14 Temmuz 2015 Salı

MUKADDES ŞEHÎD - Şehîd Mûsâ Hulûsî Paşa -



            Ortalık bir ânda sessizleşmişti. Bu sessizliği sâdece çeşmeden akan suyun sesi bozuyordu. Atılan bombaların, patlayan tüfeklerin ve topların sesi duyulmuyordu. Sâdece bir su sesi…

            Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Ne bir asker, ne bir subay… Hiç kimse olanlara bir anlam veremiyordu. Sâdece üç gün önce ferik (orgeneral) olan Mûsâ Hulûsî Paşa, olan biten farkında idi. Mutluydu. İsteği gerçekleşmişti. Zâten İstanbul’dan ferik olduğu haberini getiren haberciye, asıl istediği rütbenin bu olmadığını söylemişti.

            Evet, onun dünyevî bir rütbe beklentisi yoktu. Onun tek isteği mânevî bir rütbeydi. Gerçi onun yolu, dünyadan geçiyordu ama o, bu yolu, çoktan aşmıştı. Yüzü gülüyordu. Göğsüne saplanan şarapnel parçası, onun mânevî rütbe isteğini gerçekleştiren bir aracı olmuştu.

            O ân, bir ses, su sesinin dışında ikinci bir ses oldu. “Koşun, Paşa, şehîd oldu.”

*  *  *

            Rusların, Osmanlı ve genel olarak Türkler üzerindeki emelleri, yüzlerce yıldır bilinmekteydi. Bunun için önce Deşt-i Kıpçak hanlıklarını yok etmiş, sıra Türklüğün en büyük gücü Osmanlı’ya gelmişti. Hattâ bunun için sürekli İngiltere ve Fransa ile görüşüyor ve Osmanlı Devleti’ni paylaşmayı teklîf ediyorlardı. Ancak başta İngiltere, Rusya’nın kontrolsüz büyümesini ve güçlenmesini engellemek için bu teklifleri reddediyordu.

            Rusya, 1850’li yıllarda, sürekli olarak Osmanlı’yı savaşa çekmek ve Avrupalılara emr-i vâkî yapmak istiyordu. Bu dönemde Rusya, kendini Osmanlı Ortodokslarının koruyucusu i’lân etmiş ve bunu bir ültimatomla Osmanlı Devleti’ne bildirmişti. Ancak Osmanlı Devleti, bunu reddetmişti. Bunun üzerine Ruslar, Osmanlı’yı ülkelerindeki Ortodokslara zulmetmekle suçlayıp, onları koruma bahanesiyle, 22 Hazîrân 1853 günü saldırıya geçtiler. Kısa sürede Romanya bölgesini ele geçirdiler. Onlara göre İstanbul yolu açıktı ve onları engelleyecek bir güçte yoktu.

            Ancak önlerinde Tuna nehrinin güney kıyısında yer alan Silistre kalesi vardı. Bu kaleyi geçmeleri gerekiyordu. Gerçi onlar, hiç zorlanmayacaklarını düşünüyorlardı. Aslında bu konuda pek haksızda değillerdi. Zîrâ Ruslar, 80 000 askere sâhibdiler. Kalede ise sâdece 10 000 Türk askeri bulunmaktaydı ve yiyecekleri oldukça azdı.

            Bu arada Rus birliklerinin başındaki General İvan Paskeviç, kalenin teslîm edilmesi için sık sık elçi gönderiyordu. Ancak gelen elçilerin hepsi, aynı cevâbı alıyordu. Bu her ne kadar Rus mareşali şaşırtsa da, bir hayranlığa da sebeb olmaktaydı.

            Gerçekten de kalenin, Ruslara karşı uzun süre dayanması mümkün değildi. Paşa, bunu iyi bildiği için kendi planını yapmıştı. Buna göre bir fedâî birliği oluşturacak ve buna kendisi komuta edecekti. Ancak subayları buna îtiraz etti ve subaylarından birini fedâî birliğinin başına geçirdi.


*  *  *

            Hep berâber sabah namâzını kıldılar ve namâzın bitişi ile berâber kalenin kapıları açıldı. Kaleden çıkan Türk fedâîleri, bir hançer gibi Rus ordusunun kalbine daldılar. Musâ Hulûsî Paşa, bu saldırının zamânlamasını mükemmel bir şekilde planlamıştı. Zîrâ saldırı başladığı ânda, Ruslar, 24 tabur askerle, Silistre kalesinin Mecîdiyye tabyasına saldırı başlatmıştı.

            Türk fedâîlerinin, Rusların ortasına hançer gibi dalışı, Rus ordusunda bütün disiplini bozmuştu. Şimdi mağrûr Rus’un yerini, damarlarındaki Türk korkusu almıştı. Bir tarafta Kür Şad nesli bir ordu, bir tarafta ise Çingiz’in ordularından titreyen bir ordu vardı, âdetâ.

            Türk fedâî saldırısı, işe yaramış ve Rus ordularının komutanı General İvan Paskeviç, ağır yaralanmıştı ve Ruslar, ağır kayıp vermişlerdi. İlk olarak gerçekleştirilen bu fedâî saldırısından sonra Türk fedâîleri, kaleye geri döndüğünde, ciddî bir kaybın olmadığı görülmüştü.

