16 Şubat 2022 Çarşamba

Mirliva Muzaffer Bey'in "1934 Soviyet Rusyanın Okranya ordu mıntıkasında yaptığı ordu manevrası" adlı raporunun "Soviyet alemi" başlıklı kısmı

1934 yılında 1. Ordu Komutanı Fahreddîn (Altay) Paşa başkanlığında bir hey’et, Sovyetler Birliği’nin da’veti üzerinde Kızıl Ordu’nun Ukrayna’da düzenlediği askerî manevraya katılmıştır. Bu kapsam da Türk Genelkurmayı, hey’ette yer alan bâzı komutanlara, manevra ile ilgili rapor yazmaları görevini vermiştir. Bu raporların içinde Mirliva Muzaffer Bey tarafından 54 sayfalık bir rapor hazırlanmıştır. Raporda çok sayıda harita ve kroki, bizzât Muzaffer Bey tarafından çizilmiştir. Ayrıca raporun son kısmında da Muzaffer Bey, Sovyet sistemine dâir gördüklerini objektif bir biçimde yazmıştır. 

Cumhûrbaşkanlığı Devlet Arşivleri’nde 30-10-0-0 numaralı fon kodu ve 46-293-3 numaralı yer bilgisi ile kayıtlı olan bu rapor, erişime açıktır. Burada raporun son kısmında yer alan ve Muzaffer Bey’in Sovyet sistemi ele aldığı kısma yer verdim. Aktarırken, kendisinin imlâsına dokunmadım ve olduğu gibi aktardım. Bu kısım, raporun 50. sayfasından başlayıp, 54. sayfasının sonuna kadar gitmektedir.  


1934


Soviyet Rusyanın Okranya ordu mıntıkasında yaptığı ordu manevrası


---------


( Soviyet alemi )


Manevrede bulunduğumuz müddetçe ve onu müte'akip yaptığımız gezmelerde bir taraftanda Soviyet alemini tetkike çalıştım. Edindiğim görüş ve sezişleri aşada arzediyorum:


Umumî idare:


Çok korunmağa dikkat eden mahdut bir zümre 160 milyonluk kitle üzerinde çok şiddetli bir disiplin tatbik ederek hükumeti idare ediyorlar. Bu küçük zümre ilk evvel koydukları pirensiplerden tedricen ayrılmışlar. ve kendileri tam zengin bir hayat yaşamakta bulunmuşlar. Fakat millet vait ettikleri büyük adalet ve büyük refahı daha henüz vermemişlerdir. Soviyet idaresinin en göze çarpan hassası tarihten çok ibret almış olmaktır. Bu ibreti almakla beraber Çarlığın kendilerine bıraktığı itirafa layık medeni tarakki ve vasıtaları büyük hızla inkişaf ettirmeğe çalışmışlardır. Çarlık mükemmel şosalar, geniş demiryolları işleyen madenler; büyük ekademiler hülasa birçok fen ve sanat ve ilim bırakmıştır. Memleket ihtiyacına gayri kâfi olsa bile bu yollarda adımlar atılmış ve Bolşevikler bunlara tevarüs etmişlerdir.


Soviyetler bunlar arasında yalnız ordunun kumanda hey'etini imha etmişler amma diğer şeyleri olduğu gibi kabul ederek büyütüp yükseltmişlerdir.


Rus - Japon harbinde ve umumi harpte kendilerini başkalarının gerisinde bırakan tesiratı ortadan kaldırmak için çalışmışlar. Ve bu yolda dev adımlarla ilerlemekte bulunmuşlardır. Başlangıçta tutturdukları (İhtiyaca göre nimet tevzi'i) pirensibinin zekâların inkişıfına çok çalışanların büyümesine mani olduğuna ve heveslerin kırılmasına sebep olduğunu gördüklerinden pirensiplerini (istidada göre nimet tevzii) şekline kısmen koymuşlardır. Bu kısmî değişiklikte tam normal hayat temin edememiştir.


Soviyet Rusya memleketi etrafı çevrilmiş (bir çalışma ve didinme) yuvasına benzeyor. Milletin her ferdine, kadın, erkek bilâ istisna iş verilmiştir. Memleketin imarına, umumi seviyenin yükselmesine, ordunun tekemmülüne çalışılmakta bulunulmuştur.


Öyle denilebilirki memleketin evkatı mesai cetveli Moskova hükumet dairesinde tanzim edilmiş, baştan başa Soviyet memleketinde her gün bu mesai cetveli tatbik edilmiş ve edilmektedir. 


Birbirinden korkuş:


Soviyet memleketinde bu gün herkes birbirinden korkar. Herkesin bütün gidişinde bu korku apaçık görülür. Biribirilerine emniyyetleri yoktur. Meselâ: Bir yabancı vilâyet icra komitesi reisile Kolordu veya ordu kumandanı ile görüşürken ayni odada bir kaç sivilin kenarında oturarak bu görüşmeleri dikkatle takip ettikleri görülür. Yalnız en büyükler bu kayıttan şeklen azadedirler. Amma onlarında muhtelif suretlerle murakaba edildikleri muhakkaktır.


Holhozlar ve Solhozlar:


Büyüklerin şahsan yapmağa başladıkları sayfiyeler gibi malikâneler müstesna olmak üzere şehirler haricindeki bütün memleket Holhoz ve Solhoz denilen teşkilata taksim edilmiştir. 


Holhoz demek köy demektir.


Solhoz demek hükumet çiftliği demektir.


Daha doğrusu Çarlık idaresinin erazi taksimatı aynen alınmış ismi değiştirilmiş ve terakki ettirilmiştir. Amma bu erazi üzerinde x yaşayan insanlar yene Çarlık idaresinde olduğu gibi (Çalışan x esirlerdir.) Farkları Çarlık idaresinde azamî zulüm altında atla ve öküzle çalışan ve çalıştıklarını mıntıkavî derebeylere ve pirenslere veren köylüler bu gün büyük bir disiplin altında hükumetin şahsiyyeti maneviyesi için çalışmakta ve yaptıklarını hükumete vermektedirler.


Erazide temellükü ifade eden tarla sınırı bulmak güçtür. Dümdüz erazi baştan başa hükumet hesabına işletilmektedir.


Holhozlar yani göya müstakil olan köylüler işittiğimize göre bu gün oturduğu ev ve evin önündeki bir hektar araziye sahiptir. Ve her köylü bir inek besleyebilir. Amma kazansa bile kazandığını satacak yeri yoktur. Yegâne müşteri hukumet teşkilatıdır. Bu şekilde fazla malı olsa dahi kendisinin daha fazla refaha sevk edecek bir kıymeti yoktur.


Solhozlar ise hükumet tarafından mansup bir müdür tarafından idare olunur. Müdürün tuttuğu amele orada işler ve alınan hasılat hükumetin olur. 


Şehirler; Birer sanat ve amele yuvasıdır. Bütün halk hükumet dairesinde, yollarda, metrolarad, otobüs ve tramvaylarda, fabrikalarda hülasa her türlü müessisede vazife almışlardır. 


Herkes vazifesi başında çalışmağa mecburdur. Çalıştığının mukabili olan bir kilo ekmeğini ve sair ihtiyaçlarını tedarik eder. Kendisine verilmiş olan odacıkta oturur. Umumı bahçelerde gezer ve x spor yapar. Umumî kütüphanelerde okur. Temamen terbiyevî olan sinema ve tiyatrolarda eglenir.


Soviyet Rusyada çalışmayan, boş oturan, ağır yürüyen hiç kimse yoktur.


Aile hayatı ve kadın:


Soviyet Rusyada inkılabın en ezici sikleti kadın üzerindedir. Adeta ihtilal kadın zineti ve kadın salonu aleyhine yapılmıştır. Şehirler haricinde kadınların yüzde sekseni yalınayaktır. En mutantan giyinen kadının hali bizdeki amele kadının giyişinin x üzerinde değildir.


Aile efradının günün mühim bir kısmında bir araya gelmesi mümkün değildir. Erkek fabrikanın bir tezgâhında, kadın diğer tezgâhında çalışır. Çocuklar fabrikanın mektebinde okur. Belkide yalnız uyku zemanı bu üç kişilik aile kendilerine tahsis olunan odada gelüp görüşmek fırsatını bulur.


Fakat ihtilal ricali, bu günün müdürleri, eskiden kalmış ve bu gün mevki sahibi olmuş aile reisleri, bildiğimiz normal aile x hayatına maliktirler. Mesken ve aile saadeti Soviyetlerin bizzat kurdukları sanayi merkezlerinde diğerlerinden farklıdır. Soviyetler kendi idarelerinin saadet ve refah getirici olduğunu göstermek için bizzat kendi yaptıkları (Neprostoy) şehri gibi amele merkezlerinde vaziyeti canlandırmışlardır. Orada amele için yeniden yaptıkları büyük ve sıhhî apartmanlar, eskiden kalma şehirlerdeki apartmanlardan ve onların içinde yaşayan insanların sürdükleri hayattan çok farklıdır.


Böyle yeni merkezlerde mühendislerin, amelenin giyiniş ve yaşayış şekilleri daha muntazam ve gösterişlidir.


Soviyetlerin çok övünmek ve övünürken çok söylemek adetleridir. Ve yaptıkları işler için yabancıdan daima taktir sözü beklerler. Ve böyle bir söze karşı çocuklar gibi sevinirler.


Netice:


Soviyet ordusu: kurulmuştur. Onun tekamülü için hiç bir fedakârlıktan çekinilmemektedir. Çalışma pek kuvvetlidir. Bilhassa ordunun fen kuvvetinin temelleri atılmıştır. Fakat bu ordu henuz kumanda hey'etini yetiştirmeğe ve haricin sevkü idare usullerini öğrenmeğe muhtaçtır.


Soviyet memleketinde fen ve san'at:


Hudutsuz bir şekilde ileri doğru yürüyor.


En yakın ve kuvvetli komşumuz olan 


Soviyetlerin gidiş ve ilerliyişlerinin dikkatle takip edilmesi ve onların askerî ve sivil fen ve sanat vasıtalarında işimize yarayanların alınması faydalı olacaktır.


MİRLİVA MUZAFFER 

28 Temmuz 2021 Çarşamba

TIHMIS KAPI (BORALTAN) KATLİÂMI

 


Bir suç mu düşmana göğüs gerdiğim?
Günah mı Türklüğe gönül verdiğim?
Rusların açtığı yaradan derin,
Anayurtta öz kardaştan gördüğüm.
Seslenseydim, ses çıkardı her taştan,
Ne beklersin sağırlaşan bir baştan.”


Âzerbaycanlı şâir Almas İldırım’ın ünlü “Dönek Kardaş” şi’rinin bir bölümü... İldirim, bu şi’rini Boraltan olarak bilinen katliâm üzerine yazmış ve anlaşılacağı gibi dönemin cumhûrbaşkanı İsmet İnönü’yü hedef almıştır.


Özellikle Türkçü Tûrancı câmiâda âdetâ efsâneleşen ve İsmet İnönü devrine dâir 1944 yılında Türkçülere yapılan işkencelerle birlikte en bilinen bir olay hâline gelmiştir. Bununla birlikte uzun süre olaya dâir kanıt olarak görülen kayıt, 18 Temmûz 1951 târihli TBMM oturumunda konuya dâir verilen soru önergesi üzerine Adâlet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu’nun yanıtından ibâretti. Gerçi ilgili yanıtta, Nasuhioğlu, bu konuda alınan Bakanlar Kurulu karârının târih ve sayısını belirtmişti, isteyen oradan bulabilirdi. Ama maâlesef, uzun yıllar bu yapılmadı. Sâdece Ulvi Keser, "Arşiv Belgeleri Işığında İkinci Dünya Savaşı Sürecinde Türkiye'de Mülteciler ve Esirler Sorunu"1 adlı makâlesinde bu belgeye yer vermiş ama belgeyi paylaşmamıştır.


Rusya’da yaşanan Sovyet devriminin hemen ardından çeşitli meslek ve rütbelerden çok sayıda Türk, bilindiği üzere Türkiye’ye göç etmiştir. Bu kişilerin varlığı da, zamân zamân Türkiye ile SSCB arasında sorunlara yol açmış ve Ruslar, Atatürk devrinde bile bu yüzden Türkiye’yi tehdîd etmekten çekinmemiştir. İkinci Dünyâ Savaşı’nın başlamasından sonra Almanya, Barbarossa adını verdiği harekât ile Rusya’nın önemli bir kesimini işgâl etmişti. Bu da birçok Sovyet karşıtı Türk’ün Almanlara sempati ile bakmasına, bâzılarının da Türkiye’ye göç etmesine neden olmuştur.


Bu esnâda gelenlerin büyük çoğunluğunun Türk olduğunu tahmîn etmek zor olmasa gerektir. Çünkü Rus, Gürcü, Ermenî gibi Hristiyan milletlerden gelen mültecîlerin pek kabûl edilmediği, cumhûriyet târihi boyunca gördüğümüz bir durumdur. Öyle ki, 1922 yılında Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti’nde yaşayan Hristiyan Türkler, Türkiye’ye göç etmek istemiş, ancak bunun için Türk pasaportu almaları, vize verilmesi ve bunlar için de Türkiye’de Bakanlar Kurulu karârı çıkartılması gerektiği belirtilmiştir2. Yâni Türkiye, soydaş da olsa Hristiyan oldukları için şüpheyle yaklaşmış ve almamak için elinden geleni yapmıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin Sovyet vatandaşları içinde Müslümân Türk olmayan bir grubu mültecî olarak kabûl etme ihtimâli düşüktür. Kaldı ki, 1951 yılındaki soru önergesine yanıt veren Adâlet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu da Enver Anaran ve Kadri Başaran adlı eski Kızılordu subaylarının da isimlerini vermektedir ki, bu da gönderilenlerin çoğunun Türk olduğuna dâir bir göstergedir.


Türkiye Cumhûriyeti, 21 Mayıs 1945 gün ve 3/2563 sayılı Bakanlar Kurulu karârı ile 241’i Yozgat, ikisi de İstanbul’da tutulan Sovyet vatandaşlarını SSCB’ye iâde etmeye karâr vermiştir. Bu karârı yürütmekle görevlendirilen Dâhiliye Vekâleti’nin 1 Ağustos 1945 târihli yazısında Rusya'ya dönmek istemedikleri, Sovyet elçiliği görevlilerinin de sık sık Yozgat'taki kampa gelip baskı kurmaya çalıştıkları belirtilmektedir. Ayrıca mültecîler, dönmek istemediklerini, giderlerse öldürüleceklerini, gerekirse kaçmak ve intihâr etmek gibi şeyleri yapacaklarını da kamp komutanlığına bildirdikleri belirtilmektedir3.


Bu yazıdan beş gün sonra, yâni 6 Ağustos 1945 târihinde gönderilecek 243 kişiden 195 kişinin ilk grup olarak Kars’ın Tıhmıs kapısından gönderildiğini, yine 1951 yılında Adâlet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu’nun yanıtından öğreniyoruz. Ancak geri kalan 48 kişinin ise gönderilmemesi, burada bir soru işâreti yaratabilir. Onu da yine Nasuhioğlu’nun yanıtından öğreniyoruz. SSCB, kendisine sığınan biri subay, ikisi er, toplam üç Türkiye vatandaşını “bulunamadıkları” gerekçesiyle Türkiye’ye iâde etmemiş. Bunun üzerine Türkiye de “mütekâbiliyet” esâsına dayanarak, kalan 48 kişiyi iâde etmeyeceğini bildirmiş.


İsmet İnönü Vakfı olsun, İnönü’yü aklama düşüncesinde olan bâzı yazarlar olsun, genelde Sovyet tehdîdinden ötürü Türkiye’nin seçeneği olmadığını söylerler. Ancak kalan 48 kişiyi teslîm etmeme karârı alırken, aynı tehdîd söz konusu değil miydi? Yâni tehdîd sıralaması beş günde mi değişti? Ayrıca 243 kişiye karşı üç kişiyle mütekâbiliyet olabilir mi?


Dolayısıyla 21 Mayıs 1945 târihli Bakanlar Kurulu karârı, bu karârı yürütmekle yükümlü 1 Ağustos 1945 târihli Dâhiliye Vekâleti yazısı ile 243 kişi hakkında SSCB’ye iâde karârı verildiğini görüyoruz. Konuyla ilgili verilen soru önergesine, 18 Temmûz 1951 târihli TBMM oturumunda Adâlet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu tarafından verilen yanıtla da 195 kişinin teslîm edildiğini biliyoruz.


Elbette ilgili belgelerde iki kişinin dışında bir isim bulunmamakta ya da bir milliyet belirtilmemektedir. Ama yukarıda dediğim gibi var olan duruma bakılırsa, hepsinin Müslümân Türk olduğunu düşünmek doğru olacaktır. Ayrıca bu belgelerde gönderilenlerin öldürüldüğüne dâir bir bilgi de yer almadığı söylenmektedir. Farklı düşünen herkesi yok etmesiyle bilinen, milyonlarca kişiyi katleden, Stalin’in en güçlü olduğu dönemde bu kişilere dokunmayacağını düşünmek mantıklı mıdır? Böyle bir durum, söz konusu olabilir mi? Yoksa, Stalin, bildiğimiz gibi bir canavar değil de, barış meleği mi?


Gelelim, isimlendirme konusuna... En baştan söylemek gerekir ki, Boraltan adı, yanlış bir adlandırmadır. Muhtemelen, Iğdır’ın Aralık ilçesinde yer alan ve Türkiye-İrân sınır kapısının olduğu Boralan Sınır Kapısından dolayı “galât-ı meşhûr” olarak yayılmış ve kabûl edilmiştir. Ancak ısrarla belirtmek gerekir ki, yanlıştır. Bununla birlikte 1951 yılında Adâlet Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu, Tıhmıs kapısından iâde edildiklerini söylemektedir. Tıhmıs kapı, günümüzde Kars Akyaka Sınır Kapısı adını taşımaktadır. Bu noktada Akyaka Sınır Kapısının da yan yana iki köprüden oluşması da, ilginçtir. Zîrâ bilindiği üzere, Boraltan adlandırması da “Boraltan Köprüsü” şeklindedir. Ne olursa olsun, Boraltan adlı bir yerin olmamasının bir önemi yoktur.


Ayrıca bu olayın olmadığını iddiâ edenler, ilk kez Kadir Mısıroğlu’nun yazdığını iddiâ etmektedirler. 1960’lardan sonra yazıldığını söylemektedirler. En başta paylaştığım Âzerbaycanlı şâir Almas İldırım, 1952 yılında ölmüştür.


Maâlesef, gazeteci Yavuz Selim Demirağ, bu katliâmın olmadığını, bu konuda hiçbir belgenin olmadığını iddiâ edebilmiştir. Kendisine sosyal medya üzerinden ilgili belgeleri göndermeme rağmen yanıt vermemiş ve geri adım atmamıştır. Oysa, bir katliâmın üzerini örtmekle tanık olunan bir cinâyetin kanıtlarını yok etmek arasında fark yoktur. Kendisi kabûl etse de, etmese de, maâlesef, 6 Ağustos 1945 târihli bu katliâm, târihimizde bir kara leke olarak durmaktadır. Bunu yok saymanın, çöpü halının altına süpürmenin kimseye faydası yoktur. Siyâsî amaçlarla târih yazılamaz. Târihin bütün gerçeklerini onca acılığına rağmen kabûl etmek ve tekrarlanmasını engellemek zorundayız.


28 Temmûz 2021


KUTLU ALTAY KOCAOVA

 




 

Kars Akyaka Sınır Kapısı (Tıhmıs Kapısı)

 

1Keser, Ulvi, “Arşiv Belgeleri Işığında İkinci Dünya Savaşı Sürecinde Türkiye'de Mülteciler ve Esirler Sorunu", Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, c.8, s.18, ss.198-199, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir

2CCA, 30-10-0-0 / MGM, 250-689-2, 12.02.1922

3CCA, 30-10-0-0 / MGM, 117-815-20, 30.07.1945

15 Mart 2021 Pazartesi

SAVAŞIN DİĞER YÜZÜ: NEMESİS OPERASYONU

 


- Türk milleti yolunda Ermenî kurşunlarıyla şehîd olan bütün Türklere-


Nemesis... Yunan mitolojisine göre “intikâm tanrıçası”dır. Eski Yunan’da ve ardından da Roma’da geniş bir tapınma alanı olmuştur. Kavramın anlamını gördükten sonra genel olarak bu adı taşıyan “terörist operasyon”a dönebiliriz.


Bilindiği üzere Ermenî terörü, 19. yüzyılın sonlarında başlamış ve 20. yüzyılın başında yüz binlerce Türk’ün ölümüne yol açan geniş bir katliâma dönüşmüştür. En sonunda da 1915 yılında Osmanlı Devleti’ni yöneten İttihâd ve Terakkî Cemiyeti’nin karârıyla “Ermenî tehcîri” gerçekleştirilmiş ve Anadolu’daki Ermenîler, yine bir Osmanlı bölgesi olan Sûriye’ye göç ettirilmiştir.


Doğu Anadolu’da kurmak istedikleri “Büyük Ermenistan” için bölgede geniş bir soykırım uygulamaya karar veren Ermenîler için ise bu durumun kabûl edilmesi mümkün değildir. Yol şartlarından dolayı ölenler üzerinden bilindiği üzere bir soykırım iftirâsı kampanyası başlattılar. İşte, “Nemesis Operasyonu” da, sözde bu soykırımın intikâmı olarak meşrûlaştırılmak istendi.


Hem Türkiye’de, hem Türkiye dışında bâzı yazılara ve kitâblara baktığımızda Nemesis operasyonuna meşrû ve doğal bir tepki olarak bakıldığını, maâlesef görebiliyoruz. Eric Bogosian tarafından yazılan ve Kalkedon Yayınları tarafından basılan “Nemesis Operasyonu, Ermeni Soykırımı’nın İntikamı İçin Yapılan Suikastler” adlı kitâb ile Thomas de Waal tarafından yazılan ve İletişim Yayınları tarafından yayınlanan "Büyük Felaket’ten Sonra, Soykırımın Gölgesinde Ermeni-Türk İlişkileri"adlı kitâb öne çıkmaktadır. İkinci kitâb, Ermenî iddiâlarını kesin doğru olarak kabûl edip, ondan sonra yaşanan bütün süreci Ermenî gözüyle görmektedir. Bu konuda bilimsel olma kaygısı gütmediği fazlasıyla belli oluyor. Meselâ kitâbın giriş kısmında şöyle bir ifâde kullanıyor1:


“Ancak bütün kitap boyunca, Ermenistan’ın başkentinin belli başlı isimlerinden sadece Erivan’ı kullandım. Ermenilerin eski Ermeni platosu ve Fırat ve Dicle nehirlerinin yukarı kısımlarını kaplayan vatanının birçok adı vardır. Uzun bir süre Ermeniler ve çok sayıda Batılı seyyah buraya “Ermenistan” ya da “Batı Ermenistan” dedi. Kürtler buraya Kürdistan’ın güneydoğu kısmı derler. Ben burada etnik açıdan en az belirli olan “Doğu Anadolu” terimini kullandım ancak bu terimin de birtakım siyasi çağrışımları olduğunun farkındayım.”


Konumuz elbette bu kitâbın değerlendirilmesi olmadığı için daha fazla detay vermeye gerek yok. Ancak bize bir gerçeği gösteriyor. O da Ermenî mes’elesine bakışın, aynı zamânda bir toprak mes’elesi olduğunu da gösteriyor. Ayrıca kitâbı Türkçe’ye çevirip yayınlayan İletişim Yayınları’nın da durumu mâlumdur.


Bununla birlikte Bogosian’ın kitâbı ve bunun Türkçesi’ni yayınlayan Kalkedon Yayınları’na bakmak gerekiyor. Eric Bogosian, ABD’de yaşayan ve radikal bir Ermenî millîyetçisi olan yazar ve oyuncudur. Yazdıklarının hiçbir bilimsel değeri yoktur. Bununla birlikte Ermenîlerin ve operasyonu yürütenlerin psikolojik yapısını olduğu gibi ortaya koymaktadır. Baştan sona klasik Ermenî ajitasyonu ile dolu olan kitâbı, tamâmen Türklere karşı düşmânlık amacıyla yazılmıştır. Bununla birlikte kitâbı yayınlayan Kalkedon Yayınları’nın üzerinde durmakta fayda var. Bu yayınevi, özellikle Alevîlikle ilgili kitâblar yayınlayan, ancak Alevîleri Luviler gibi antik Anadolu toplumlarına ya da Paulikienler gibi bir heterodoks Hristiyan mezhebine dayandırmaktadırlar ve Türklükle hiçbir bağlarının olmadığını söylemektedirler. Ancak ilginç olan nokta şudur ki, dayandırdıkları Paulikienliğin kurucuları Ermenî’dir. Dolayısıyla bir yandan Alevîleri bir yerinden Ermenîlere dayandırırken, bir yandan da Nemesis operasyonu adlı terörist faâliyeti yüceltebilmektedirler. Bu da taşları yerine oturtan bir durumdur.


Bu iki kitâba yer vermemin sebebi, Nemesis operasyonunun Ermenîler için hâlâ örnek olarak görüldüğünü göstermektir. Dolayısıyla Nemesi operasyonu hâlâ bir örnek olduğuna göre her Türk devlet görevlisi için tehlike devâm etmektedir.


Nemesis operasyonu, 1915 yılında İttihâd ve Terakkî’nin yöneticilerine yönelik genel bir saldırının adıdır. Operasyonun uygulanması ise 1. Dünyâ Savaşı’nın bitişinden sonradır. Bilindiği üzere İttihâd ve Terakkî’nin yöneticileri, savaşın bitmesinden sonra ülkeden ayrılmak zorunda kalmışlardır. Birçok kişi, bu karârı yadırgasa da, “Millî Şehîd Kemâl Bey”in i’dâmı bile başlı başına bu karârın ne kadar doğru olduğunun kanıtıdır. İttihâd ve Terakkî yöneticilerinin ülke dışına çıkmasıyla birlikte, farklı ülkelerde bulunan Ermenî teröristler için açık hedef hâline geldiklerini söyleyebiliriz.


Yazımın başlığı olan “Savaşın Diğer Yüzü: Nemesis” adını bu yüzden seçtim. Aslında bu operasyon, 1. Dünyâ Savaşı’nın da, İstiklâl Savaşı’nın da farklı bir yönü olarak görülebilir. Hattâ savaşın terörist yüzü olarak görülebilir. 1. Dünyâ Savaşı’nın bitişiyle birlikte Almanlara, Bulgarlara ya da Avusturyalılara yönelik saldırı durmuşken, Türklere yönelik saldırı, tüm hızıyla sürmüş ve ancak 1923’te sona ermiştir. Ayrıca Nemesis operasyonunun uygulandığı târih, İstiklâl Savaşımızdaki Ermenistan harekâtından sonrasına denk gelmektedir. Yâni bir anlamda Türk İstiklâl Savaşı’na savaşın da diğer bir yüzü konumundadır.


Operasyon kapsamında ilk şehîd edilen kişi, Fetali Han İskender oğlu Hoyski’dir. 1918’de kurulan Âzerbaycan Halk Cumhûriyeti’nin ilk başbakanı olan Fetali Han, 19 Haziran 1920 târihinde Tiflis’te Aram Yerganyan ve Misak Kirkonyan adlı iki Ermenî terörist tarafından şehîd edildi. İlk hedefin Fetali Han olarak seçilmesi, Âzerbaycan’ın nasıl hedef olarak seçildiğini de göstermektedir. Zîrâ Fetali Han, Mehmed Emîn Resûlzâde’den sonra ilk Âzerbaycan Cumhûriyeti’nin en önemli ismiydi2. Ayrıca Nûrî Paşa’nın ünlü Kafkas İslâm Ordusu’nun Bakû’yü kurtarmasında da önemli bir pay sâhibidir. Bu arada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da teröristlerden Aram Yerganyan’ın daha sonra Bahaddîn Şâkir’i şehîd edenlerden biri olmasıdır. Fetali Han’dan bir ay sonra, 19 Temmûz’da, yine Tiflis’te Âzerbaycan Millî Meclîsi’nin başkan yardımcısı Ağayev Hasan Bey şehîd edildi3.


Âzerbaycan’ın millîyetçi hükûmetinin devrilmesinden sonra iki önemli ismine yönelik saldırının ardından birkaç ay süreyle, yeni bir saldırı yapılmamıştır. Bu aradaki sürede plan süresince, yaptıkları en büyük saldırı olan Tal’at Paşa sûikasdine hazırlandıklarını söyleyebiliriz. Zîrâ bu iki saldırıdan sonraki ilk saldırı, 15 Mart 1921 târihinde Berlin’de Tal’at Paşa’nın şehîd edildiği saldırı olmuştur. Solomon Teyleryan adlı Ermenî terörist, Tal’at Paşa’yı şehîd ettikten sonra yakalanmış, ancak Alman mahkemeleri tarafından beraât etmiştir. Teyleryan, diğer bütün Ermenî teröristler gibi günümüzde Ermenistan’da “millî kahramân” olarak görülmektedir. Hattâ geçtiğimiz yıllarda Tal’at Paşa’nın kesik başının üzerine basar bir şekilde heykeli de yapılmıştır. Bu da Ermenî planlarının hâlâ canlılığını koruduğunu gösteren bir başka kanıttır. Tal’at Paşa’nın şehâdeti ve Tehliryan, hâlâ Batı dünyâsında zamân zamân gündeme gelmektedir. Meselâ İngiliz The Independent gazetesinin yazarı Robert Fisk, 20 Haziran 2016’da Tehliryan’ın oğlu olduğunu iddiâ eden ama isminin verilmemesini ricâ eden biriyle olan görüşmesini yazdı. Yazısının girişinde Tal’at Paşa’ya yönelik suçlayıcı, Tehliryan’ı ma’sûm ve hattâ kahramânlaştıran ifâdeler, dikkât çekmektedir4 5. Ancak asıl üzücü olan haberde Fisk’in kullandığı ve Türkiye’de sözde soykırımını anmak için Haydarpaşa Garı önünde toplananların ellerinde Tehliryan’ın resminin de olmasıydı.


Tal’at Paşa’nın ardından seçilen hedef, yine ilk Âzerbaycan cumhûriyetinin bakanlarından biri oldu. Ağayev Hasan Bey’in şehâdetinin birinci yılında, bu sefer İstanbul’da Âzerbaycan Halk Cumhûriyeti’nin İç İşleri Bakanı Behbûd Han Cevanşir oldu. 18 Temmûz 1921 târihinde, gece yarısına doğru, âilesiyle birlikte kaldığı Pera Palas’a gelen Cevanşir, Misak Torlakyan adlı Ermenî terörist tarafından eşinin gözleri önünde şehîd edildi. Silâhıyla birlikte yakalanan Torlakyan, İstanbul’daki İngiliz askerî mahkemesinde yargılandı. Dâvâ, bir siyâsî hesaplaşmaya dönüştü. Ermenî gazetelerinin açıktan “yalancı tanık” ilânı verdiği mahkemede kırk Ermenî, yalancı tanık olarak yer aldı. Bunların çoğu yargıçlar tarafından kovulmasına rağmen mahkeme, Torlakyan’ı i’dâm isteğiyle yargılayıp, sonunda akıl sağlığının yerinde olmadığına ve cezâî ehliyetinin olmadığına karar verip serbest bıraktı6.


Bir süre yine saldırılarına ara veren yapı, bu arada hedef olarak Roma’da bulunan, eski Osmanlı sadrâzâmı Said Halim Paşa’yı seçmiştir. Said Halim Paşa, 6 Aralık 1921 târihinde, Roma’da kaldığı otelin önüne geldiğinde Ermenî terörist Arşavir Şirakyan tarafından şehîd edilmiştir. Şirakyan, daha sonra, Fetali Han’ın kâtili Aram Yerganyan ile birlikte İttihâd ve Terakkî’nin yöneticilerinden olan Bahaddîn Şâkir ve Trabzon eski vâlisi Cemâl Azmi’yi şehîd etmiştir. Said Halim Paşa şehîd edildikten sonra, cenâzesi İstanbul’a getirilmiş ve 20 Ocak 1922 târihinde babası Halim Paşa’nın yanına, Sultân 2. Mahmûd Türbesi’nin hazîresine defn edilmiştir. Bu yönüyle Said Halim Paşa, Cemâl Paşa dışında, diğer İttihâdçılara göre daha şanslı görülebilir. Çünkü bir kısmı uzun yıllar, vuruldukları ülkelerin mezarlıklarında yatmıştır. Bir kısmı ise hâlâ buralarda yatmaktadır.


Said Halim Paşa’nın ardından Berlin’de 17 Nisan 1922’de İttihâd ve Terakkî’nin yöneticilerinden olan Bahaddîn Şâkir ve Trabzon eski vâlisi Cemâl Azmi şehîd edilmiştir. Yukarıda söylediğim gibi Bahaddîn Şâkir ile Cemâl Azmi’yi katledenler, daha önce de benzeri sûikasdler yapmışlardır. Bahaddîn Şâkir, İttihâd ve Terakkî’nin önemli isimlerinden olmakla birlikte, döneminin de en önemli tıp doktorları arasındadır. Kendisi ayrıca Türk millîyetçisi çizgisiyle de öne çıkmaktadır. 12 Ocak 1908 târihinde cemiyet adına Hacı Sâmi ile birlikte yazdıkları bir raporda şu ifâdeler, yer almaktadır7:


“Bilmeyenlere öğretiniz ki Türk, Bulgar, Macar ve Tatarların menşei birdir. Her biri finois şeceresinden müntesip kardeş evladlarıdır. İki kardeşten biri Müslüman, biri Hıristiyan olmakla birbirlerine hasm-ı kan nazarıyla bakmak yakışır mı?”


2 Haziran 1906 târihini taşıyan ve Doktor Nâzım ile birlikte kaleme aldıkları başka bir raporda da şunlar yer almaktadır8:


“Meşveret gazetesi değil, cemiyetin hiçbir ehemmiyetli işi Türk düşmanı olan ne bir Ermeniye ne de bir başkasına terk edilemez. Bir Ermeni gelir de: Ya hu ben Osmanlıyım. Osmanlılığı severim. Sizin programınız dahilinde Osmanlılığa hizmet etmek isterim, derse İslamiyet’in ve Türklüğün hasâisinden olan misafirperverlik ve alicenaplık iktizasınca o Ermeniye: Vatandaş, hoş geldin! Bizimle beraber Osmanlılığın ilâsına çalışmak istersen işte tutulacak yol budur, der, onu ikaza çalışırız. Biz gayr-i müslim bir Osmanlıyı cemiyetimize alırsak, ancak bu şart dahilinde alabiliriz. Cemiyetimiz halis bir Türk cemiyetidir. İslamlığa ve Türklüğe düşman olanların hiç bir vakit fikrine tebaiyet etmeyecektir.”


Bu ifâdeler, bize Bahâddîn Şâkir’in çizgisini olduğu gibi göstermektedir. Cemâl Azmi Bey de Trabzon eski vâlisidir ve bu şehirdeki en önemli İttihâdçılardan biridir. 1. Dünyâ Savaşı yıllarında Rusların Trabzon’a yönelik saldırısına karşı direnişte ve şehirdeki Ermenîlerin tehcîr ettirilmesinde büyük pay sâhibi olmuştur. Bahâddîn Şâkir ve Cemâl Azmi Bey, Arşavir Şirakyan ve Aram Yerganyan tarafından katledilmelerine rağmen bu iki Ermenî terörist, hiçbir şekilde yargılanmamış, tutuklanmamıştır. Dört Türk yöneticinin kâtili olan bu isimlere dokunulmamıştır.


Operasyonun son cinâyeti Cemâl Paşa’nın şehâdeti olmuştur. Bahriye Nâzırı olan ve 1. Dünyâ Savaşı ve tehcîr yıllarında Sûriye’de görevli olan Cemâl Paşa, Afganistan ve Türkiye arasındaki ilişkileri geliştirmek için geldiği Tiflis’te 25 Temmûz 1922’de Petros Ter-Pogosyan ve Artaşes Kevorgyan adlı Ermenî teröristler tarafından katledilmiştir. Saldırı sırasında Cemâl Paşa’nın yanında bulunan yâverleri Süreyya ve Nusrat Beyler de şehîd düşmüştür. TBMM’nin Tiflis temsilcisi Ahmed Muhtar Bey’in verdiği yemekten çıkan Cemâl Paşa, yanındaki yâverleri ile birlikte Ermenî teröristlerin pususuna düşmüşlerdir. Cinâyetin ertesi günü “Zarya Vostoka (Doğunun Şafağı)” adlı gazetede cinâyetin bütün detayları anlatılmaktadır. Ancak Sovyet gizli polisi ÇEKA’nın kâtilleri tâkib etmesine rağmen yakalayamadığı da yer almaktadır9. Belirtildiğine göre Ermenî teröristler, bir süre Cemâl Paşa ve yâverlerini adım adım tâkib etmiş, TBMM’nin Tiflis’teki askerî ataşesi Nûreddîn Bey’in yanına kadar girmeyi başarmışlardır. Hattâ Nûreddîn Bey ile oldukça yakın bir ilişki kurdukları, kendilerini oldukça farklı göstermeyi başardıkları da görülmektedir10.


Görüldüğü gibi Nemesis operasyonu, Türklere karşı yürütülen savaşın önemli bir parçası olarak adım adım planlanmış ve organize edilmiştir. Bununla birlikte elbette amaçlarına ulaşamadıkları saldırılar da olmuştur. Meselâ Doktor Nâzım da öldürülmesi planlananlar arasındaydı. Ancak Ermenî teröristler amaçlarına ulaşamamıştır. Yine de kaderin kötü bir hamlesi olarak Doktor Nâzım, daha sonra “İzmir Sûikasdı” bahânesiyle i’dâm edilmiştir. Enver Paşa da öldürülmesi planlananlar arasındadır. Hattâ Enver Paşa, Tal’at Paşa’nın şehâdetini öğrenince kendisinin de hedef olduğunu bilmekteydi. Bu konuda Türkistan’da konuştuğu Zekî Velidî Togan’a şöyle demiştir11:


"Talât Paşa merhum gibi Berlin sokaklarında bir Ermeni kurşunundan ölmek istemem. Canımın Türk milletinin halâsı yolunda fedâ olması gerekir. Gazi olamazsak şehidiz."


Enver Paşa, Togan’a belirttiği bu amacına erişmiş ve Ermenî sûikasdiyle değil de, Türkistan’ın kurtuluşu için Rus Kızılordusu ile savaşırken şehîd düşmüştür.


Bir yandan Türk ileri gelenler katledilirken, bir yandan da kâtillerin cezâ almadan kurtulması sağlanmıştır. Yukarıda belirttiğim gibi bu operasyon, Türk devletinin yöneticileri açısından her zaman bir tehlike olarak yer almaktadır.


Türkiye Cumhûriyeti’nin kurulmasından sonra TBMM, 1926 yılında Nemesis operasyonu ile şehîd düşen Türk yöneticilerinin âileleri için bir kânûn çıkarmıştır. 29 Mayıs 1926 yılında TBMM’de kabûl edilen "Ermeni suikast komiteleri tarafından şehit edilen veya bu uğurda suveri muhtelife ile düçarı gadrolan ricalin ailelerine verilecek Emlâk ve Arazi veya Tazminat hakkında Kanun"12 ile Tal'at Paşa'nın eşi Hayriye Hanım ve adı öğrenilemeyen kız kardeşine; Cemâl Paşa'nın eşi Seniha Hanım ve kız kardeşi Kâmuran Hâzım Hanım ve oğlu Ahmet Behçet Necdet Bey'e; Cemâl Azmi Bey'in eşi Müzeyyen Hanım ve oğlu Yüzbaşı Kemâl Ekmel Bey'e; Bahâddîn Şâkir Bey'in eşi Cenân Hanım ve oğulları Alp ve Celâsin Bey'e; Cemâl Paşa'nın yâveri Süreyyâ Bey'in annesi Hüsnüye Hanım, kız kardeşleri Melâhat hanım, Müteehbile Hanım ve erkek kardeşleri Mustafâ Bey, Nûreddîn Bey ve Rüçhan Bey'e; Cemâl Paşa'nın diğer yâveri Nusrat Bey'in eşi Perîhan Elmas Hanım, kız kardeşi Nebiye Hanım ve erkek kardeşi Doktor Nihat Bey'e; Said Halim Paşa'nın oğulları Prens Halim ve Prens Ömer Beylere Millî Emlâk'tan ayrı ayrı yirmi bin liraya kadar emlâk, arâzi veyâ bunların dengi para verilmesine karar verilmiştir.


Ayrıca Ermenî mes'elesinden ötürü Kürd Mustafâ dîvânı tarafından i'dâm ettirilen Urfa Mutasarrıfı Nusrat Bey'in eşi Hayriye Hanım, oğulları Nasûhi Bey, Ekrem Bey, Mazlûm Bey ve Târık Bey ile kız kardeşleri Fâike Hanım ve İrfân Hanım ve erkek kardeşi Cevdet Bey'e; Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl Bey'in babası Ârif Bey'e, annesi Nafiâ Hanım'a, kızları Mazhar Hanım ve Müşerref Hanım'a ve oğlu Adnan Bey'e; yargılama esnâsında kaçan ve intihâr eden Doktor Reşit Bey’in eşi Mazlûme Hanım, oğulları Şinâsi Bey, Cezmi Bey, Cehdi Bey, kızları Fikret Hanım, İsmet Hanım, Nimet Hanım'ın da aynı hâklardan yararlanmalarına karar verilmiştir.


Türk milletine karşı yürütülen büyük savaşın önemli bir parçası olan Nemesis operasyonu, Türk milleti tarafından bütün yönleriyle bilinmesi gerekmektedir. Bu operasyonun benzeri yıllar sonra terör örgütü ASALA tarafından yürütülmüş ve çok sayıda diplomatımız şehîd düşmüştür. Ermenîlerin Türklere yönelik soykırımının Karabağ’da sürmesi gibi Nemesis operasyonu da ASALA ile sürmüştür. Bilmemiz gerekir ki, bundan sonra da sürecektir. 

 

Not: Terakki Dergisi'nin 7. sayısında (Ocak Şubat 2020) yayınlanmıştır.  


KAYNAKÇA


  • Ahmadova, Firdovsiyya, "Founders of the Republic: Fatali Khan Khoyski", İRS From the past, http://irs-az.com/new/pdf/201508/1440762901408949551.pdf (Erişim târihi: 23.05.2020)

  • Çulcu, Murat, Ermeni Entrikalarının Perde Arkası / Torlakyan Davası, Kastaş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1990

  • De Waal, Thomas, Büyük Felaket’ten Sonra, Soykırımın Gölgesinde Ermeni-Türk İlişkileri, s.12, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2016

  • Fisk, Robert, "My conversation with the son of Soghomon Tehlirian, the man who assassinated the organiser of the Armenian genocide", https://www.independent.co.uk/voices/robert-fisk-armenian-genocide-conversation-son-of-soghomon-tehlirian-mehmet-talaat-pasha-a7091951.html (Erişim târihi: 23.05.2020)

  • Görkǝmli Azǝrbaycanlılar, “Ağayev Həsən bəy” maddesi, s.11, Azərbaycan Respublikası Prezidentinin İşlər İdarəsi, Prezident Kitabxanası, http://files.preslib.az/projects/azerbaijan/gl6.pdf (Erişim târihi: 23.05.2020)

  • Nazır, Bayram; Okatan, Yıldırım, "Suikasti Gerçekleştirenlerin Anlatımı İle Nemesis Operasyonu Kapsamında Cemal Paşa'nın Öldürülmesi", Türkiye Günlüğü Dergisi, y. Kış 2020, s.141, ss.79, Cedit Neşriyat, Ankara

  • Önal Emiroğlu, Çiğdem; Emiroğlu, Kudret (haz.), Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti, Paris Merkezi Yazışmaları Kopya Defterleri (1906-1908), s.313-314, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Birinci Basım, İstanbul, Temmuz 2017

  • T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 109 ncu İçtima, 29.5.1926 Cumartesi, Devre:2, Cilt:25, İçtima Senesi: 3, s.601, https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d02/c025/tbmm02025109.pdf (Erişim târihi: 23.05.2020)

  • Togan, Zeki Velidi, Hâtıralar, s.2-5, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2. Baskı, Ankara, Aralık 2012

     

     

     

1De Waal, Thomas, Büyük Felaket’ten Sonra, Soykırımın Gölgesinde Ermeni-Türk İlişkileri, s.12, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2016

2Ahmadova, Firdovsiyya, "Founders of the Republic: Fatali Khan Khoyski", İRS From the past, http://irs-az.com/new/pdf/201508/1440762901408949551.pdf (Erişim târihi: 23.05.2020)

3Görkǝmli Azǝrbaycanlılar, “Ağayev Həsən bəy” maddesi, s.11, Azərbaycan Respublikası Prezidentinin İşlər İdarəsi, Prezident Kitabxanası, http://files.preslib.az/projects/azerbaijan/gl6.pdf (Erişim târihi: 23.05.2020)

4Fisk, Robert, "My conversation with the son of Soghomon Tehlirian, the man who assassinated the organiser of the Armenian genocide", https://www.independent.co.uk/voices/robert-fisk-armenian-genocide-conversation-son-of-soghomon-tehlirian-mehmet-talaat-pasha-a7091951.html (Erişim târihi: 23.05.2020)

5Haberin Türkçesi için; Robert Fisk, Talat Paşa’yı öldüren Soğomon Tehliryan'ın oğluyla konuştu, http://www.agos.com.tr/tr/yazi/15874/robert-fisk-talat-pasayi-olduren-sogomon-tehliryan-in-ogluyla-konustu (Erişim târihi: 23.05.2020)

6Çulcu, Murat, Ermeni Entrikalarının Perde Arkası / Torlakyan Davası, Kastaş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1990

7Önal Emiroğlu, Çiğdem; Emiroğlu, Kudret (haz.), Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti, Paris Merkezi Yazışmaları Kopya Defterleri (1906-1908), s.313-314, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Birinci Basım, İstanbul, Temmuz 2017

8a.g.e., s.32

9Nazır, Bayram; Okatan, Yıldırım, "Suikasti Gerçekleştirenlerin Anlatımı İle Nemesis Operasyonu Kapsamında Cemal Paşa'nın Öldürülmesi", Türkiye Günlüğü Dergisi, y. Kış 2020, s.141, ss.79, Cedit Neşriyat, Ankara

10a.g.e., s.80

11Togan, Zeki Velidi, Hâtıralar, s.2-5, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2. Baskı, Ankara, Aralık 2012

12T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 109 ncu İçtima, 29.5.1926 Cumartesi, Devre:2, Cilt:25, İçtima Senesi: 3, s.601, https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d02/c025/tbmm02025109.pdf (Erişim târihi: 23.05.2020)

19 Mayıs 2020 Salı

İNGİLİZ VE AMERİKAN BASININDA MUSTAFÂ KEMÂL PAŞA VE 1919

Mustafâ Kemâl Paşa, Samsun'a doğru yola çıkmadan kısa süre önce... Fotoğrafın üzerinde "Kardeşim Raûf Beğ'e" yazıyor.

Bu yıl, Atatürk’ün Samsun’a çıkışını ve 19 Mayıs’ı farklı bir şekilde anmak ve kutlamak istedim. Bu amaçla İngiliz ve Amerikan basınında Mustafâ Kemâl Paşa’ya dâir 1919 yılında yapılan haberleri incelemek istedim. Bir hafta boyunca, her gün bir haber olacak şekilde de paylaştım. Yâni tam yedi haber paylaşmış oldum.

İlk olarak dönemin İngiliz basınını incelemek istedim ve The Times gazetesinin arşivini1 inceledim. The Times gazetesinin arşivi, inanılmaz derecede zengin. 1 Ocak 1785’ten 1 Ocak 1985’e kadar olan 200 yıllık geçmişi orada saklı ve erişime açık. Herhangi bir ücret ya da üyelik istemiyorlar. Dolayısıyla çok güzel bir şey. Bununla birlikte Guardian, Manchester Times gibi döneme dâir gazeteleri de inceledim. Sonunda ilk üçü için The Times gazetesine yer vermeye karar verdim ve The Times gazetesinin 22 Eylül, 2 Ekim ve 13 Ekim 1919 târihli nüshâlarındaki haberleri ele aldım.

Amerikan basınını incelemek ise çok daha kolay oldu. Sanırım bu konuda en rahat erişebilen, Amerikan basınıdır. Çünkü “Kongre Kütübhânesi”nin (Library of Congress) “Chronicling America - Historic American Newspapers”2 (Amerikan Kroniği – Târihî Amerikan Gazeteleri) başlıklı bölümünde 1789’dan 1963’e kadar olan bütün Amerikan gazeteleri yer almaktadır. 1919 yılına âid Mustafâ Kemâl Paşa’nın adının geçtiği 88 haberin içinden de haberin içeriğine göre seçim yaptım ve New York gazetesi olan The Evening World’ün 30 Eylül 1919 târihli nüshâsındaki, Montana gazetesi olan Great Falls Daily Tribune’ün 14 Ekim 1919 târihli nüshâsındaki, Nevada gazetesi olan Tonopah Daily Bonanza’nın 7 Ekim 1919 târihli nüshâsındaki, Virginia gazetesi olan Richmond Times-Dispatch’in 7 Kasım 1919 târihli nüshâsını esâs aldım.

Bu gazetelerdeki haberlerin genel olarak Erzurûm ve Sivas kongreleri, Dâmâd Ferid hükûmetinin düşüşü, Ali Rızâ Paşa hükûmetinin kuruluşu ve Konya’nın kurtarılması üzerine olduğunu söyleyebiliriz. Hepsinde Mustafâ Kemâl Paşa için “Türk millîyetçi lider”, başında bulunduğu hareket için de “millîyetçi hareket” denmesi anlamlıdır. Bu arada Amerikan basınının Sadrâzâm Ali Rızâ Paşa’nın adını yanlış yazdığı (General Alipiza Şa gibi...) epey örnek gördüm. Üstelik bu yanlışlıklar yerel Amerikan gazetelerinden kaynaklanmıyor. Tam tersine büyük bir haber ajansı olan Associated Press gibi kuruluşlardan kaynaklanıyor. Bu da bize, İstanbul hükûmetinin ne kadar ciddiye alındığını göstermektedir. Ayrıca Amerikan basınında Ermenî vurgusunun fazlalığı dikkât çekiyor. Meselâ Erzurûm için “Ermenistan’daki Erzurûm” diyorlar. Öyle ki, târihinden (1923) dolayı burada yer vermediğim bir haritada, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz’i hâlâ Ermenistan olarak gösteriyorlardı.

Gazetelerin görüntüsünün altında, haberlerin Türkçelerine yer verdim. Böylece okuyucu, hem haberi anlayabilir; hem de olası bir hat’âm varsa, bana iletebilir. Haberlerin Türkçe kısımlarında herhangi bir yorum yapmadım. Hattâ yoruma dönüşmemesi, nesnellikten uzaklaşmama adına sözlük çevirisini de tercih ettiğim oldu. Meselâ Constantinople’ü İstanbul yerine Konstantinopolis olarak yazmayı uygun gördüm. Sâdece iki yerde, kimlerin kasd edildiğini belirtmek için köşeli parantez içinde gösterdim.

Umarım dönemi araştıranlara, târihçilere ve genç târihçi adaylarına bu çalışmam bir fayda sağlayabilir. Bir kişi için bile kaynak görevi görürse, benim adıma büyük bir mutluluk olacaktır.
Esenlikler...

KUTLU ALTAY KOCAOVA

1 https://www.thetimes.co.uk/archive/ (Erişim târihi: 18.05.2020)
2 https://chroniclingamerica.loc.gov/ (Erişim târihi: 18.05.2020)

9 Temmuz 2019 Salı

1931 SOVYET SALDIRISI IŞIĞI ALTINDA ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİNE FARKLI BİR BAKIŞ





"Bolşevik'lerin ve Bolşevizm'in ne olduğunu anlamadınız. Bolşevik'lerin Anadolu'ya girdikleri gün, malik olduğumuz mutluluk Moskova'ya aktarılacak ve biz, çıplak bir halk olarak kalacağız. Azerbaycan'ın başına gelenlere bakınız."1

MUSTAFÂ KEMÂL PAŞA

(FO 371/6525/E 8990: Başkomutandan Savaş Bakanlığı'na kapalı tel yazısı no.719, İstanbul, 5.8.1921.)

Gerçekte Mustafa Kemal, Bolşevik ilkelerinden nefret ediyor, ama duygularını gizlemeye çalışıyor.”2

(87) İbid.: belge no. E 12803; kaynak: HC / 1360. (24 Eylül 1920 târihli İngiliz istihbarat raporu)

Genelde Atatürk döneminde Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin ilişkilerinin iyi olduğuna dâir iddiâlar vardır. Gerçi uzaktan görünüş buna uygun olsa da, bunu genelleştirmek doğru değildir. Zîrâ bunun tersini gösteren birçok örnek bulunmaktadır. Ancak verebileceğimiz üç örnek, durumu olduğu gibi ortaya koyacaktır.

1. Âzerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti temsilcisi İbrâhim Abilov’un 1923’te öldürülmesi
2. Sovyetler Birliği’nde yer alan ve Türk vatandaşlarına âid mâllara ve mülklere el konulmasına karşılık olarak Türkiye’nin 25 Şubat 1931 târihli kararnâme ile Türkiye’deki Rus mâllarına ve mülklerine de el konulması.
3. 6 Ağustos 1928 târihinde Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında imzâlanan sınır ihtilâfı ve olaylarına dâir sözleşmenin altı aylık süresinin bitiminden i’tibâren sözleşmenin tekrar imzâlandığı 15 Temmûz 1937 târihine kadar sınır hattında yaşananlar...

Üçüncü örnek, elbette genel bir olaylar dizisidir ve bu olaylar içerisinde 1931 yılında yaşanan iki olay, bu yazının konusunu oluşturmaktadır. Ancak bu olayın önemini ortaya koymak için gidişâtı da görmemiz gerekir.

Bilindiği gibi Türk İstiklâl Savaşı süresince TBMM ile Sovyet Rusya arasında yakın bir ilişki kurulmuştur. Bunda en önemli sebeb de, ortak düşman İngiltere algısıdır. Bununla birlikte her iki ülke için en önemli kısım sınır hattımız olmuştur. Türk ordusunun, Sovyetlerin engelleme çabasına rağmen, Ermenistan’ı yenilgiye uğratması ve Kars, Ardahan, Iğdır ve Batum ile Nahçıvan’ın kurtarılması üzerine 2 Aralık 1920’de Ermenistan ile Gümrü Barış Antlaşması yapılmıştır. Ancak hemen ardından Sovyet Kızılordusu’nun Ermenistan’ı işgâli ve Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti’nin kurulmasıyla bu antlaşma hükümsüz kalmıştır. Bunun üzerine Türk ve Sovyet tarafları yeni yollara girişmişler ve 16 Mart 1921’de Moskova’da “Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması” imzâlanmıştı. Böylece resmî olarak iki ülke birbirini tanımıştı. Bu antlaşmaya göre Sovyetler Birliği, Türkiye’ye askerî, siyâsî ve ekonomik destek vermeyi kabûl ediyordu. Bununla birlikte bunun karşılıksız olmadığını belirtmek gerekir. Türkiye, bu destek karşılığında Batum’u Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti’ne, Nahçıvan’ı da Âzerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti’ne, Türkiye’nin garantörlüğünde olma koşuluyla devretmişti3 4.

Sonraki süreçte de Sakarya Meydân Muhârebesi’nin sonuçlanmasıyla birlikte 13 Ekim 1921’de TBMM ile Âzerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhûriyetleri arasında Kars’ta bir dostluk antlaşması imzâlandı. Bu antlaşmada da Moskova’da imzâlanan antlaşmanın özellikle sınırlar konusu, bir daha detaylı bir şekilde ele alındı5.
Cumhûriyet döneminde 17 Aralık 1925 târihinde Paris’te Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması imzâlandı. Bununla birlikte bu süreç içerisinde Moskova ve Kars antlaşmaları ile sınır, kesin olarak çizilse de, zaman zaman sınır ihtilâfı yaşanmaktadır. Bu yüzden 6 Ağustos 1928’de Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında sınır ihtilâfı ve olaylarına dâir sözleşme imzâlandı. Ancak bu sözleşme, altı ay yürürlükte kaldı. İki tarafın hükûmetleri sözleşmenin süresini uzatmak için yeterli gayreti göstermediği için bâzı sınır olayları yaşandı ve en sonunda 15 Temmûz 1937 târihinde yeniden benzeri bir sözleşme imzâlandı6.

Böylece Türkiye ile Sovyetler Birliği ilişkilerin resmî seyrini gördükten sonra bâzı olaylara bakabiliriz. Bilindiği üzere Sovyetler Birliği, İstiklâl Savaşı yıllarında Türkiye üzerinde baskı kurmaya ve Türkiye’yi bir komünist Sovyet cumhûriyetine dönüştürmeye çabalamıştı. Bunun için Mustafâ Suphi önderliğinde bir komünist partisi kurulmuş ve Anadolu’nun dört bir yanında faâliyetler yürütülmüştü. Bunun sonucu olarak da Mustafâ Suphi, Mustafâ Kemâl Paşa tarafından TBMM’nin 22 Ocak 1921 târihli gizli oturumunda ciddî suçlamalarla hedef alınmıştır7. Bu konuşmanın üzerinden beş gün geçtikten sonra Mustafâ Suphi ve arkadaşları öldürülmüştür. Bununla birlikte Türkiye-Sovyet ilişkileri açısından asıl önemli olan olay, Âzerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti temsilcisi İbrâhim Abilov’un 1923’te İzmir İktisâd Kongresi’ne katıldığı günlerde ölmesiydi. Kayıtlara kazâ olarak geçen bu ölümün, bir İngiliz istihbârat raporunda doğrudan Mustafâ Kemâl Paşa’nın emriyle, bir ajanı tarafından gerçekleştirildiği belirtilmektedir. Bunun sebebi olarak Abilov’un Doğu Anadolu’da bir komünist ayaklanma kışkırttığı bilgisi yer almaktadır. Ancak bu noktada İngiliz kaynaklarından daha da ilginç olan Sovyet büyükelçisi Aralov’un olayın hemen ardından Ankara’ya dönmesi ve TBMM’ye protesto notası vermesidir8.

Bu durum, bağımsızlık konusunda Mustafâ Kemâl Paşa’nın Sovyetlere karşı da neler yapabileceğinin kanıtı olarak görülebilir.

İkinci önemli olay, Sovyetler Birliği’nde yer alan ve Türk vatandaşlarına âid mâllara ve mülklere el konulmasına karşılık olarak Türkiye’nin 25 Şubat 1931 târihli kararnâme ile Türkiye’deki Rus mâllarına ve mülklerine de el konulmasıdır. Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk vatandaşlarının mülkleriyle mâllarına el konması üzerine, mütekâbiliyet ilkesine göre Türkiye’de yaşayan Rusların mâllarına ve mülklerine el konulmasına karar verilmiştir. Bu olayın Türk-Sovyet ilişkilerinde büyük sorun yarattığını düşünmek için yeterli kaynak elimizde var.

Şimdi yazımızın asıl konusuna gelebiliriz. Yukarıda söylediğimiz gibi 1928’de imzâlanan ve altı ay süreli olan sınır ihtilâfı ve olaylarına dâir sözleşme, altı ay sonra sona ermiş ve yenilenmesi 1937 yılını bulmuştur. İşte bu ortamda 1931 yılının bahar ve yaz aylarında, iki kez Sovyet Kızılordusu sınırlarımıza saldırmıştır.

Ancak ne yazık ki, bu iki saldırının kesin târihini ve saldırı noktasını tesbît edemiyoruz. Bunda devletin, maâlesef, çok geç haberdâr olmasının payı büyüktür. 16/02/1932 târihli, Gâzi Mustafâ Kemâl imzâlı kararnâmeye göre, ancak Dâhiliye Vekâleti’nin (İç İşleri Bakanlığı) 12/02/1932 târihli yazısıyla haberdâr olunabilmiş ve olayları yerinde incelemek, bir daha olmamasını sağlamak üzere nelerin yapılabileceği üzerinde inceleme yapılması için bir hey’et oluşturulmuş. Ancak kesin bir sonuç alınamamış olacak ki, 1934 yılında yeni bir komisyon oluşturulmuş, 1937 yılında Kurmay Yarbay A. Cevad Baydar olayı araştırmakla görevlendirilmiştir. Ancak maâlesef, herhangi bir sonuç alınamamıştır.

Bununla birlikte saldırının yaşandığı bölgenin, kesin olarak noktasını tesbît edemesek de, Ardahan çevresi olduğunu söyleyebiliriz. 26/01/1937 târihli karârnâmeyle olayın araştırılması için görevlendirilen Kurmay Yarbay A. Cevad Baydar başkanlığındaki komisyonda Ardahan kaymakamının da görevlendirilmiş olduğunu görüyoruz. Her ne kadar olaya dâir Türk belgelerinin hiçbirinde yer bilgisi olmasa da, Ardahan kaymakamının görevlendirilmesinden dolayı olayın bu bölgede gerçekleştiğini söylemek, sanırım yanlış olmaz.

Saldırının yaşandığını tahmîn ettiğimiz Ardahan bölgesinin Sovyet (bugünkü Gürcistan) tarafına baktığımızda iki yerleşim göze çarpmaktadır. Ahıska ve Ahılkelek. İki bölge de Türk nüfûsuyla bilinmektedir. Öyle ki, Sovyet lideri Stalin’in 1944 yılında Ahıska Türklerini sürgün etmesine kadar nüfûsun çoğunluğunu Türkler oluşturmaktaydı. Dolayısıyla saldırıların bu bölgeden yapılmış olmasının, bölgenin nüfûsuyla ilgili olduğunu söylemek çok yanlış olmaz. Zîrâ bütün Türk-Sovyet sınırı boyunca Batum ve Nahçıvan dışında Türk nüfûsun yoğun olduğu tek bölge burasıdır. Ancak Batum ve Nahçıvan’ın Türkiye garantörlüğünde oluşu göz önüne alındığında, sınır hattında Sovyet saldırısı için uygun tek Türk yerleşimi olarak burası kalıyor.

Görünen o ki, Sovyetler Birliği, Atatürk’ün mütekâbiliyet ilkesi çerçevesinde attığı bir adımdan rahatsız olmuş ve Türk sınırlarına doğru bahâr ve yaz aylarında iki saldırı yapmıştır. Ancak maâlesef, devletimizin bundan aylar sonra haberi olmuş ve anlayabilmek için yıllarca komisyonlar oluşturulmuştur.

Bu yaşananlar, Atatürk döneminde Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında bir satranç oyunu oynandığını, iki tarafın birbirine saygılı ve dost bir görünüm vermeye çalışsa da, tam bir mücâdele hâlinde olduklarını göstermektedir. Ancak elbette Sovyetler Birliği, burada saldırgan, Türkiye de savunmada kalan taraftır. Atatürk’ün ölümünden sonra, Sovyet baskısının artmasına ve sonuç olarak Türkiye’nin NATO’ya girerek, Batı bloğundaki yerini almasıyla sonuçlanacaktır.

9 Temmûz 2019

KUTLU ALTAY KOCAOVA

1Sonyel, Salâhi R., Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi'nin Türkiye'deki Eylemleri, s.202-203, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013
2a.g.e., s. 115
3T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre: 1, Cilt:9, İçtima:2, On birinci İçtima, 24.03.1337 (1921) Perşembe, s.206-208
4Sosyal, İsmail, Türkiye'nin Siyasal Antlaşmaları, 1. Cilt (1920-1945), s.32-38, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983
5a.g.e., s.41-47
7T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, Devre: 1, Cilt: 1, İçtima:1, 22 Kânunusâni 1337 (1921), s.326-336
8Sonyel, Salâhi R., Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi'nin Türkiye'deki Eylemleri, s.325, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013

24 Temmuz 2018 Salı

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI’NA DÂİR DÜŞÜNCELERİM



Lozan Barış Antlaşması'nın iki kazananı vardır. Türkiye ve İngiltere. Tek kaybedeni vardır, SSCB.

Lozan Barış Antlaşması'nın en önemli kazananı, Türkiye'dir.

Lozan Barış Antlaşması, Türkiye'nin Türk olarak bağımsızlığının bütün dünyâ tarafından kabûl edilmesidir. "Türk olarak" ifâdesini biraz açayım. Mâlum olduğu üzere Osmanlı, çok uluslu bir imparatorluktu ve bünyesinde Müslümân ve Hristiyan çok sayıda millet yaşamaktaydı. 1897'de Marksizm'in ünlü ideologlarından Rosa Luxemburg, Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü savunmanın yanlış olduğunu söyler. Çünkü hem Türklerin, Balkan Hristiyanlarından kurtulmadan; hem de Balkan Hristiyanlarının Türklerden kurtulmadan ayakta kalamayacaklarını söyler. Bunu da Balkan Hristiyanlarının Rusya'nın Türklere yönelik her saldırısında, Türklere yönelik bir iç tehdit ve Rusya'nın gönüllü askerliğini yapmaları üzerinden anlatır. Türkler, Balkan Hristiyanlarından kurtulmadan Rusya'yı durduramaz ve İstanbul'u koruyamazlar, demektedir. Balkan Savaşları ile 1. Dünyâ Savaşı, imparatorluk bünyesindeki bütün Türk olmayan unsurlar, Türk ordusuna ve Türk milletine büyük zararlar vermiş. Milyonlarca sivil öldürüldüğü gibi yüz binlere varan askerimiz de, sâdece Türk olmayan unsurlara karşı şehîd düşmüştür. 

