12 Haziran 2018 Salı

KANLI ROZET



- Bozkurt rozeti taktığı için öğretmeni tarafından on altı yaşında katledilen
şehîd Necâti Kaya’nın azîz hâtırâsına -

Necâti, on altı yaşındaydı, çocuktu yâni. Çocuktu, çocuk olmasına ama yaşananları, olayları kavrayacak akla ve zihne sâhibdi. Âilesi iyi bir dîn eğitimi almasını istemişti. Niksar’ın bir bucağında yaşayan bir çiftçi âilesi, çocuğu için ne ister ki? Vatanına milletine bağlı olsun, dîndâr olsun, bir de ya asker olsun ya imâm...

Necâti’nin yaşı bir orta son öğrencisi için büyüktü. Sınıfındakiler, genelde 14 yaşındayken, onlardan iki yaş büyüktü. Tabiî, dedesinin isteğiyle o iki yılı Kur’ân öğrenmek ve hâfızlık için geçirmişti ve en sonunda hâfız çıkmıştı. Mutlu olmuştu, âilesi. Dedim ya, Anadolu’nun bir bucağında yaşayan bir çiftçi âilesi için daha fazlası var mıdır?

Bununla birlikte Necâti, kendisini çok iyi geliştirmiş, iyi bir Türk olmuştu. Türk târihinden söz ediyor, bozkurtu anıyor, aldığı bozkurt rozetinin gurûrla göğsünde taşıyordu. Elinde Atsız’ın Bozkurtları, hayâlinde Kür Şad ile yaşıyordu. Ben Türk’üm diyordu, Türk’üm. Türk’e dâir ne varsa, kalbimdedir, kalbimin üstündedir.

Ama yanlış zamanda doğmuştu, Necâti. Yanlış zamanda, yanlış insanların eğitiminden geçmişti. Elbette aralarında çok değerli olanlar vardı ama... Çoğu bir çocuğa düşman olacak, ona nefret duyacak kadar kînle dolmuştu ve bu insanlar öğretmendi.

Başçiftlik Bucağı Ortaokulu’na yine her zamanki gibi göğsünde bozkurt rozeti ile gelmişti. Okul müdürü Lütfü Kepenek ise mimlemişti, Necâti’yi. Zâten sürekli gördüğü yerde alay eder, aşağılar, hâfızlığına güler, insanlar içinde rezîl etmeye çalışırdı. Ancak Necâti, âilesinden aldığı terbiyeyle yanıt vermemeyi seçerdi.

Yine bir gün okul müdürü, Necâti’nin inancına sövmüş, “Ne o, Allah’ın seni terk mi etti” diyerek, kendince aşağılamıştı. Artık Necâti dayanamıyor, hocasını uyarmak istiyordu. En sonunda söz tekrarlanınca, “bir daha deme” diyerek uyarmıştı. Müdürün beklediği de buydu. Kavga çıkarmak istiyordu, ezmek, işkence etmek, un ufak etmek istiyordu.

Müdür, o hınçla Necâti’nin göğsündeki rozete elini uzattı. “Çıkar lan iti” diye bağırdı. “Aslâ” dedi, Necâti. Bu tek kelîme, öyle etkiliydi ki, dünyânın bütün direnişçileri bir araya gelse ayakta alkışlardı. Tek bir kelîme, tek bir bakış ve muhteşem bir direniş... Aslâ... Âdetâ Vey ırmağının kıyısındakilerden biriydi, Necâti. Tek bir kelîme ile bin üç küsûr yıl önceye gitmişti.

Aslâ... O ân sınıfındaki arkadaşlarının bir kısmı, devrim adına tuttular, Necâti’yi ve müdür, bozkurt rozetini çıkarıp, pencereden attı. Ardından ise Necâti’nin kafasına bir demir çubuk geldi. Öldüresiye vuruyordu, müdürü. Hani öğretmendi, işi eğitimdi ya. Şimdiki işi ise cinâyetti. Benim gibi değilsin, benden değilsin ya, öl diyen bir öğretmen... Vurdukça vuruyor, öfkesi bir türlü geçmiyordu.

Müdürün öfkesi, ancak yerdeki kan deryâsını görünce geçti. Hepsini bir korku aldı, bu sefer. Ne yapacaklardı? Bir öğretmen, fikirleri farklı diye bir öğrencisini işkence etmişti. Bâzı öğrenciler,
fikirleri farklı diye arkadaşlarına işkence edilmesini desteklemişti. Bâzı öğretmenler de bu şiddete arka çıkmışlardı. Elbette işin içine cinâyet gireceğini hesaplamıyorlardı. Sonuçta hapse girmek vardı. Onun korkusunu yaşıyorlardı. Bu arada diğer öğretmenler ve öğrenciler gelmiş ve Necâti’nin baygın şekilde yerde yatan bedenine bakıyorlardı. İçlerinden biri bağırdı, “kâtiller” diye, kimse sesini çıkaramadı.

Hemen kaldırdılar, bedenini yerden. Önce Niksar’a götürdüler, yeterli doktor yoktu. Bu sefer Tokat’a götürdüler. Yeterli ekipman yoktu. Bunun üzerine Ankara’ya tıp fakültesine götürdüler. Beyin cerrâhîsi bölümünde hemen tedâviye aldılar. Doktorlar şaşırmıştı, böyle bir şiddeti kim, neden yapabilir? Doktorlardan biri sesli düşününce, bir diğeri “Faşizm böyledir. Faşistler kâtildir” demiş. Ancak Necâti’nin kim olduğunu öğrenince susmuştu. Ama yine de belli ki, meslek ahlâkına sâhib biriydi. Cân havliyle hayâtta tutmak için uğraştılar. Ama öyle bir işkenceden nasıl sağ çıkabilir ki, bir insan? Kurt yüreği var diye, kemikleri de kurt gibi olacak değil ya. Hem böyle bir işkenceye, en güçlü canlıyı bile koysan, nasıl sağ kurtulabilir?

Öldü, Necâti. O, Türklüğün değerlerini korumak adına şehîd düşmüştü ve kâtili öğretmeniydi. Annesi yavrusuna baktı, babası yüreğini dik tuttu, dedesi iki damla yaş akıttı ve bir Necâti göçtü, gitti...

O artık, Kür Şad’ın çerisiydi ve Tokat, Vey ırmağının kıyısındaydı. Ankara’da cenâzesini beş bin bozkurt karşıladı. Ağlıyorlardı. Ama bu göz yaşı, yılgınlığın değil, öfkenin, direnişin göz yaşıydı. Hadi demiştim ya, târihin bütün direnişçilerini bir araya toplasalar, Necâti’yi ayakta alkışlarlar.

Cebeci’de Necâti’nin cenâze namazını kıldılar ve Niksar’a yolcu ettiler. Niksar, böyle bir yiğit görmüş müydü, Niksar bu denli şeref kazanmış mıydı, bilinmez. Necâti’nin o aydınlık cesedini Ali Paşa Câmiî’ne getirdiler ve bozkurtlar, ne olur ne olmaz diye, bu mübârek naâşın önünde nöbet tuttular. O esnâda göklerden bir uluma sesi duyuldu. Kîn ve öfke dolu, intikâm ve adâlet isteyen bir ulumaydı. Hepsi yüreklerinde anladılar, bu ulumayı ve Börü Han’ın bu muhteşem selâmına karşılık verdiler.

Ertesi gün Necâti’nin cenâze namazı, tekrar kılındığında, bütün Niksar, bütün Türkiye ve bütün insanlık, ayakta selâmladı...

* * *

Börü Han, o ulumadan sonra öfkesini hep sürdürdü. O sırada Kür Şad, Börü Han’ın yanına gelince “Hadi bakalım, yeni çerimizi karşılayalım” dedi. Börü Han, göz yaşıyla karşılık verdi. O sırada Tanrı Dağları’nın bulutları aralandı ve elinde Bozkurtlar kitâbıyla, ortaokul üniformalı Necâti geldi. Rozeti tekrar göğsündeki yerini almıştı. “Atla” dedi Kür Şad. “Çerilerimden biri de sensin”...

Mutluydu, Necâti. Ama yine de âilesini özlüyordu. Onları da ancak Tanrı Dağları’ndan görebiliyor, ancak rü’yâlarına girerek konuşabiliyordu. Ne kadar da çok özlemişti, onları. Ama yapacak bir şey yok.

Aradan zaman geçti. Necâti’nin yüzü öfkeyle kızarmaya başladı, yüreği daralmaya başladı. Bunu ilk olarak Börü Han fark etti. Yamtar’a söyledi. Berâber Kür Şad’a gittiler. Kür Şad, Çingis Kağan, Motun Yabgu hep berâber, hasbihâl ediyorlardı. Yamtar ile Börü Han, durumu anlattı. “Atlanın”, dedi, Çingis Kağan, “küçük yiğidimizi görelim”.

Kür Şad’ın çerisi olduğu için söz, Kür Şad’a düştü. “Bu hâlin nedir, ne oldu” diye sordu. Aşağıları gösterdi, eliyle, Necâti. Müdür, çoktan serbest kalmış, Almanya’ya gitmişti ve Niksar gazetelerine “emekli öğretmen” diye yazı yazıyordı. Atatürk’ten söz ediyordu, kendisinin ne kadar büyük bir Atatürkçü olduğunu anlatıyordu. Bunu görünce Gâzî Paşa, öfkeden deliye dönmüştü. Aydınlanmadan söz ediyordu, özgürlükten, öğretmenlerden, Köy Enstitülerinden söz ediyordu. Tanrı Dağları’nı öfke kaplamıştı. Necâti ise “ama ben” diyordu. “Ben ne olacağım”...

O sırada Atsız Hoca geldi, yanına. Atsız’ı ayrı bir severdi, Necâti. Atsız da onu.
Necâti’nin gözlerine bakıp, şöyle dedi:

Bu kavmin titre, makrûn-ı adâlet intikamından;
Kılıçlar çıkmasın bir kerre pür-satvet niyâmından.

(Bu kavmin adâletin yanında olan intikâmından titre;
Kılıçlar çıkmasın bir kere kahredici olarak, kınından.)

Necâti’nin alnından öpmüştü. O sırada Börü Han’ın öfke dolu dişlerinin arasından kan damlamış ve müdür Lütfü Kepenek’in alnına damlamıştı. Anlamadı, müdür. Nereden geldi, bu derken, alnındaki kanı görmek, uykusundan uyanmak, onu rahatsız etmişti. Ama çok daha rahatsız edici olan Börü Han’ın adâlet isteyen ulumasıydı. 

12 Haziran 2018

KUTLU ALTAY KOCAOVA