“Sadece
hükümetin taraftarları, sadece -sayıları ne kadar çok olursa
olsun- bir partinin üyeleri için tanınan özgürlük, özgürlük
değildir. Özgürlük, her zaman farklı düşünenin özgürlüğüdür.
‘Adalet’ fanatizmi için değil, politik özgürlüğün tüm
canlandırıcılığı, iyileştiriciliği ve temizleyiciliği bu
esasa bağlı olduğu için ve ‘özgürlük’ imtiyaz haline
geldiğinde, etkisini yitirdiği için.”1
Marksizm’in
en önemli düşünürlerinden biri olan Rosa Luxemburg, bu sözleri
kurulalı henüz birkaç ay olmuş olan Sovyet Rusya için
söylemişti. Yâni sosyalist devrime inanan birinin, böyle bir
eleştiri yapabilmesi çok önemlidir. Bu bizim, genel olarak
insanlar için, en önemli eksiklerimizden biri. Aynı ya da benzer
fikirleri paylaştığımız insanlara karşı üç maymunu oynamak.
Görmemek, duymamak, konuşmamak… Bu aslında kendi fikirlerimize
yönelik büyük bir hatâ olsa da, bunu görmek imkânsızlaşıyor.
Zîra yandaş olmak, iktidara yakın olmak maâlesef, ilk şart
olarak eleştirmemeyi, susmayı gerektiriyor. Luxemburg da, bu
eleştirisinin
ve
Lenin ile girdiği diğer tartışmaların bedelini ağır bir
biçimde ödedi. Ocak 1919’da öldürüldü…
Gelelim
günümüze… Günümüzde de benzeri durumu görüyoruz. Farklı
isimler, farklı coğrafyalar, farklı milletler, farklı târihler
ama aynı olaylar… Olaya sebebler ve sonuçlar arasındaki ilişki
açısından bakarsak, benzer sebebler, benzer sonuçlar doğuruyor.
Luxemburg,
bize bir özgürlük tanımı sunuyor. Bunun dışında da benzer ya
da farklı birçok özgürlük tanımı var. Dolayısıyla yeni bir
tanıma pek gerek yok. Bunun için bana göre daha ziyâde düşünme
üzerinde durmak gerekiyor. Düşünme üzerine sorgulamalar yapmak
gerekiyor.
Düşünmek
nedir? Çok sık kullansak da, kullandığımız gibi midir? Nasıl
bir şeydir, kavram olarak, aklî olarak, sorgu olarak? Düşünmek
ve inanmak, bir arada olabilir mi? İnsan, üzerinde düşündüğü
bir şeye inanabilir mi ya da inandığı bir şey üzerinde
düşünebilir mi?
Düşünmek,
basittir aslında. Bu yüzden de güzeldir. İnsanlar, sık sık
birbirlerine uyarı mâhiyetinde “Düşün biraz, kafanı çalıştır”
gibi sözler söyleseler de, elbette kasd ettikleri gerçek anlamda
bir düşünme değildir. Düşünmek için ilk ve tek şart,
sorgulamadır…
Peki,
ama nasıl? Nasıl ve ne şekilde bir sorgulama?
Sınırsız
ve evrende var olan, olmayan; varsayılan, varsayılmayan her şeye
dâir bir sorgulama… Sınırsız bir şüphecilik… Çizgiyi aşma
ve hattâ çizgi diye bir şey tanımama. Düşünmek budur. Hattâ
düşünmek budur, diyen tanımlama üzerinde de sorgulama yapmak…
İnsan,
hem düşünüp, hem inanabilir mi? Elbette… Ama… Sâdece farklı
konularda, farklı alanlarda. Yâni üzerinde düşünmediğiniz bir
konu hakkında inanç sâhibi olabilirsiniz. Aynı şekilde
inanmadığınız bir konu hakkında da düşünceniz olabilir. İkisi
birbirine komşu iki kavramdır ve ikisi aynı ânda, aynı yerde
olamaz. Çünkü birinde teslimiyet, birinde ise merâk etme vardır.
İnanmak, teslîm olmaktır. Doğru ya da yanlış olmasının bir
önemi yoktur. İdeoloji, dîn ya da siyâsî hareket olmasının da
önemi yoktur. Sâdece teslimiyet vardır. Düşünmek ise tamâmen
merâk ve meraktan doğan sorulara dayanır. Dolayısıyla ikisi aynı
ânda, aynı yerde olamaz. Klasik bir fizik yasası, yâni.
Bu
açıdan bakıldığında, kavram olarak doğru bir yere oturtmamız
gerekir. Düşünmek, tamâmen bağımsız bir beyne sâhib olmayı
gerektirir. Yâni günlük hayâtta kullandığımız akıl yürütme
argümanlarını da içine almakla berâber aslında çok daha
fazlası vardır, içinde. Âdetâ bütün evren…
Düşünmek,
merkezden çevreye doğru açılan bir eylemdir. Önce sen, sonra
sana dayatılanlar, sonra değerler, sonra âile, sonra çevre, sonra
çevreye dayatılanlar… Bu tâ evrenin en uzak köşesine kadar
gider ve bu bırak, bir insan ömrünü, ne insanlığın ömrüne,
ne de dünyânın ömrüne sığmaz. Evrenin ömrüne sığar mı,
ondan da şüpheliyim… Bu yüzden de çok önemlidir ve sorgulayan
bir beyin, özgürlüğün sınırsız olduğu tek alandır. Her ne
kadar sık sık bünyeyi rahatsız etse de, sıkıntıya soksa da,
endişeye kapılmasına yol açsa da, düşünmek, yapılabilecek en
güzel şeydir…
Bu
noktada insanın aklını kirâya vermesinden ya da düşünmekten
vazgeçmesinden de söz etmek gerekir.
Bunun
için dünyânın çeşitli yerlerinden örnekler verilebilecek olsa
da, Türkiye ve yakın coğrafya üzerinden hareket edersek, târikât
ve cemaatlere bakabilir ve bâzı sonuçlara ulaşabiliriz. Bilmemiz
gereken bir nokta var ki, şeyh-mü'rid ilişkisinin hâkim olduğu
bütün toplumsal hareketlerde, akıl devre dışı kalır. Bu
noktada akla ve mantığa uymayan sayısız olay gerçekleşir. Çünkü
şeyh, megaloman kişiliğinden dolayı kendisini tanrısal bir
kimliğe büründürür. Buna inanan mü'rid de, hem şeyhinin
tanrısal bir kimliğe sâhib olduğuna inanır, hem de onunla
berâber olduğunda Allah'ın kendisine yardım edeceğine inanır.
Bu durumda, düşünmesine gerek kalmaz. Sorgulamak ise Allah'ın
yardımını engelleyecek bir tehlike hâline gelir. Dolayısıyla
karşımızda tamâmen robotlaşmış kişiler belirir. Cengiz
Aytmatov, bunların benzerine ünlü eserinde "mankurt"
der. Gerçi romandaki mankurtlaşma biraz farklı olsa da, ortaya
sonuç aynıdır. Robotlaşmış, düşünemeyen varlıklar…
Böyle
bir durumun hâkim olduğu toplumsal hareket, bâzen tanrısal güç
inancıyla körü körüne saldırır ve çok önemli, büyük
başarılar kazanabilir. Aynı zamanda bir târikât şeyhi olan
Sâfevî şâhı İsmâil Hat'âî'de bu vardır. Mü'ridleri, onun
Ali'nin rûhuna taşıdığına, Mehdî olduğuna inanıyordu ve bu
yüzden saldırırken, büyük bir güven taşıyorlardı. Bu yüzden
kısa sürede büyük başarılar kazandılar. Ama Çaldıran'da
Yavûz Sultân Selîm'in aklı karşısında kaybettiler.
Atatürk
devrinde de bunu gördük. İstiklâl Savaşı'nda İslâm'ı
kullanıp, Yunan ordusuna "Allah'ın ordusu" diyebilecek
hâle gelenler ve onların peşinden gidenler, cumhûriyetten sonra
Şeyh Sâid gibi birinin peşinden gidenler... Burada akıl devre
dışı kaldı ve Atatürk'ün aklı karşısında kaybettiler.
Günümüzde
de bunu yaşıyoruz. İster Fethullahçı hâinler olsun, ister diğer
târikât ve cemaâtler olsun, oldukça benzer durumları görüyoruz.
Aklını bir şeyhe ya da dînî öndere teslîm eden kişiler, her
zaman akıldışı hareket ederler. Böyle mantıksız ve aptalca
hareketler nasıl olur, demenin bir önemi yok. Çünkü sorunun
yanıtı doğrudan, sistemin içinde saklı. Aklını devrede
mü'ridlerin akılcı davranması, fazlasıyla akıldışı değil
mi?
Dolayısıyla
yaşananlar, bize laikliğin önemini ve Atatürk'ün tekke ve
zâviyelerini kapatmasının önemini gösteriyor... Zâten Atatürk'e
duyulan bunca kîn ve nefrette de bunu görüyoruz... Bu da özgür
düşüncenin ve aklın önemini gösteriyor.
15.07.2017
1
Luxemburg, Rosa, Türkiye Üzerine Yazılar, s.13-14, Belge
Yayınları, 1. Baskı, Temmuz 2013