Ortalık bir ânda sessizleşmişti. Bu sessizliği sâdece
çeşmeden akan suyun sesi bozuyordu. Atılan bombaların, patlayan tüfeklerin ve
topların sesi duyulmuyordu. Sâdece bir su sesi…
Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Ne bir asker, ne bir
subay… Hiç kimse olanlara bir anlam veremiyordu. Sâdece üç gün önce ferik (orgeneral)
olan Mûsâ Hulûsî Paşa, olan biten farkında idi. Mutluydu. İsteği
gerçekleşmişti. Zâten İstanbul’dan ferik olduğu haberini getiren haberciye, asıl
istediği rütbenin bu olmadığını söylemişti.
Evet, onun dünyevî bir rütbe beklentisi yoktu. Onun tek
isteği mânevî bir rütbeydi. Gerçi onun yolu, dünyadan geçiyordu ama o, bu yolu,
çoktan aşmıştı. Yüzü gülüyordu. Göğsüne saplanan şarapnel parçası, onun mânevî
rütbe isteğini gerçekleştiren bir aracı olmuştu.
O ân, bir ses, su sesinin dışında ikinci bir ses oldu.
“Koşun, Paşa, şehîd oldu.”
* * *
Rusların, Osmanlı ve genel olarak Türkler üzerindeki
emelleri, yüzlerce yıldır bilinmekteydi. Bunun için önce Deşt-i Kıpçak
hanlıklarını yok etmiş, sıra Türklüğün en büyük gücü Osmanlı’ya gelmişti. Hattâ
bunun için sürekli İngiltere ve Fransa ile görüşüyor ve Osmanlı Devleti’ni
paylaşmayı teklîf ediyorlardı. Ancak başta İngiltere, Rusya’nın kontrolsüz
büyümesini ve güçlenmesini engellemek için bu teklifleri reddediyordu.
Rusya, 1850’li yıllarda, sürekli olarak Osmanlı’yı savaşa
çekmek ve Avrupalılara emr-i vâkî yapmak istiyordu. Bu dönemde Rusya, kendini
Osmanlı Ortodokslarının koruyucusu i’lân etmiş ve bunu bir ültimatomla Osmanlı
Devleti’ne bildirmişti. Ancak Osmanlı Devleti, bunu reddetmişti. Bunun üzerine
Ruslar, Osmanlı’yı ülkelerindeki Ortodokslara zulmetmekle suçlayıp, onları
koruma bahanesiyle, 22 Hazîrân 1853 günü saldırıya geçtiler. Kısa sürede
Romanya bölgesini ele geçirdiler. Onlara göre İstanbul yolu açıktı ve onları
engelleyecek bir güçte yoktu.
Ancak önlerinde Tuna nehrinin güney kıyısında yer alan
Silistre kalesi vardı. Bu kaleyi geçmeleri gerekiyordu. Gerçi onlar, hiç
zorlanmayacaklarını düşünüyorlardı. Aslında bu konuda pek haksızda değillerdi.
Zîrâ Ruslar, 80 000 askere sâhibdiler. Kalede ise sâdece 10 000 Türk askeri
bulunmaktaydı ve yiyecekleri oldukça azdı.
Bu arada Rus birliklerinin başındaki General İvan
Paskeviç, kalenin teslîm edilmesi için sık sık elçi gönderiyordu. Ancak gelen
elçilerin hepsi, aynı cevâbı alıyordu. Bu her ne kadar Rus mareşali şaşırtsa
da, bir hayranlığa da sebeb olmaktaydı.
Gerçekten de kalenin, Ruslara karşı uzun süre dayanması
mümkün değildi. Paşa, bunu iyi bildiği için kendi planını yapmıştı. Buna göre
bir fedâî birliği oluşturacak ve buna kendisi komuta edecekti. Ancak subayları
buna îtiraz etti ve subaylarından birini fedâî birliğinin başına geçirdi.
* * *
Hep berâber sabah namâzını kıldılar ve namâzın bitişi ile
berâber kalenin kapıları açıldı. Kaleden çıkan Türk fedâîleri, bir hançer gibi
Rus ordusunun kalbine daldılar. Musâ Hulûsî Paşa, bu saldırının zamânlamasını
mükemmel bir şekilde planlamıştı. Zîrâ saldırı başladığı ânda, Ruslar, 24 tabur
askerle, Silistre kalesinin Mecîdiyye tabyasına saldırı başlatmıştı.
Türk fedâîlerinin, Rusların ortasına hançer gibi dalışı,
Rus ordusunda bütün disiplini bozmuştu. Şimdi mağrûr Rus’un yerini,
damarlarındaki Türk korkusu almıştı. Bir tarafta Kür Şad nesli bir ordu, bir
tarafta ise Çingiz’in ordularından titreyen bir ordu vardı, âdetâ.
Türk fedâî saldırısı, işe yaramış ve Rus ordularının
komutanı General İvan Paskeviç, ağır yaralanmıştı ve Ruslar, ağır kayıp
vermişlerdi. İlk olarak gerçekleştirilen bu fedâî saldırısından sonra Türk
fedâîleri, kaleye geri döndüğünde, ciddî bir kaybın olmadığı görülmüştü.