            Ruslar arasında inanılmaz bir korku yayılmıştı. Hattâ bir ân önce bölgeyi terk edip, geri dönmekten bahsediyorlardı. Ancak ortada kesin bir emir vardı ve Çar’ın bu kesin emrine karşı gelemezlerdi. Ancak ordunun komutanı ağır yaralanmıştı. Onun yerine hânedândan Prens Gorçakov atandı. Prens, Çar’ın gözüne girmek için, geri çekilmek isteyen subay ve askerlere “Çar hazretlerinin şerefini düşünün” diyor ve geri çekilmeyi reddediyordu.

            Bununla birlikte Osmanlı orduları başkomutanı Ömer Paşa, ordularını, Silistre’ye kuş uçuşu 97 kilometre mesâfede olan Şumnu’da bekletiyor ve Avrupalı devletlerin yardımını bekliyordu. Prens Gorçakov’da her ân Avrupalıların müdâhelesi beklentisi içerisinde olduğu için ordusuna saldırı emri verdi. “Çar hazretlerinin şerefini, bir avuç Türk’ün önünde tehlikeye atmam” diyen Prens, hem lağımcılara surların patlatılması emrini verdi, hem de askerlerini taârrûza kaldırdı.

            Ancak Prens’in bilmediği bir şey vardı. O, Kür Şad’ı tanımıyordu ve Kür Şad’ı rûhu nesiller üzerinden Mûsâ Hulûsî Paşa’nın rûhunda tezâhür etmişti. Elbette Kür Şad’ı bilmeyen, Türk’ü de bilemezdi. Mûsâ Hulûsî Paşa, bütün askerlerine saldırı emri verdi. Böylece ikinci ve son fedâî saldırısı başlıyordu. Ancak bu sefer, bütün askerler, fedâî olmuştu.

            Kalenin kapıları açıldı ve Türk fedâîleri, Rus ordularına tekrâr saldırdı. Saldırırken, saldırıya uğrayan Ruslar, bu sefer, bütün kontrolü kaybettiler ve büyük bir hızla kaçmaya başladılar. Ruslar, kısa sürede nehrin öte tarafına atılmıştı. Rus orduları komutanı Prens Gorçakov da, selefi General Paskeviç gibi ağır yaralanmış ve cebheden kaçırılmıştı.

             Cebheye sürekli olarak Çar’ın emirleri geliyor ve kesin olarak ri’câl, yânî geri çekilme yasaklanıyordu. Ancak Rus komutanlar, var olan durumu görüyor ve geri çekilmekten başka bir şansın olmadığını görüyorlardı. Bu yüzden de Çar’a rağmen Rus ordusunun geri çekilmesine karar verildi. Ancak geri çekilirken, bunun Türkler’e duyurulmaması gerekiyordu. Bu yüzden de, sürekli olarak Siliste’ye doğru top atışı yapılıyordu.

*  *  *

            “Koşun, Paşa, şehîd oldu” sesini, bütün askerlerin, Paşa’ya doğru koşması izledi. Paşa, sabah namazını kılmak için abdest alıyordu. O esnâda, sırtına bir şey saplandı. Hafif bir şekilde gülümsedi. Ancak abdesti tamamlamak istiyordu. Ayaklarını uzattı. Önce sağına, sonra soluna suyu döktükten sonra "Eşhedü en lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîkeleh ve eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve Resûlühü"[1] dedikten sonra dayanamadı ve olduğu yere düştü.

            Üç gün önce gelen haberciye, isteğinin ferik olmak değil, şehîd olmak olduğunu, dünyâ üzerinde hiçbir makâmda ve mevkîde gözü olmadığı, sâdece şehâdeti istediğini söylemişti ve işte, şimdi şehîd olmuştu. Üstelik şehâdet, kendisine zaferle birlikte verilmişti.

            Askerler, Paşa’nın etrâfında toplandıklarında bir mukaddes huzûrun farkına varmışlardı. Karşılarından sanki can vermiş bir insân değil, mukaddes bir rûh vardı, sanki. Vatanı için can veren bu yiğit, hayâtıyla olduğu gibi, şehadetiyle de, etrafındaki gencecik askerlere, misâl teşkîl etmekteydi.

            O ân, tuhâf bir şekilde, dörtnala giden atların sesi, ortalığı kapladı. Herkes bunun Ruslardan geldiğini sanırken, bir ânda “Kür Şad” diye bir sesin yankılandığı duyuldu. Herkes birbirine bakarken, tanımadıkları bu ismin yarattığı huzûra kendilerini kaptırdılar.

            Ordu, sabah namâzını kıldıktan sonra tekrâr Paşa’nın cesedinin başına geldiklerinde birer damla gözyaşının alınlarına düştüğünü fark ettiler. Bu mukaddes işârete uyup, hûşû içinde duâlarını ettikten sonra daha doğmamış bir şâirin bir şi’rini mırıldandılar.

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış, duruyor Peygamber.[2]

9 Aralık 2012

KUTLU ALTAY KOCAOVA




[1] Ortağı olmayan, bir olan, Allah'dan başka ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve resûlü olduğuna şehâdet ederim.
[2] Ersoy, Mehmed Âkif, Safahat, s. 387, Diyânet Vakfı Yayınları 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder