da san’ata yetenekli çocuklar, bu alanlara yönlendirilmelidir. Kalemi güçlü olan öğrencilerin yazarlık yolunun açılması ve daha çok kitâb okumasının sağlanması gerekir. Sayısal ya da bilimsel alanlara yetenekli olan öğrencilere de buna uygun eğitim verilmelidir. Ancak ne olursa olsun, öğrencilere genel kültür, millî ve ahlâkî değerler ile san’at ve spor eğitimlerinin verilmesi gerekmektedir. 

            Elbette Türkiye gibi büyük bir nüfûsa sâhib olan ülkelerde sınavsız bir sistem, ne yazık ki, şimdilik çok zordur. Ama bunun eğitim açısından daha uygun bir şekle sokulması mümkündür. Meselâ üniversite sınavında tıbba girmek isteyen bir öğrenciye bu alanla ilgili dersler verilebilir ve bununla ilgili sorular sorulabilir. Aynı şekilde edebiyâtla ya da târihle ilgili eğitim almak isteyen öğrencilere de buna uygun eğitim verilebilir. Bâzıları için bunlar, oldukça zor olabilir. Ancak şurası açıktır ki, var olan sistemin yarattığı sıkıntıların sonucu olan zorluklarla kıyaslandığında ortaya çıkan kolaylık görülmektedir. Yeter ki, Türk gençliğinin eğitimi hakkında olumlu isteklerimiz olsun...

KUTLU ALTAY KOCAOVA

2 Temmûz 2016





[1] T.C. Millî Eğitim Bakanlığı Tebliğler Dergisi, c.70, s.2602, ss.941, Kasım 2007
[2] T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Eğitimi Araştırma ve Geliştirme Dairesi Başkanlığı, Seviye Belirleme Sınavının Değerlendirilmesi, s.11 Ankara, Kasım 2010

16 Eylül 2016 Cuma

İ’DÂM EDİLEN İKİ TÜRK ASKERİ ÜZERİNDEN 20. YÜZYILIN BAŞINDA OSMANLI DEVLETİ


Görsel: Jandarma eri Hâlim ve Abbas'ın asıldığına dâir 16 Ağustos 1903 târihli The New York Times gazetesi haberi


            Bilindiği üzere 20. yüzyılı ilk yılları, Osmanlı Devleti’nin yıkılacağını gösteren sayısız olayla doludur. Bunlardan biri de günümüzde Makedonya’da yer alan Manastır şehrinde Rus konsolosunun öldürülmesinden dolayı Hâlim ve Abbas adlı iki jandarma erinin i’dâm edilmesi olayıdır.

            1903 yılı, Osmanlı Devleti’nin yıkılacağını öngören Arnavûd ve Bulgar terör hareketlerinin, büyük ölçüde arttığı bir yıldır. 30 Mart 1903 târihinde Mitroviçe’de Rus konsolosluğu açılmasını protesto eden, sayıları 2000-3500 arasında silâhlı Arnavûd, Mitroviçe şehir merkezine saldırmış ve Osmanlı 18. Nizâmiye Tümeni ile giriştikleri çatışma sonucunda çok azının sağ kalması üzerine geri çekilmeye mecbûr kalmışlardır. Ertesi gün ise şehirde dolaşan Rus konsolos Grigori Şergina, Arnavûd kökenli bir asker tarafından vurulmuş ve on gün sonra ölmüştür[1].

            Günümüzde Kosova’nın kuzeyinde yer alan Mitroviçe şehrinin çoğunluğunu Müslümân Arnavûdlar oluşturmaktaydı. Ancak şehir üzerinde Sırp ve Bulgarların amaçlarının bilinmesinden dolayı Arnavûdlar, burada bir Rus konsolosluğu kurulmasına kesinlikle karşıydı. Bu yüzden de Arnavûd ileri gelenlerden İsâ Bolatin’in şehirde Rus konsolosa evini kim verecek olursa, o evi yakacakları tehdîdinde bulunduğundan söz edilir[2]. Bu arada konsolos da, kendisini Slav dâvâsına adayan bir kahraman olarak görmektedir. Bu yüzden de sürekli olarak köyleri ve çevreyi gezmekte, güvenlik tedbîrlerini kabûl etmemektedir. Arkadaşı Andrevski’ye yazdığı mektûbunda ise “Ya Türkler ya Arnavutlar ya da Boşnaklar bizi ve faaliyetimizi yok edecekler”[3] demiştir. Bu ise bölgedeki faâliyetlerinin tamâmen Pan-Slav amaçlar sergilediğini göstermektedir. Bununla birlikte konsolos, kendisine yönelik bir sûikasd beklediği gibi aynı beklenti, Rusya için de söz konusudur. Zîrâ konsolos, kendisini uyaran bölgedeki Sırplara, ölümünün onlara özgürlük getireceğini söylerken, Rusya’nın İstanbul büyükelçisi Zinoviyev, İstanbul’daki Sırbistan temsilcisine “Zavallı Şerbina… Onun durumu hiç iyi değil... Şerbina öldürülürse, onu aziz yapmalısınız” demiştir[4].

            Konsolosun öldürülmesinden sonra cinâyeti işleyen kişi yakalanmış ve i’dâm cezâsına çarptırılmıştır. Ancak bunun bölge Arnavûdlarının Rusya düşmânı olmasına yol açacağını düşünen Çar, bölgedeki Rus çıkarlarının korunması için Sultân 2. Abdûlhâmid’den kâtilin i’dâm edilmemesini istemiş ve pâdişâhın affıyla i’dâm cezâsı, hapis cezâsına çevrilmiştir.

            Kosova ve Kuzey Makedonya’da bunlar olurken, Güney Makedonya ve Selânik’te de Bulgar terörizmi artış gösteriyordu. Limanda bir Fransız gemisinin batırılması, şehir gaz dağıtım deposunun havaya uçurulması ve bir tiyatro ile birkaç birahânenin bombalanması eylemleri yaşanmıştır. Bunun sonucunda ise en az 180 kişi ölmüştür[5]. Manastır şehrinde ise Müslümânlarla (Türkler, Arnavûdlar, Boşnaklar, Pomaklar gibi) ile Bulgarlar arasında silâhlı çatışmalar çıkmış ve iki taraftan 20 civârında kişi ölmüştür. Bu arada bölgedeki millîyetçi Arnavûdların, Bulgarlarla işbirliği yapmaya başlaması üzerine Şemsi Paşa ile kurmay başkanı ve o dönemde binbaşı olan Fevzi Çakmak, onları iknâ etmeye çalışmıştır. Fevzi Çakmak’ın uyarıları etkisini göstermiş ve Arnavûdlar, Bulgarlara verdikleri desteği kesmişlerdir[6].

            Görüldüğü üzere 1903 yılı Osmanlı Devleti açısından Makedonya çevresinin yangın yeri olduğu bir dönemdir. Rusya’nın Manastır konsolosu olarak görev yapan Aleksandır Arkadiyeviç Rostkovski, bu yangından faydalanmak isteyen Rusya tarafından bölgeye bilinçli olarak gönderilmiş biridir. Osmanlı ve Türklere karşı nefret duygularıyla dolu olduğu, Osmanlı’yı bir Rus sömürgesi olarak, halkı ise Rusya’nın köleleri olarak gördüğü yaptıklarından belli olan bu konsolos da sonradan öldürülmüştür.

            Kendisi hakkında Avusturya konsolosunun yazdığı rapora göre jandarmalara küfredip, elindeki şemsiye ile vurmuş; İngiltere konsolosunun raporuna göre ise sık sık Türk me’mûrlara hakâret etmiş, farklı târihlerde, birkaç defâ jandarmalara küfretmiş ve kendisini gören Türk askerlerinin ayağa kalmamalarına hakâretle karşılık vermiş; bir görgü tanığı da Rus konsolosun arabasına asılan bir Türk çocuğunu kırbacıyla vahşîce dövdüğünü anlatmıştır[7]. Ayrıca Manastır’ın Mogil köyüne giden konsolos, kendisini tanımadığı için atını tutan Türk çavuşu kırbacıyla dövmüştür[8].

            Son olarak 8 Ağustos 1903 târihinde Konsolos Rostkovski, Nüzhetiye Karakolu önündeki askerlerin, kendisini selâmlamadığını görünce üzerlerine yürümüş, yine hakâretler etmiş ve ardından Hâlim adlı jandarma eri tarafından öldürülmüştür. Olayın sebebine dâir farklı iddiâlar olsa da, hepsinin ortak noktası konsolosun saldırganlığıdır. Bölgede bulunan bir Türk subayı, konsolosun eri kamçıyla dövdüğünü, nâhiye müdürü olarak görev yapan Hasan Tahsin Bey ise konsolosun tokatladığını anlatmaktadır. Ancak Manastır’daki İngiliz konsolosu MacGregor, Osmanlı hükûmetine gönderdiği raporda, kendi yaptırdığı araştırmaya göre konsolosun saldırdığını ve hattâ silâhıyla askere ateş açtığını, bunun üzerine askerin de onu vurduğunu yazmaktadır. Ayrıca Manastır Vâlisi ve komutanı ile bölgedeki bir jurnal, pâdişâha çektikleri telgrafta da konsolosun önce hakâret edip, vurduğunu, sonra da silâhını ateşlediğini belirtmektedir[9]. New York Times gazetesinin 11.08.1903 târihinde verdiği haberde de, konsolosun Türk askerine “bir Türk domuzu” diye hakâret ettiği de yer almaktadır[10]. Hâlim, olaydan sonra ise o dönemde Manastır’da yüzbaşı olarak görev yapan Enver Bey’e silâhını teslîm etmiştir.

            13 Ağustos 1903 târihinde ise mahkeme olarak toplanan Dîvân-ı Harb, “Jandarma Hâlim’in tehevvürle başladığı fiil-i katli taammüden neticelendirdiğinden Mülkiye Ceza Kanunname-i Hümayununun 170’inci maddesine tevfikan i’dâmına” karâr verilmiştir. Hâlim’in yanında olan diğer asker Abbas da, hiçbir ilgisi olmamasına rağmen, Hâlim’i engellemediği için i’dâm cezâsına çarptırılmıştır. Ayrıca er Zeynel, 15 yıl; belediye fenercisi Tevfîk ise 5 yıl olmak üzere, Hâlim lehine tanıklık yapmalarının “yalancı şâhidlik” olarak kabûl edilmesinden dolayı cezâlandırılmışlardır.[11]

            Yargılama boyunca vekîl olarak konsolos olarak görev yapan Rus Mandelstam, sürekli olarak saldırgan bir tavır almıştır. Hâlim’den silâhı alan Enver Bey ise mahkemeyi sonuna kadar tâkib etmiş, askeri kurtarmak için mücâdele etmiştir. Ancak bunu başaramamış ve bunun Osmanlı Devleti’nin “ebediyen namını lekedâr”[12] ettiğini söylemiştir.

            Bununla birlikte olaydan sonra Sultân 2. Abdûlhâmid’e askerlerin affı için başvurulsa da, kabûl edilmemiş olduğu görülmektedir. Hattâ hükûmet, infâzın aynı gün yapılmasını emretmiştir[13]. Askerî birimler, bunu istemese de aynı gün, askerler, konsolosun vurulduğu yerde asılarak öldürülmüştür. İnfâzın iki gün sonrasında da Rusya donanması, Osmanlı sularına girmiş ve böylelikle Osmanlı’ya bir gözdağı verilmiştir. Pâdişâh ise buna Rus donanmasındaki gemi komutanlarına verilen hediyelerle, karşılık vermiştir[14].

            Görünen o ki, bu olay, Rûmeli’nin Osmanlı’nın elinden çıkmasını hızlandırdığı gibi, Balkan milletlerinin Osmanlı’ya karşı hareketini de hızlandırmıştır. Ayrıca dünyâ çapında Osmanlı’nın yıkılmak üzere olduğu algısını da oldukça kuvvetlendirmiştir. Bu arada bu olayın şâhidi olan başta Enver Paşa olmak üzere, bölgeyi iyi bilen birçok subayın Sultân 2. Abdûlhâmid’e karşı güçlü bir muhâlefet başlatmasını sağlamıştır.

16.09.2016

KUTLU ALTAY KOCAOVA





[1] Saygılı, Hasip, "Sultan II. Abdülhamid’in Meşruiyet Krizi: 1903’te Mitroviçe’de İlk Rus Konsolosu Grigori Şerbina’nın Öldürülmesi", Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, s.20, ss.176-177, y.2014 Bahar, Ankara
[2] a.g.e., s.170
[3] a.g.e., s.174
[4] a.g.e., s.174
[5] Saygılı, Hasip, Karadeniz Araştırmaları - Balkan, Kafkas, Doğu Avrupa Ve Anadolu İncelemeleri Dergisi, "1903 Makedonyasında Reformlara Tepkiler: Manastır Rus Konsolosu Aleksandır Rostkovski’nin Katli", s.39, ss.73, y. 2013 Güz, Ankara
[6] a.g.e., s.74
[7] a.g.e., s.75
[8] The New York Times, August 11, 1903 - query.nytimes.com/mem/archive-free/pdf?res=9C03E6D81739E433A25752C1A96E9C946297D6CF
[9] Saygılı, Hasip, a.g.e., s.78-79
[10] The New York Times, a.g.e.
[11] Saygılı, Hasip, a.g.e., s.81
[12] a.g.e., s.82
[13] a.g.e., s.83
[14] a.g.e., s.87

4 Ağustos 2016 Perşembe

ASRIMIZIN KÜR ŞAD’I



- Türklüğün kaderini değiştiren kahramân Türk evlâdı, asrımızın Kür Şad'ı Ömer Halisdemir'in azîz hâtırâsına - 

            Kür Şad, ölmüştü. Ölmüş, ancak yenilmemişti. İşte, cesedi yerde yatıyordu. Vey ırmağının kenarında yüzlerce Çinli asker, bu muhteşem bedenin etrâfında toplanmıştı. O ân, hepsinin gözlerini göklere çeviren bir ses duyuldu...

            “Bugün bedenim düşer. Ama bin üç yüz yıl sonra bir yiğit, adımı diriltir; bir başkası da rûhumu diriltir ve siz yine yenilirsiniz...”

            Hepsi irkilmişti. Hiçbiri Türkçe bilmiyordu ama duydukları sesin mânâsı yüreklerine işlemişti.

* * *

            Kür Şad, Börü Han ile konuşuyordu. “Vakit geldi, rûhumuzu dirilten yiğidi karşılayalım”... “Vakit geldi” sözü ile berâber Atsız da gelmişti. Atlardan birinde Kür Şad, birinde Atsız vardı ve önlerinde Börü Han olarak yürümeye başladılar. Diğer bütün atalar ise neler olduğunu anlamaya çalışıyor ve sessizce izliyordu.

            Tanrı Dağları’nda sisin başladığı yere kadar yürüdüler. O ân sislerin arasından biri geldi. Ancak hâlâ ne olduğunun ve nerede olduğunun farkında değildi. Kendine geldiğinde karşısında eski devirlerden kalma biri ile takım elbiseli ve gâyet ciddî duran başka biri ve bir bozkurt vardı. Gördüklerini anlamaya çalışıyordu. Kür Şad, oldukça kibâr bir şekilde Atsız’a dönüp, “Buyrun hocam” dese de, Atsız, ömrünü adadığı bu yiğidin önüne geçmeyi kabûl etmedi. Kür Şad, atından indikten sonra tek dizini yere vurunca, kafasında bâzı şeyler oturmaya başladı. Uzun saçları, börkü, çekik gözleri ve kılıcıyla târihin derinliklerinden çıkan bu yiğidi, sanki tanıyordu. Ama nereden tanıdığını hâlâ çözememişti. O sırada Atsız da, atından inmiş ve Kür Şad gibi o da tek dizini yere vurmuştu. Atsız’ı tanımıştı. Ama nasıl oluyordu? O, öleli kırk bir yıl olmuştu.

            Sessizliği bozan Börü Han olmuştu. “Hoş geldin, yiğidim” demişti. Konuşan bir kurt... Taşlar, şimdi yerine oturmuştu. Ölmüştü... İçinden “Görevimi tamamladım” demiş ve gülümsemişti. Bu arada karşısında bozkurt ve Atsız var ise târihin derinliklerinden gelen de ancak Kür Şad ya da Mete olabilirdi. Ama bunda bir hakandan ziyâde serdengeçti havası vardı. O yüzden “Kür Şad” dedi. Adını duymak, Kür Şad’ı mutlu etmişti. O ân, bembeyaz bir at belirdi ve üçü yan yana yürümeye başladı. Önlerinde ise yine Börü Han vardı. Bu arada târihin büyükleri ise olanı biteni izlemişlerdi. İşte, şimdi hepsi atlarından inmiş ve tek dizlerini yere vurmuşlardı. Karşılıklı dizilen Türk’ün büyüklerinin arasından geçmek, ne muhteşem bir resmî geçitti. Askerlik hayâtı boyunca çok resmî geçite katılmış ama hiçbirinde böyle bir azâmet görmemişti. Bu arada büyüklerden biri ayağa kalkmış ve atıyla önüne gelip, alnını öpmüştü... Her yerde “Hoş geldin, yiğit... Aramıza hoş geldin...” sesi duyuluyordu. O ise şaşkınlıktan, sâdece “Hoş bulduk” diye yanıt veriyordu..

* * *

            O gece yaşananlar, nasıl anlatılabilirdi? Türk, Türk’e silâh doğrultuyor; Türk, Türk’ü vuruyordu. Silâhlı insanlar, silâhsız insanları öldürüyordu. Türklüğünü ve insanlığını kaybetmiş bir güç, tek olmak istiyordu. Tanrı rolüne bürünmüşlerdi, kendilerini tanrı sanıyorlardı. Tek olacağız, diyorlardı.

            Tek olmak isteyenlerin yöneticilerinden biri de, üzerine geçirdiği üniforma ile kendisini asker sanıyordu. Hem kendisini tanrı sananların, kendisini asker de sanması, doğal değil mi? Onlardan biri ülkenin tepesine çökmek ve böylece özel yetişmiş askerlerin karargâhını ele geçirmek için harekete geçmişti. Karargâhı ele geçirirlerse, ülkeyi de ele geçirebilirlerdi. Zîrâ onlardan daha yetenekli askerler yoktu. Dolayısıyla onların karşısına çıkıp, çatışabilecek askerler de yoktu.

            Ancak unuttukları bir şey vardı. Ama onlar, henüz neyi unuttuklarını bilmiyorlardı. Harekete geçmişlerdi. Bu arada bu özel askerlerin komutanından da emîr gelmişti... “Sana, vatanımız ve milletimiz adına târihî bir görev veriyorum. O vatan hâinidir, isyâncıdır. Onu, karargâha girmeden öldür! Bunun sonunda şehâdet var. Biliyorsun, seninle yirmi yıllık beraberliğimiz var. Hakkını helâl et.”

            Emîr gelmişti, gereğini yapacaktı. Ülkenin tepesine çökmek isteyen ve kendisini hem tanrı, hem asker sananlara karşı, Türk olarak karşılarına dikilecekti. Bir tarafta Türk, bir tarafta ise kendisini tanrı ve asker sananlar... Hangisi, hangisinden üstündür?

            Karargâhtan çıkmış ve beklemeye başlamıştı. İşte, helikopter geliyor. Komutanı da helikopterle geleceklerini söylemişti, zâten. Üzerini kontrol etti. Silâhına baktı. Bir tâne beylik tabancası vardı. Kaç mermisinin olduğunun ise önemi yoktu. Zâten bir mermi bile görevini tamamlaması için yeterliydi. Sonrasında neler olacağı da belliydi. Kendisini buna hazırladı. Merâk ettiği tek şey vardı, o da ukbâdan âilesini görebilecek miydi? Çocuklarının eğitimini tamamladıklarını, iyi bir işe girdiklerini, nâmerde muhtâc olmadan yaşadıklarını, iyi bir âile kurduklarını, hanımının ve çocuklarının başı dik dolaştığını görebilecek miydi? Onu öğrenmesi için görevini tamamlaması gerekiyordu.