Ruslar arasında inanılmaz bir korku yayılmıştı. Hattâ bir
ân önce bölgeyi terk edip, geri dönmekten bahsediyorlardı. Ancak ortada kesin
bir emir vardı ve Çar’ın bu kesin emrine karşı gelemezlerdi. Ancak ordunun
komutanı ağır yaralanmıştı. Onun yerine hânedândan Prens Gorçakov atandı.
Prens, Çar’ın gözüne girmek için, geri çekilmek isteyen subay ve askerlere “Çar
hazretlerinin şerefini düşünün” diyor ve geri çekilmeyi reddediyordu.
Bununla birlikte Osmanlı orduları başkomutanı Ömer Paşa,
ordularını, Silistre’ye kuş uçuşu 97 kilometre mesâfede olan Şumnu’da
bekletiyor ve Avrupalı devletlerin yardımını bekliyordu. Prens Gorçakov’da her
ân Avrupalıların müdâhelesi beklentisi içerisinde olduğu için ordusuna saldırı
emri verdi. “Çar hazretlerinin şerefini, bir avuç Türk’ün önünde tehlikeye
atmam” diyen Prens, hem lağımcılara surların patlatılması emrini verdi, hem de
askerlerini taârrûza kaldırdı.
Ancak Prens’in bilmediği bir şey vardı. O, Kür Şad’ı
tanımıyordu ve Kür Şad’ı rûhu nesiller üzerinden Mûsâ Hulûsî Paşa’nın rûhunda
tezâhür etmişti. Elbette Kür Şad’ı bilmeyen, Türk’ü de bilemezdi. Mûsâ Hulûsî
Paşa, bütün askerlerine saldırı emri verdi. Böylece ikinci ve son fedâî
saldırısı başlıyordu. Ancak bu sefer, bütün askerler, fedâî olmuştu.
Kalenin kapıları açıldı ve Türk fedâîleri, Rus ordularına
tekrâr saldırdı. Saldırırken, saldırıya uğrayan Ruslar, bu sefer, bütün
kontrolü kaybettiler ve büyük bir hızla kaçmaya başladılar. Ruslar, kısa sürede
nehrin öte tarafına atılmıştı. Rus orduları komutanı Prens Gorçakov da, selefi
General Paskeviç gibi ağır yaralanmış ve cebheden kaçırılmıştı.
Cebheye sürekli olarak
Çar’ın emirleri geliyor ve kesin olarak ri’câl, yânî geri çekilme
yasaklanıyordu. Ancak Rus komutanlar, var olan durumu görüyor ve geri
çekilmekten başka bir şansın olmadığını görüyorlardı. Bu yüzden de Çar’a rağmen
Rus ordusunun geri çekilmesine karar verildi. Ancak geri çekilirken, bunun
Türkler’e duyurulmaması gerekiyordu. Bu yüzden de, sürekli olarak Siliste’ye
doğru top atışı yapılıyordu.
* * *
“Koşun, Paşa, şehîd oldu” sesini, bütün askerlerin,
Paşa’ya doğru koşması izledi. Paşa, sabah namazını kılmak için abdest alıyordu.
O esnâda, sırtına bir şey saplandı. Hafif bir şekilde gülümsedi. Ancak abdesti
tamamlamak istiyordu. Ayaklarını uzattı. Önce sağına, sonra soluna suyu
döktükten sonra "Eşhedü en lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîkeleh ve
eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve Resûlühü"[1]
dedikten sonra dayanamadı ve olduğu yere düştü.
Üç gün önce gelen haberciye, isteğinin ferik olmak değil,
şehîd olmak olduğunu, dünyâ üzerinde hiçbir makâmda ve mevkîde gözü olmadığı,
sâdece şehâdeti istediğini söylemişti ve işte, şimdi şehîd olmuştu. Üstelik
şehâdet, kendisine zaferle birlikte verilmişti.
Askerler, Paşa’nın etrâfında toplandıklarında bir
mukaddes huzûrun farkına varmışlardı. Karşılarından sanki can vermiş bir insân
değil, mukaddes bir rûh vardı, sanki. Vatanı için can veren bu yiğit, hayâtıyla
olduğu gibi, şehadetiyle de, etrafındaki gencecik askerlere, misâl teşkîl
etmekteydi.
O ân, tuhâf bir şekilde, dörtnala giden atların sesi,
ortalığı kapladı. Herkes bunun Ruslardan geldiğini sanırken, bir ânda “Kür Şad”
diye bir sesin yankılandığı duyuldu. Herkes birbirine bakarken, tanımadıkları
bu ismin yarattığı huzûra kendilerini kaptırdılar.
Ordu, sabah namâzını kıldıktan sonra tekrâr Paşa’nın
cesedinin başına geldiklerinde birer damla gözyaşının alınlarına düştüğünü fark
ettiler. Bu mukaddes işârete uyup, hûşû içinde duâlarını ettikten sonra daha
doğmamış bir şâirin bir şi’rini mırıldandılar.
Ey
şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder