- Bozkurt rozeti taktığı
için öğretmeni tarafından on altı yaşında katledilen
şehîd Necâti Kaya’nın
azîz hâtırâsına -
Necâti, on altı yaşındaydı,
çocuktu yâni. Çocuktu, çocuk olmasına ama yaşananları,
olayları kavrayacak akla ve zihne sâhibdi. Âilesi iyi bir dîn
eğitimi almasını istemişti. Niksar’ın bir bucağında yaşayan
bir çiftçi âilesi, çocuğu için ne ister ki? Vatanına milletine
bağlı olsun, dîndâr olsun, bir de ya asker olsun ya imâm...
Necâti’nin yaşı bir orta
son öğrencisi için büyüktü. Sınıfındakiler, genelde 14
yaşındayken, onlardan iki yaş büyüktü. Tabiî, dedesinin
isteğiyle o iki yılı Kur’ân öğrenmek ve hâfızlık için
geçirmişti ve en sonunda hâfız çıkmıştı. Mutlu olmuştu,
âilesi. Dedim ya, Anadolu’nun bir bucağında yaşayan bir çiftçi
âilesi için daha fazlası var mıdır?
Bununla birlikte Necâti,
kendisini çok iyi geliştirmiş, iyi bir Türk olmuştu. Türk
târihinden söz ediyor, bozkurtu anıyor, aldığı bozkurt
rozetinin gurûrla göğsünde taşıyordu. Elinde Atsız’ın
Bozkurtları, hayâlinde Kür Şad ile yaşıyordu. Ben Türk’üm
diyordu, Türk’üm. Türk’e dâir ne varsa, kalbimdedir, kalbimin
üstündedir.
Ama yanlış zamanda doğmuştu,
Necâti. Yanlış zamanda, yanlış insanların eğitiminden
geçmişti. Elbette aralarında çok değerli olanlar vardı ama...
Çoğu bir çocuğa düşman olacak, ona nefret duyacak kadar kînle
dolmuştu ve bu insanlar öğretmendi.
Başçiftlik Bucağı
Ortaokulu’na yine her zamanki gibi göğsünde bozkurt rozeti ile
gelmişti. Okul müdürü Lütfü Kepenek ise mimlemişti, Necâti’yi.
Zâten sürekli gördüğü yerde alay eder, aşağılar, hâfızlığına
güler, insanlar içinde rezîl etmeye çalışırdı. Ancak Necâti,
âilesinden aldığı terbiyeyle yanıt vermemeyi seçerdi.
Yine bir gün okul müdürü,
Necâti’nin inancına sövmüş, “Ne o, Allah’ın seni terk mi
etti” diyerek, kendince aşağılamıştı. Artık Necâti
dayanamıyor, hocasını uyarmak istiyordu. En sonunda söz
tekrarlanınca, “bir daha deme” diyerek uyarmıştı. Müdürün
beklediği de buydu. Kavga çıkarmak istiyordu, ezmek, işkence
etmek, un ufak etmek istiyordu.
Müdür, o hınçla Necâti’nin
göğsündeki rozete elini uzattı. “Çıkar lan iti” diye
bağırdı. “Aslâ” dedi, Necâti. Bu tek kelîme, öyle
etkiliydi ki, dünyânın bütün direnişçileri bir araya gelse
ayakta alkışlardı. Tek bir kelîme, tek bir bakış ve muhteşem
bir direniş... Aslâ... Âdetâ Vey ırmağının kıyısındakilerden
biriydi, Necâti. Tek bir kelîme ile bin üç küsûr yıl önceye
gitmişti.
Aslâ... O ân sınıfındaki
arkadaşlarının bir kısmı, devrim adına tuttular, Necâti’yi
ve müdür, bozkurt rozetini çıkarıp, pencereden attı. Ardından
ise Necâti’nin kafasına bir demir çubuk geldi. Öldüresiye
vuruyordu, müdürü. Hani öğretmendi, işi eğitimdi ya. Şimdiki
işi ise cinâyetti. Benim gibi değilsin, benden değilsin ya, öl
diyen bir öğretmen... Vurdukça vuruyor, öfkesi bir türlü
geçmiyordu.
Müdürün öfkesi, ancak
yerdeki kan deryâsını görünce geçti. Hepsini bir korku aldı,
bu sefer. Ne yapacaklardı? Bir öğretmen, fikirleri farklı diye
bir öğrencisini işkence etmişti. Bâzı öğrenciler,
fikirleri farklı diye
arkadaşlarına işkence edilmesini desteklemişti. Bâzı
öğretmenler de bu şiddete arka çıkmışlardı. Elbette işin
içine cinâyet gireceğini hesaplamıyorlardı. Sonuçta hapse
girmek vardı. Onun korkusunu yaşıyorlardı. Bu arada diğer
öğretmenler ve öğrenciler gelmiş ve Necâti’nin baygın
şekilde yerde yatan bedenine bakıyorlardı. İçlerinden biri
bağırdı, “kâtiller” diye, kimse sesini çıkaramadı.
Hemen kaldırdılar, bedenini
yerden. Önce Niksar’a götürdüler, yeterli doktor yoktu. Bu
sefer Tokat’a götürdüler. Yeterli ekipman yoktu. Bunun üzerine
Ankara’ya tıp fakültesine götürdüler. Beyin cerrâhîsi
bölümünde hemen tedâviye aldılar. Doktorlar şaşırmıştı,
böyle bir şiddeti kim, neden yapabilir? Doktorlardan biri sesli
düşününce, bir diğeri “Faşizm böyledir. Faşistler kâtildir”
demiş. Ancak Necâti’nin kim olduğunu öğrenince susmuştu. Ama
yine de belli ki, meslek ahlâkına sâhib biriydi. Cân havliyle
hayâtta tutmak için uğraştılar. Ama öyle bir işkenceden nasıl
sağ çıkabilir ki, bir insan? Kurt yüreği var diye, kemikleri de
kurt gibi olacak değil ya. Hem böyle bir işkenceye, en güçlü
canlıyı bile koysan, nasıl sağ kurtulabilir?
Öldü, Necâti. O, Türklüğün
değerlerini korumak adına şehîd düşmüştü ve kâtili
öğretmeniydi. Annesi yavrusuna baktı, babası yüreğini dik
tuttu, dedesi iki damla yaş akıttı ve bir Necâti göçtü,
gitti...
O artık, Kür Şad’ın
çerisiydi ve Tokat, Vey ırmağının kıyısındaydı. Ankara’da
cenâzesini beş bin bozkurt karşıladı. Ağlıyorlardı. Ama bu
göz yaşı, yılgınlığın değil, öfkenin, direnişin göz
yaşıydı. Hadi demiştim ya, târihin bütün direnişçilerini bir
araya toplasalar, Necâti’yi ayakta alkışlarlar.
Cebeci’de Necâti’nin cenâze
namazını kıldılar ve Niksar’a yolcu ettiler. Niksar, böyle bir
yiğit görmüş müydü, Niksar bu denli şeref kazanmış mıydı,
bilinmez. Necâti’nin o aydınlık cesedini Ali Paşa Câmiî’ne
getirdiler ve bozkurtlar, ne olur ne olmaz diye, bu mübârek naâşın
önünde nöbet tuttular. O esnâda göklerden bir uluma sesi
duyuldu. Kîn ve öfke dolu, intikâm ve adâlet isteyen bir
ulumaydı. Hepsi yüreklerinde anladılar, bu ulumayı ve Börü
Han’ın bu muhteşem selâmına karşılık verdiler.
Ertesi gün Necâti’nin cenâze
namazı, tekrar kılındığında, bütün Niksar, bütün Türkiye
ve bütün insanlık, ayakta selâmladı...
* * *
Börü Han, o ulumadan sonra
öfkesini hep sürdürdü. O sırada Kür Şad, Börü Han’ın
yanına gelince “Hadi bakalım, yeni çerimizi karşılayalım”
dedi. Börü Han, göz yaşıyla karşılık verdi. O sırada Tanrı
Dağları’nın bulutları aralandı ve elinde Bozkurtlar kitâbıyla,
ortaokul üniformalı Necâti geldi. Rozeti tekrar göğsündeki
yerini almıştı. “Atla” dedi Kür Şad. “Çerilerimden biri
de sensin”...
Mutluydu, Necâti. Ama yine de
âilesini özlüyordu. Onları da ancak Tanrı Dağları’ndan
görebiliyor, ancak rü’yâlarına girerek konuşabiliyordu. Ne
kadar da çok özlemişti, onları. Ama yapacak bir şey yok.
Aradan zaman geçti. Necâti’nin
yüzü öfkeyle kızarmaya başladı, yüreği daralmaya başladı.
Bunu ilk olarak Börü Han fark etti. Yamtar’a söyledi. Berâber
Kür Şad’a gittiler. Kür Şad, Çingis Kağan, Motun Yabgu hep
berâber, hasbihâl ediyorlardı. Yamtar ile Börü Han, durumu
anlattı. “Atlanın”, dedi, Çingis Kağan, “küçük
yiğidimizi görelim”.
Kür Şad’ın çerisi olduğu
için söz, Kür Şad’a düştü. “Bu hâlin nedir, ne oldu”
diye sordu. Aşağıları gösterdi, eliyle, Necâti. Müdür, çoktan
serbest kalmış, Almanya’ya gitmişti ve Niksar gazetelerine
“emekli öğretmen” diye yazı yazıyordı. Atatürk’ten söz
ediyordu, kendisinin ne kadar büyük bir Atatürkçü olduğunu
anlatıyordu. Bunu görünce Gâzî Paşa, öfkeden deliye dönmüştü.
Aydınlanmadan söz ediyordu, özgürlükten, öğretmenlerden, Köy
Enstitülerinden söz ediyordu. Tanrı Dağları’nı öfke
kaplamıştı. Necâti ise “ama ben” diyordu. “Ben ne
olacağım”...
O sırada Atsız Hoca geldi,
yanına. Atsız’ı ayrı bir severdi, Necâti. Atsız da onu.
Necâti’nin gözlerine bakıp,
şöyle dedi:
Bu kavmin titre, makrûn-ı
adâlet intikamından;
Kılıçlar çıkmasın bir kerre
pür-satvet niyâmından.
(Bu kavmin adâletin yanında
olan intikâmından titre;
Kılıçlar çıkmasın bir kere
kahredici olarak, kınından.)
Necâti’nin alnından öpmüştü.
O sırada Börü Han’ın öfke dolu dişlerinin arasından kan
damlamış ve müdür Lütfü Kepenek’in alnına damlamıştı.
Anlamadı, müdür. Nereden geldi, bu derken, alnındaki kanı
görmek, uykusundan uyanmak, onu rahatsız etmişti. Ama çok daha
rahatsız edici olan Börü Han’ın adâlet isteyen ulumasıydı.
12 Haziran 2018
KUTLU ALTAY KOCAOVA