            O esnâda helikopter indi. Hâin ve yanındakiler de aşağıya indi. Kendisini tanrı ve asker sananlara bir bakış attıktan sonra aralarında kısa, çok kısa bir konuşma geçti. Sözler önemsizdi. Zâten hepsini unutmuştu. O ân, şeytânî sessizliği, bir mermi bozdu. Kendisini tanrı ve asker sanan, yediği mermi ile yere düşmüştü. O ne muazzam bir ândı... Görev yerine getirilmişti. Şimdi ölebilirdi. Gülümsemeye başladı. Kendisini tanrı ve asker sananın yanında bulunanlar ise gülümseyen yüzüne mermi yağdırmaya başlamışlardı. Önemi yoktu. Görev başarılmıştı ve ölebilirdi... Bu ne güzel bir ölümdü!

             Bir ânda göklerde bir ses yankılanmaya başlamıştı.

“Bugün bedenim düşer. Ama bir gün yine birilerini adımı diriltir; rûhumu diriltir ve siz yine yenilirsiniz...”

* * *

            Kür Şad sarılıyordu. Öyle güzel ve candan sarılıyordu ki, orada bulunanlar, neredeyse kıskanacaktı. Alp Er Tunga, Çingis Kağan, Mete Han, Bilge Kağan, Alp Arslan, Fâtih, Kânunî, Emîr Timur ve daha nicesi... O sırada uzaklardan biri daha geldi. Bunu çok iyi tanıyordu. Hattâ hayâtında bilmediği, ezberlemediği ânı yoktu.

            Başında kalpağı, masmâvi gözleriyle, atının üzerinde geldi ve atından indi. O sırada “Hâyır” diye bir ses duyuldu. Hepsi şaşırmıştı. Bu sefer, tek dizini yere vuran oydu. “Ben, seninle büyüdüm, seninle yaşadım. Yaptığın, yaşadığın ne varsa, hepsini şu kafama yazdım. Sen, milletimin Atatürk’üsün, benim de Gâzî Paşa’msın...”

            Gâzi Paşa, elini tutarak yavaşça kaldırdı. “Kalk, çocuk. Şurada gördüğün herkes, kendi devrinde Türk’ü yaşattı, büyüttü, diriltti, yüceltti, kurtardı. Senden önceki bendim, bu devirde ise sensin. Kalk ve aramızdaki yerini al...”

            Gözleri yaşarmıştı. O ân, âilesine duyduğu özlemi hissetti. Bu sefer, söze Çingis Kağan girdi. “Âilen, Türklüğe emânettir. Âilen, bayrak kadar azîzdir ve merâk etme, hep Türklüğün baş tâcı olacaktır.”

            O sırada Haleb’den, Bayır Bucak’tan, Kerkük’ten, Karabağ’dan, Kırım’dan, Türkistan’dan nice annenin çığlıkları geliyordu. “Nasıl düzelecek?” dedi. Şimdi yanıtlama sırası ise Börü Han’daydı. “Bugün yüreği hâlis demirden yapılma bir Ömer nasıl çıktı ve düzeltti ise Türklüğün bağrından yüreği hâlis demirden yapılma bir Ömer, bir Kür Şâd, bir Gâzî çıkar ve düzeltir.”

            Şimdi Ömer’in gözlerinden iki damla yaş akıyordu. Biri, eşinin alnına düştü. Alnına düşmesi ile berâber rûhuna işlemiş ve yiğit evdeşiyle gurûr duymuş, başını dikleştirmişti. Diğeri ise dünyâda Türk’e düşmânlık duyanlara paylaştırılmıştı. Bir kısmı, Çin’e Vey ırmağına düşmüş, ırmak şâhlanmıştı. Bir kısmı da dünyânın diğer bölgelerine Amerika’ya, Avrupa’ya, Rusya’ya düşmüştü. Bu bir milletin dirilişiydi ama bunu anlamak ise ferâset isteyen bir işti...

03.08.2016


KUTLU ALTAY KOCAOVA

12 Temmuz 2016 Salı

TÜRK ÇOK TANRICILIĞI: TENGRİCİLİK


Görsel: Okan Uzun


Kutlu Altay KOCAOVA

Giriş
            Bilimsel bir konu incelenirken, inceleyen kişinin her şeyden evvel bilimsel donanıma sâhip olması gerekir. Bu ise en başta yeterince verinin toplanmış olması, sistematik olması ve inceleyen kişinin, her türlü inancını, düşüncesini ve değerlerini ayrı tutmasını gerektirir.
            Târih bilimi de, diğer bilim dalları gibi bir incelemeye tâbi tutulmalıdır. Yâni târihçi, incelediği konuda herhangi bir önyargı taşımamalı, içinde yaşadığı zamana göre değil, incelediği zamana göre değerlendirme yapmalıdır. Ayrıca o konuda yeterli sayıda veri toplamalı ve ona göre bir sonuca ulaşmalıdır.
            Diyebiliriz ki, inceleme esnâsında inancı üzerinden hareket eden ya da inancını, kültürünü, geleneklerini ve genel olarak yaşadığı toplumu aşamayan, onu geride bırakamayan bir araştırmacı, kesinlikle bir değer ifâde etmez. Belki ulaştığı sonuç doğru olabilir ama yine de yönlendirmeye yol açan ve bilimsel gerçek olmayan her sonuç, bilim açısından kabûl edilemez.
            Türklerin İslâm öncesindeki inancı meselesi, uzun zamandır tartışılan bir meseledir. Çoğunluğu Türkiye dışındakilerin oluşturduğu birçok târihçi, eski Türk inancının çok tanrılı olduğunu savunurken, birçoğu Türkiyeli olan birçok târihçi de, tek tanrılı olduğunu savunmaktadır. Bu noktada ben de eski Türk inancının çok tanrılı yapısını ortaya koymaya çalışacağım. Bunu yaparken Yunan, Roma, Çin, Hind, Arap ve diğer çok tanrıcı inançları da ortaya koyacağım. Bu arada şu soruları, cevaplandırmaya çalışacağım.
·         Tanrı inancının temeli nedir?
·         Tek bir tanrıya inanıldığı iddiâsının sebepleri nelerdir?
·         Birden çok tanrıya inanmak, gerilik ya da ilkellik göstergesi midir?
·         Türklerde tanrı ya da tanrısal özelliklere sâhip olan varlıklar hangileridir?
·         Melek, cîn ve ruh gibi soyut varlıkların ve bunların tanrısallaşmasının sınırı nedir?
·         Çok tanrılı inançlara sâhip olan toplumlar arasında ne gibi farklar ve ortak noktalar bulunmaktadır?
·         Coğrafyanın ve ekonomik yapının, inanç yapısına etkisi nedir?
·         Tek tanrıya dayalı inançlar ile çok tanrıya dayalı inançlar arasında ne gibi farklar ve ortak noktalar vardır?
Genel olarak bu sorulara cevap aramaya çalışacağım ve meseleyi şu başlıklar altında inceleyeceğim. 
1.      Tengri inancı
a)      Türk inancında tanrılar ve tanrısal varlıklar
b)      Bozkır coğrafyasının Tengricilik üzerindeki etkileri
c)      Tengricilikle alâkalı kültler
2.      Çok tanrıcılık ve dünyâda çok tanrılı inançlar
a)      Tengricilik ile diğer çok tanrıcı inançların ortak ve farklı yönleri

1.      Tengri İnancı

İnsanoğlu, târih boyunca doğaüstü güçlere inanmıştır. Coğrafyaya ve toplum yapısına göre bu doğaüstü güç ya da güçlerin isimleri, güçlü, konumları farklı olmuştur. Bu ise zaman içerisinde farklı inanç sistemlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İnsanların kendileri, çevreleri ve genel olarak doğa ile ilgili bilgileri arttıkça da inandıkları güç ya da güçlere dâir inançlarda değişiklik görünmüştür. Doğa dinlerine göre kitaplara dayanan dinler, daha az değişim geçirse de, kendi bünyesinde değişim yaşamayan hiçbir din yoktur. Her din, her toplum, kendi yapısına uygun olarak inandığı doğaüstü güç ya da güçlere, isimler vermişlerdir. Türkler, Tengri derken; Araplar (İslâm ile berâber bütün Müslümânlar), Allah; Farslar, Hudâ; İbrânîler, Yehova ya da Eloh; antik Yunanlar, Theos demişlerdir. Her inanç ise inandıkları doğa üstü güç ya da güçlerin etrâfında şekillenmiştir.    
Tengricilik, Tengri’nin etrafından oluşmuş olan ve Macaristan’dan Büyük Okyanus’a kadar olan bölgede yayılmış olan bir inanç sisteminin adıdır. Türklerin en eski inancı olan Tengriciliğin merkezinde, en yüce varlık olduğu kabûl edilen Tengri bulunur. Tengri’nin altında ise çocukları olan gök tanrısı Ülgen, yer altı tanrısı Erlik Han ve bereket tanrıçası Umay ile bunların her birinin ayrı ayrı çocukları ve hizmetinde görev yapan çok sayıda ruhlar bulunur. Ayrıca bu geniş coğrafyanın farklı yerlerinde de zaman zaman farklı tanrılar ya da tanrıcıklar bulunmaktadır.
Bununla berâber bu inancın merkezinde, biraz önce dediğim gibi Tengri bulunur. Tengri sözcüğü, genel bir kullanım olmakla berâber çeşitli Türk lehçe ve ağızlarında birtakım söyleyiş farkları bulunmaktadır. Buna göre çeşitli Türk boyları ve toplulukları, Tangra, Tangara, Tangrı, Tengri, Tengere, Türe, Tura şeklinde isimlendirmişlerdir[1]. Çuvaşlar, Tura[2], Türe veyâ Turi[3]; Kumanlar, Tengri[4]; Yakutlar, Tangara; Kumandinler, Tegre, Tengere, Tegri, Tengre; Karaimler, Tangrı, Tanrı; Kırgızlar, Tenir[5] [6]; Karaçay ve Balkarlar, Teyri[7]; çeşitli Tatar boyları, Tere ve Tengre; Hakaslar, Tigir[8]; Tuvalar, Deri, Deer; Anadolu ve Âzerbaycanlılar, Tanrı, Tan; Altaylılar, Tengri, Tengeri; Şorlar, Tengri; Moğollar, Tenger, Tengri[9] [10]; Buryatlar, Tengeri, Tengri; Kalmuklar ise Tenger gibi isimler vermişlerdir.[11] [12]
            Tengri’nin çok sayıda çocuğu bulunur ve bunlar ayrı ayrı tanrılar olarak görev yaparlar. Tengri, evreni ve evrenin içinde bulunanları yaratıp, yönetir. Bununla berâber gökyüzünü, Ülgen; yer altını da Erlik Han yönetir. Ayrıca çeşitli Türk boylarında çeşitli isimlerde farklı tanrı, tanrıcıklar ve çok sayıda yer-sublar ve ata ruhları bulunur.
            Her birine ayrı ayrı tapınılan, kanlı ya da kansız kurbanlar sunulan, duâlar edilen, adaklar adanan bu tanrı, tanrıcık ve ruhlar ile insanlar, yâni dünyâ arasındaki köprüyü kamlar (şamanlar) oluşturur. Kamlar, ak kam ve kara kam üzere ikiye ayrılır. Ak kamlar, iyi ruhlar ile Umay, Ülgen ve Tengri ile görüşür, onlar adına hareket ederler; kara kamlar ise kötü ruhlar ve Erlik Han ile görüşür, onlar adına hareket ederler. Tedâvi, büyü, kâhinlik, falcılık, kurbanların ruhlara ya da tanrılara ulaştırılması ve daha birçok şey, kamların görevidir.
            Yine de günümüzde, özellikle Türkiye’de, birçok araştırmacı ve târihçi, Tengriciliği tek tanrılı bir inanç gibi kabûl etmektedir. Prof. Dr. Hikmet Tanyu başta olmak üzere birçok târihçi bu görüştedir. Özellikle Hikmet Tanyu, “İslâmlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı Dini”[13] adlı eserinde, bu konu üzerinde durmaktadır. Tanyu, bu eserinde genel olarak İslâm üzerinden çıkarımlarda yapmakta ve Tengri’nin tek olduğunu, diğerlerinin ise, cîn, melek ya da ruh olduğunu söylemektedir. Ancak bunu yaparken yine İslâm üzerinden hareket etmekte ve üstelik, Prof. Dr. Abdülkadir İnan’ı, İslâm üzerinden değerlendirmek yapmadığı için eleştirmekte, Altay Türkleri’nin günümüzdeki inanç ve ritüellerini kabul etmemekte ve “dejenere” olarak nitelemektedir.[14] Ayrıca halkbilimci Dr. Yaşar Kalafat[15], târihçi Prof. Dr. Bahaeddin Ögel[16], araştırmacı Sait Başer[17], Türkolog Prof. Dr. Saâdet Çağatay[18] ve târihçi Prof. Dr. Erol Güngör[19]  gibi isimler de, Tengriciliğin tek tanrılı bir inanç yapısı olduğunu düşünmüş ve söylemişlerdir. Bu konuda Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, İslâm’dan önce Türklerin tek tanrıya inandığını söylemekle berâber Kök Tengri’nin üzerinde “Kan (Han) Tengri”nin bulunduğunu söyler. Her ne kadar Ögel, böyle diyerek kendi tek tanrı iddiâsını çürütmüş olsa da, Kök Tengri’nin gerçek anlamda bir tanrı olmadığını söyleyerek, iddiâsını güçlendirmeye çalışmaktadır[20]. Türk tarihçiliğinin en önemli isimlerinden olan Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu da, “Türk Milli Kültürü” adlı eserinin, “Eski Türk İnancı”[21] kısmında kitâbelerde Umay isimli bir tanrıçanın adının geçtiğini yazar. Ancak kitabının ilerleyen sayfalarında eski Türk inancının tek tanrı inancı olduğunu söylemekte bir sakınca ve çelişki görmez. İslâm inancına göre İslâm, ilk ve tek dindir. İnanca göre daha sonra insanlar, bu dini bozmuşlar ve çeşitli dinlere inanmışlardır. Genel olarak Tengriciliğin tek tanrılı olduğu iddiâsında bulunanlarda da, bu inancın etkisinin yüksek olduğu görülmektedir. Hikmet Tanyu’nun Tengri inancının, bir peygamber vasıtasiyle mi bildirilmiştir, sorusuna “Bunun tesbiti bugünkü ele alınan kaynaklara göre mümkün değildir. Fakat Kur’an-ı Kerîm’de her ümmete peygamber gönderildiği bildirilmiştir[22]” cevâbını vererek, İslâmî kaynaklar üzerinden hareket ettiğini göstermektedir. Ayrıca “Müslümanların adı Hz. İbrahim zamanında verilmiş. Bu duruma göre Türkler bir Tanrı'ya ve ahlâka, ruhun ölmezliğine, âhirete, kadere v.b. inandıklarından Müslümandı diyebiliriz”[23] diyerek, iddiâsının temelini İslâm’a dayandırdığını göstermektedir. İlâhiyat ya da diğer İslâmî alanlar için bu elbette olabilir ama herhangi bir inancın ele alınmasında, bu yöntem, kesinlikle kabûl edilemez. Eski Türk inancının tek tanrılı olduğunu iddiâ eden diğer araştırmacılarda da, bu kadar açık bir ifâde olmasa bile kaynağın İslâm olduğu görülmektedir. Zâten Hikmet Tanyu’nun dışındaki isimlerin, bu konuda Hikmet Tanyu’dan etkilendikleri, açık bir şekilde belli olmaktadır. Bu sebeple diyebiliriz ki, Tengricilik inancını, tek tanrı inancı gibi gösterebilecek hiçbir bilimsel veri bulunmamaktadır.
            Kaldı ki, bir inanç, başka bir inancın kuralları ya da değerleri ile incelenemez, değerlendirilemez. Kaldı ki, bilimsel olarak bir inancın, tek ya da çok tanrıya dayanması ya da herhangi bir tanrıya dayanmaması bir değer ifâde etmez. Dolayısıyla bir inancın, inandığı tanrıların sayısı, onu değerli ya da değersiz yapmaz. Günümüzde Japonya ve Güney Kore’deki çok tanrıcı inanç yapıları, nasıl ki, Japonları ve Korelileri, ilkel ya da geri kalmış bir toplum yapmıyorsa; Almanya, ABD ve İngiltere’deki gibi tek tanrıcı inanç yapıları da, onları ilkel ya da geri kalmış bir toplum yapmamaktadır. Aynı şekilde Benin ve Ruanda’daki gibi çok tanrıcı inanç yapıları, onları medenî ve ileri bir toplum yapmıyorsa; Afganistan ve Sudan’daki tek tanrıcı inanç yapıları da, onları medenî ve ileri bir toplum yapmamaktadır. Bu yüzden de Türklerin, geçmişte (ve günümüzde bir kısmının) çok tanrılı bir inancın mensûbu olmuş olması, onların değerini azaltmaz, medenî ya da ilkel bir toplum durumuna sokmaz. İleri ya da geri olmak, bambaşka bir konudur.
            Tengri inancının, toplumsal yönüne baktığımızda, insanların günlük hayâtına ve toplumsal hayâta dâir kurallar barındırmayan bir inanç olduğunu görürüz. Türklerin toplumsal ve günlük hayâtını, seküler bir özellik gösteren “töre” yönetmiştir. Bununla berâber inanca dâir kurallarında da boylar arasında farklılık olduğunu söyleyebiliriz. Bunun en bâriz örneği ise en yüce varlık olarak görülen Tengri adındaki farklılıklar ile tanrılar hiyerarşisi diyebileceğimiz sistemdeki farklılıklardır. Sonuçta herhangi bir kitaba ya da sisteme dayanmayan bir inanç yapısında, farklılıklar olması normaldir.  
            Tengri inancını ele alırken, dikkat çeken noktalardan biri de, Tengri inancının isimlendirilme sorunudur. Şamanizm, Gök Tanrıcılık ya da Tengricilik olarak adlandırılan bu inancın isimlendirilmesi konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bâzı târihçi ve Türkologlar, şamanizm ya da kamcılık olarak adlandırılan sistemin din olmadığını savunmaktadırlar. Bu konuda Türkolog Jean-Paul Roux, “Altay Türklerinde Ölüm” adlı eserinde, “Hiçbir şekilde bir din olmayan bu özel pratiğin”[24] diyerek, bu konudaki düşüncesini ortaya koymuştur. Rus bilim adamı Shirokogorov, “Şamanlık … bir din olarak kabul edilemez”[25] demiştir. Bir başka Rus bilim adamı Mikhailovski, Yakutların kendisine “Şamanlık, Yakutlara göre bir inanç ya da din değildir, yalnızca belli durumlarda oynanan bağımsız hareketlerden oluşan bir oyundur”[26] dediğini aktarır. Rus Türkolog Jelobtsov F. Fedotoviç, şamanizmi reddetmemekle berâber din değil, inanç ya da kültür olarak niteler[27]. Halkbilimci Yaşar Kalafat, bu konuda “Tengricilik ile Şamanizmi eş tutmak Hikmet Tanyu gibi birçok otoritenin tek tanrılı olduğu üzerinde durdukları Tengricilik’i büyücülükle eş anlamda tutmak olur”[28] demektedir. Kalafat, şamanizmi, büyücülük olarak niteleyerek, bir anlamda küçük görmektedir. Bu ise değerlendirmenin bilimsel değerini ciddî biçimde düşürmektedir. Târihçi Prof. Dr. Saadettin Gömeç de, “Şamanizm ve Eski Türk Dini”[29] adlı makâlesinde kamcılığın (şamanizm) din olmadığını söyler. Türklerde tek tanrı inancının en ateşli savunucularından olan Hikmet Tanyu, şamanizmi hem isim, hem kavram olarak reddetmektedir. Gerçi “Dinler Tarihi Araştırmaları” adlı eserinin, “Eski Türk İnancında Olan Şamanist Türklerde Dağ”[30] başlıklı bölümde, şamanizmi bir din olarak görmektedir. Tanyu’nun bu konuda, ilerleyen yıllarda fikrini değiştirdiğini, yukarıda alıntı yaptığımız “İslâmlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı Dini” adlı eserinden görebilmekteyiz. Târih konularında yazarlık yapan ve hukuk târihçisi olduğunu iddiâ eden, hukukçu Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, târih yazıları yazdığı Türkiye gazetesindeki köşesinde, “Şamanlık din değil”[31] başlıklı yazıda, bu konuyu vurgulamaktadır. Hikmet Tanyu’nun izinden giderek İslâmî kaynaklara dayalı olarak Türklerde tek tanrıcılığın olduğunu söyleyen Ekinci, Türklerin, Türkistan’a giren Âsurlulardan dolayı yıldızlara, güneşe ve diğer unsurlara taptıklarını söylemektedir. Açıkçası şimdiye kadar hiçbir bilimsel eserde, Âsurluların Türkistan’a girdiği ve Türklerin inancını değiştirdiği bilgisi yer almamaktadır. Ekinci, bu iddiâsına dayanak olarak herhangi bir kaynak belirtmemektedir. Tabiî bu durum, iddiâsının geçerliliğini ortadan kaldırmaktadır.
            Şamanizmin din ya da inanç olmadığını söyleyenlerin genel olarak dayanak noktası, İslâm, Hristiyanlık, Mûsevîlik, Budizm, Zerdüştlük gibi belli bir sisteme sâhip olan dinlere dayalı yaptıkları kıyaslamadır. Bununla berâber birçok târihçi ve Türkolog, şamanizmin bir inanç sistemi ya da din olduğu görüşündedir. Sanat târihçisi Prof. Dr. Yaşar Çoruhlu, “Türk Mitolojisinin Ana Hatları” adlı eserinde “Şamanizm, milattan önceki devirlerden bu yana Türklerin ve çevrelerindeki toplulukların, İç Asya ve Orta Asya’da yaşadıkları bölgelerde uyguladıkları ve şaman ya da kam adı verilen din adamları aracılığıyla gerçekleştirilen bir inanç ya da uygulamalar bütünüdür”[32] demektedir. Son dönemde yetişmiş, en önemli şamanizm araştırmacılarından biri olan, halkbilimci Prof. Dr. Mihály Hoppál, “Avrasya’da Şamanlar” adlı eserinde, şamanizmi, sözcüğün geleneksel anlamı ile bir din olarak değil, bir inanç sistemi olarak gördüğünü belirtir[33]. Bununla berâber Türkolog Prof. Dr. Abdülkadir İnan, “Tarihte ve Bugün Şamanizm”[34] adlı önemli eserinin genelinde şamanizmin bir din olduğunu vurgulamaktadır. Türk tarihçiliğinin en önemli isimlerinden biri olan Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, “Hâtıralar”[35] isimli eserinde, şamanizmin bir tabiât dini olduğunu ve bu yönüyle kitap dinlerinden daha iyi olduğunu söylemektedir. “Umumî Türk Tarihine Giriş”[36] adlı eserinin birçok yerinde de şamanizmi bir din olarak ele almaktadır. Ayrıca “Oğuzların Hıristiyanlığı Meselesine Ait”[37] adlı makâlesinde de Barthold’un Oğuzların Hristiyan olduğu iddiâsına cevap vermekte ve Oğuzların Hristiyan değil, Şamanî (Şamanist) olduğunu belirtmektedir. Türkiye’de yaşayan ve Rusya Federasyonu’na bağlı Hakas Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı’nın Türkiye temsilciliği görevini yürüten sosyolog Timur B. Davletov, “Türkleri’nin Geleneksel Kamlık İnancı Bağlamında Kadın Haklarına Bakış”[38] adlı makâlesinde, kamlık ya da şamanizmin bir din olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü tarafından 16-17 Nisan 2007 târihinde düzenlenen “Yaşayan Eski Türk İnançları Bilgi Şöleni”nde “Kamlık İnancında Kam (Şaman) ve Kümelenme Geleneği Üzerine”[39] başlığıyla sunduğu bildiride de bu görüşünü ortaya koymaktadır. Kendisi de aynı zamanda bir şamanist olan Davletov, sosyal medya üzerinden bu konudaki tartışmaları eleştirmekte ve şöyle demektedir. “Kam dini mensubu insanlar, başka dinler din değildir, demezken, diğer din mensupları, Kam dini konusunda fikir ileri sürebiliyor”. Hakas bilim adamı Larisa Anjiganova, “Yaşayan Eski Türk İnançları Bilgi Şöleni”nde sunulan ve “Geleneksel ve Çağdaş Hakas Kamlığı”[40] adını taşıyan bildirisinde, Hakas inancını kamlık olarak isimlendirmektedir. Altay Tengricilerinin en önemli isimlerinden olan Akay Kunayev, bu konuda şöyle bir değerlendirme yapmaktadır. “Nasıl kelebek kışın kozada saklanır yazın çıkar, tengricilik de Şamanizm’den öyle çıkmıştır”[41]. Bahaeddin Ögel, şamanizmin bir inanç olduğunu kabul etmekle berâber, “Türk dininin en dejenere olmuş bir tipi”[42] olarak nitelemektedir.
            Tengri inancının isimlendirilmesi noktasında, elbette, bu konuda en başta bunun inancın mensuplarının hakkı vardır. Bu konuda Hakas, Altay, Tuva, Saha ve bu inanca mensup olan birçok Türk boyunun hem Tengrici adını, hem kamcı (şamanist) adını kullandığını görüyoruz. Ayrıca şamanizm ya da kamcılık ismine karşı olanların bilimsel dayanaklarının da zayıf olduğu görülmektedir. Çünkü bir inancı, başka bir inanca göre değerlendirmek büyük yanlıştır. Bu kabul edilemez. Bu yüzden de kamlık ya da şamanizm şeklindeki isimlendirmeler de doğrudur. Bununla berâber bu tartışmanın bir tarafı olmamak adına, her iki kesimin benimsediği ve günümüzde de en çok kullanılan Tengricilik ismini tercih etmekteyim.
             Makâlenin devâmını okumak isteyenler, "Türk Çok Tanrıcılığı:Tengricilik" bağlantısı üzerinden, güncellenmiş şeklini, PDF formatında, bilgisayarına indirebilir ya da okuyabilir.