İşte, Türkiye'nin "Türk olarak" bağımsızlığı derken, bunu kasd ediyorum. Türk devletinin ulus devlete dönüşüp, tamâmen Türkleşmesini kasd ediyorum. Bâzıları buna Kürdler gibi topluluklar üzerinden eleştiri getirebilir. Hatırlatmakta fayda var, cumhûriyetin ilk yıllarında Hakkârî dışında, kesin bir Kürd çoğunluğun olduğu bölgeler bulunmuyordu. Bu durum, isyânların bastırılması sürecinde Kürd aşîretlerinin dağıtılması ve sonrasında köyden kente göç olgusuyla meydana çıktı.

Dediğim gibi Lozan Barış Antlaşması, Türkiye'nin "Türk olarak" bağımsızlığının dünyâ tarafından kabûl edilmesidir. Bâzıları Arab bölgelerinin kaybı üzerinden Lozan'ı eleştiriyor da, hatırlatmakta fayda var. Arablar, bize karşı ayaklandılar ve İngiliz desteğiyle savaştılar. Onlar, buna bir "Kurtuluş Savaşı" diyorlar. Yâni bize karşı Kurtuluş Savaşı verdiğini sanan insanlar, topraklarımızın dışında kaldı diye, savaşan Arablar yerine bir antlaşma metnini suçlamak ya aptalcadır, ya kötü niyetlidir. 

Bununla birlikte Lozan Barış Antlaşması'nın eleştirebileceğimiz tek konu vardır. O da bugün Yunanistan'ın elinde bulunan ve Gökçeada'ya 22 kilometre mesâfede yer alan Limni adasını istemememiz olmuştur. İngiltere, Çanakkale Boğazı'nın güvenliği ve deniz ticâreti için Gökçeada, Bozcaada ve Limni adalarının, boğazlara sâhib olan ülkeye verilmesini istemişti. Fransa, üçünün de Yunanistan'a verilmesini isterken, biz, sâdece Gökçeada ile Bozcaada'yı almak istedik. Sonuç olarak Limni, Yunanistan'da kaldık. Hattâ İngiliz temcilcilerin bu duruma şaşırdığı, tutanaklarda görülüyor.

Lozan Barış Antlaşması'nın diğer bir kazananı da, İngiltere'dir. İngiltere, 1. Dünyâ Savaşı ile Ortadoğu bölgesinde alacaklarını almıştır. Lozan Barış Antlaşması ile de Türkiye'nin Sovyet tarafına geçmesi engellenmiş, Batı bloğunda kalması sağlanmıştır. Ayrıca Yunanistan'ın Batı Trakya'ya büyükçe bir kolordu yığmasına karşılık, Türkiye'nin Trakya'ya ancak 8000 jandarma geçirebildiği (maâlesef deniz kuvvetlerimizin olmamasının sonucu) bir ortamda Trakya'da bir Türk-Yunan savaşı engellenmiş, Sovyet müdâhalesinin önüne geçilmiştir. 

Lozan Barış Antlaşması'nın kaybedeni ise SSCB olmuştur. Çünkü Sovyetler, İstiklâl Savaşı'ndan beri Türkiye'de bir Sovyet ya da olmasa bile sosyalizme yakın yandaş bir devlet olacağını düşünüyorlardı. Mustafâ Suphi'nin, büyük ihtimâlle Atatürk'ün emriyle, öldürülmesi, zaferin hemen ardından komünist ve sosyalist parti ve kurumlara yönelik hareketler, Sovyetler açısından pek ilgi çekici olmamıştır. Bunda elbette "İngiliz düşmânlığına karşı bize mecbûrlar" düşüncesi yer almaktadır. Lozan Barış Antlaşması'nın imzâlanması, bu yüzden SSCB'de büyük etki yaratmış ve ciddî tepki doğurmuştur. Hattâ İngiliz raporlarına göre SSCB, Türkiye'den Moskova Antlaşması ile yapılan yardımın (bu yardımın iç yüzü de bilinmektedir) geri istendiğini ama Türkiye'nin kabûl etmediğini İngiliz istihbârat raporları yazıyor. 

Lozan Barış Antlaşması ile ilgili yazdıklarımın üzerine biraz daha ekleme yapayım ve elden çıkan bölgelerden söz edeyim.

1. Ege adaları: İtalyan işgâlinde olan On İki Ada dışındaki Ege adaları, Yunanistan tarafından Balkan Savaşları sırasında işgâl edilmiştir. Her ne kadar Osmanlı, bu işgâli tanımamış olsa da, işgâlin başında îtibâren Yunanistan, bu adalarda sivil ve bürokratik yönetim kurmuş, ilhâk etmiştir. Biz, Lozan Barış Andlaşması'nda sâdece Gökçeada ile Bozcaada'yı alabildik, İngiltere, Limni'yi de almamızı istedi. Ancak nüfûsunun tamâmı Yunan olan bu ada konusunda istekli olmadık. Peki, ısrarcı olsaydık, Ege adalarını alabilir miydik? Tabiî ki, hâyır... Neden? Çünkü donanmamız yoktu. Deniz çatışmasını geçtim, asker taşıyabilmemiz bile mümkün değildi. 

2. On İki Ada: Bu adalar, Trablusgarb Savaşı'nın başında İtalya tarafından işgâl edilmiş ve savaşı sona erdiren Ouchy Andlaşması ile Balkan Savaşları bitene kadar İtalyan yönetiminde kalmasına, savaş bittikten sonra Osmanlı yönetimine devredilmesine karar verilmişti. Ancak elbette bu gerçekleşmemiştir. Bununla birlikte Osmanlı Devleti de, 1. Dünyâ Savaşı sırasında bile bu adaları geri almak için bir askerî harekât düzenlememiştir. Bu doğal bir durumdur. Neden? Çünkü Akdeniz'de Osmanlı'nın İngiltere, Fransa ve İtalya'nın güçlü donanmalarıyla baş edebilmesi mümkün değildi. Durum böyleyken, bunu İstiklâl Savaşı'nı henüz tamamlamış bir yönetimden beklemek anlamsızdır. 

3. Musul ve Kerkük: Bölgenin petrol varlığı, en başından beri İngiltere'nin dikkâtini çekmiş ve hattâ Irak cebhesinin açılmasının en önemli sebeblerinden biri de budur. Bununla birlikte TBMM ve Atatürk, gerek İstiklâl Savaşı sırasında (Özdemir Beğ Müfrezesi), gerekse de sonrasında Musul'un alınması için çaba göstermiştir. İngiltere'nin Lozan'da bu konuda hiçbir geri adım atmaması üzerine Atatürk'ün Musul için askerî harekât düzenlemeyi istediği bilinir. Hattâ Kâzım Karabekir Paşa, Atatürk'ü bu konuda Enver Paşa'ya benzemekle ve mâcerâya girmekle suçlamaktadır. Bu konuda 11 yıldır savaşan Türklerin, Musul için İngiltere ile savaşması mâcerâdır, demektedir. Bununla berâber Atatürk, Musul için yine de savaşa karar vermiş, ancak çıkan Kürd Şeyh Sâid İsyânı üzerine bu mümkün olmamıştır.

4. Boğazlar: Boğazlarda Türkiye'nin başkanlığında bir uluslar arası yönetimin kurulması ve Gelibolu'daki İngiliz-Fransız mezarlıklarının bu ülkelerin toprağı olarak kabûl edilmesi, elbette sıkıntılı bir durumdur. Ancak Atatürk'ün en uygun fırsatta Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ni dayatabilmesi ve kabûl edilmesiyle Lozan Barış Andlaşması'nın Boğazlar konusundaki kısmı hükümsüz hâle gelmiştir. Dolayısıyla bu konudaki eleştirinin de önemi yoktur.

5. Azınlıklar ve Patrikhâne: Elbette, gönül ister ki, patrikhâne, Atina'ya taşınsın ve Türk topraklarından çıksın. Kaldı ki, bunu Atatürk de birkaç defâ dile getirmiştir. Ancak işin bir de Ortodoks Hristiyan teolojisi kısmı vardır. İstanbul Patrikliği, Antakya ve İskenderiye ile birlikte üç Rûm patrikhânesinden biridir. Bu, yaklaşık 1600 yıllık bir konudur. Dolayısıyla konu, bir ölçüde inanç özgürlüğünü ilgilendirmektedir. Doğal olarak Balkanlarda milyonlarca soydaşı kalan Türkiye'nin bu konuda dikkâtli olması oldukça doğaldır. Yine de yurtdışındaki Müslümân Türklere ne yapılıyorsa, Türkiye'deki Müslümân olmayan azınlığa da aynı şekilde muâmele yapılacaktır gibi saygıdeğer bir ifâdenin yer alması anlamlıdır.

Sözün özü, Lozan Barış Antlaşması, Türkiye'nin bağımsızlığının kabûl edilmesini sağlamış, yönünü belirlemiştir. İsteyen Seha Meray Hoca'nın derlediği Lozan Barış Konferansı Tutanakları'nı ve bu konuda Ali Satan Hoca'nın derlediği İngiliz raporlarını okur, inceler, fikir edinir, aydınlanır. İsteyen de gider Kadir Mısıroğlu'nun, Mustafâ Armağan'ın saçmalıkları üzerinden fikir edinir, saçmalar.