[1] İnan, Abdülkadir, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Materyaller ve Araştırmalar, 3. Baskı, s.28, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1986
[2] Beydilli, Celal, Türk Mitolojisi, Ansiklopedik Sözlük, s.565, Yurt Kitap Yayın, Ankara, 2005
[3] Arık, Durmuş, "Çuvaşların Dinî İnanışları Üzerine, International Journal of Central Asian Studies, Volume 11-1, s.21, 2007
[4] Tavkul, Ufuk, "Codex Cumanıcus ve Karaçay-Malkar Türkçesi", Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, s.15, ss. 74, Bahar 2003
[5] Erşahin, Seyfettin, “Kırgızların İslamlaşması Üzerine Bazı Mülahazalar”, c.39, s.1., ss. 398, Ankara, 1999
[6] Dıykanbayeva, Mayramgül, “Kırgız Türklerinde Evlilik ve Buna Bağlı İnanışlar”, s.49, ss.141, Erzurum, 2013
[7] Tram-Semen, Sofi, Atalarımız Hunlar, s.87, Kaynak Yayınları, İstanbul 2007
[8]  Davletov, Timur B. (Türkiye Türkçesine aktaran), Huban Arığ, Hakas Türkleri’nin Kahramanlık Destânı, s.207, Türksoy Yayınları,  Ankara, 2006
[9] Temir, Ahmet (çev.), Moğolların Gizli Tarihi, iç kapak, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1995
[10] Çingiz Kaan’ın atalarını, doğumunu, yükselişini ve ölümünü anlatan “Moğolların Gizli Tarihi” adlı eser, Moğolca, “Müngke Tengri-yin Küçü-dür” (Sonsuz Tanrı’nın gücüyle) ifâdesiyle başlar.
[11] Beydilli, Celal, Türk Mitolojisi, Ansiklopedik Sözlük, s.535, Yurt Kitap Yayın, Ankara, 2005
[12] Çoruhlu, Yaşar, Türk Mitolojisinin Ana Hatları, s.20-21, Kabalcı Yayınları, 4. Baskı, İstanbul 2012
[13] Tanyu, Hikmet, İslâmlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı Dini, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, no. 148, Ankara 1980
[14] a.g.e., s.178
[15] Kalafat, Yaşar, “Geçmişten Günümüze Türklerde Din ve İlgili Bazı Meseleler” Serhat Kültürü Dergisi/Çobanoğlu Özel Sayısı, Ocak-Şubat 2006, s.30-33
[16] Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, 1. Cilt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2014
[17] Başer, Sait, Kök Tengri, Gök Tanrı'nın Sıfatlarına Esmaü'l-Hüsna Açısından Bakış, İrfan Yayınları, İstanbul 2011
[18] Çağatay, Saadet, Kazakça Metinler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1961
[19] Güngör, Erol, Tarihte Türkler, s.61, Ötüken Yayınları, 8. baskı, İstanbul 1997
[20] Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, 2. Cilt, s.12, MEB Yayınları, Ankara, 2001
[21] Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü, s.302, Ötüken Neşriyat, 16. Basım, İstanbul, Kasım 1997
[22] Tanyu, Hikmet, İslâmlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı Dini, s. 181, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, no. 148, Ankara 1980
[23] a.g.e., s.184
[24] Roux, Jean-Paul, Altay Türklerinde Ölüm, s.28, Kabalcı Yayınları, İstanbul 1999
[25] a.g.e., s.28 (Shirokogorov, General Theory of Shamanism among the Tungus, NCBRAS, 1923, s.248)
[26] a.g.e., s.29 (Mikhailovski, Shamanism in Siberia and european Russia, JAlns, 1895, XXIV. Cilt, s.63)
[27] Fedotoviç, Jelobtsov F., “Saha Yeri ve Saha Türkleri”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, c.16, s.27, ss.237, Ankara, 1992
[28] Kalafat, Yaşar, “Geçmişten Günümüze Türklerde Din ve İlgili Bazı Meseleler” Serhat Kültürü Dergisi /Çobanoğlu Özel Sayısı, Ocak-Şubat 2006, s.30-33
[29] Gömeç, Saadettin, “Şamanizm ve Eski Türk Dini”, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, sayı:4, s.47 Denizli 1998
[30] Tanyu, Hikmet, Dinler Tarihi Araştırmaları, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, no. 120, Ankara 1973
[31] Ekinci, Ekrem Buğra, “Şamanlık din değil”, Türkiye Gazetesi, 03.09.2008
[32] Çoruhlu, Yaşar, Türk Mitolojisinin Ana Hatları, s.15, Kabalcı Yayınları, 4. Baskı, İstanbul 2012
[33] Hoppál, Mihály, Avrasya’da Şamanlar, s.21, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2012
[34] İnan, Abdülkadir, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Materyaller ve Araştırmalar, 3. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1986
[35] Togan, Zeki Velidi, Hâtıralar, s. 68-69, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2. baskı, Ankara 2012
[36] Togan, Zeki Velidi, Umumî Türk Tarihine Giriş, Cild 1, En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yayınları, 3. baskı, İstanbul 1981  
[37] Togan, Zeki Velidi, “Oğuzların Hıristiyanlığı Meselesine Ait”, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Tarih İncelemeleri Dergisi, Sayı 27/2, s. 527, Aralık 2012
[38] Davletov, Timur, “Türklerin Geleneksel Kamlık İnancı Bağlamında Kadın Haklarına Bakış”, Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği Bülteni, Sayı: 1, Yıl: 1, Eylül 2004, s.5-6
[39] Davletov, Timur, “Kamlık İnancında Kam (Şaman) ve Kümelenme Geleneği Üzerine”, Yaşayan Eski Türk İnançları Bilgi Şöleni: Bildiriler, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, s.89-97, Ankara 2007
[40] Anjiganova, Larisa, “Geleneksel ve Çağdaş Hakas Kamlığı”, Yaşayan Eski Türk İnançları Bilgi Şöleni: Bildiriler, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, s.15-21, Ankara 2007
[41] Kapağan, Enver, “Gök Tanrı İnancı ve Bu İnanç Sisteminin İçinde Alkış, Dua ve Dilekler”, Turkish Studies, Volume 9/3, Türk Dili ve Edebiyatı Özel Sayısı, s. 801, Winter 2014
[42] Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi, 2. Cilt, s.13, MEB Yayınları, Ankara, 2001