29 Ocak 2016 Cuma

Biz Ne Yaptık, Onlara?



-          Bayır Bucak’ta öldürülen bütün çocuklara, annelere ve babalara -

            Osman, dördüncü yaşına girmek üzereydi. Annesi, sabah, onu iyice yıkamış, temiz kıyâfetler giydirmişti. Ağabeyi okuldan, babası işten gelecek ve hep berâber güzel bir yemek yiyeceklerdi. Onlar için en güzel gün, bir arada olabilmekti ve bu yüzden de en azından çocuklarının doğum gününde bir arada olurlardı.

            Osman’ın babası, sıradan bir köylüydü. Kendi toprağı yoktu. Sâdece babadan kalma küçük bir evi vardı. Bu yüzden de gerek kendi köyü, gerekse de civâr köylerde iş olduğu zaman giderdi. Hattâ zaman zaman şehre gittiği bile olurdu. Öyle ki, bir keresinde Haleb’e bile gitmişti. Bu yüzden genelde eve döndüğü saât, çok belli olmazdı. Ama yine de çocuklarının doğum günlerinde mutlâka onlarla berâber olurdu.

Osman’ın annesi ise her sabah, sabah ezânı ile uyanırdı. Ancak kendi köylerinden gelen ezân sesi değil, Türkiye’deki Yayladağı’ndan gelen ezân sesi, onu uyandırırdı. İyi bir kadındı, temiz, dürüst, zekî ve nâmuslu... Onun hayâtı çocuklarıydı ve içindeki sevdânın işâreti ise Yayladağı’ndan gelen ezân sesiydi. Ona göre ne kendi köylerindeki, ne diğer yerlerdeki ezânların hiçbiri o kadar güzel olamazdı. Zîrâ onun içinde hürriyet vardı.

Bu arada Osman’ın annesi, akşam yemeğini hazırlamak için mutfağa geçmişti. Osman ise uykuya dalmıştı. Oğlunun sesi kesilince, annesi ona bakmaya gelmiş ve uyuduğunu görünce, üzerine bir battâniye örtmüştü. Hem, uyuyanın üzerine kar yağardı. Aradan birkaç dakîka geçti ya da geçmedi, sükûneti, ebediyen yok eden iki ses duyuldu. Bir yandan Osman, gördüğü kâbûstan dolayı çığlık atarak uyanmış, bir yandan da köyün ortasından bir patlama sesi gelmişti.

Annesinin içini bir ateş yakarken, Osman ağlamaya başlamıştı. Sanki ikisi de olanları ve olacakları hissetmiş gibiydiler. Neler oluyor derken, kapı, sertçe çalınmaya başladı. Bir yandan Osman ağlıyor, bir yandan da annesi titriyordu. Kapıyı açtığında attığı çığlığın yanında İsrâfil’in Sûr’u bile kıymetsiz kalırdı. Köylüler, Osman’ın ağabeyini getirmişlerdi.

Osman, ağabeyi Ali’yi kanlar içinde görünce ağlamayı kesti. Bu görüntü, gerçek olamazdı. Zîrâ bu, onu uykusundan uyandıran görüntüydü. Ama hâyır, gerçekti. O, çok sevdiği ağabeyi ölmüştü. Sessizce geldi, “Ağabey” dedi. “Ağabey, duymuyor musun” dedi. “Ağabey, uyku saâti değil ki” dedi. “Ağabey, uyan” dedi. “Anne, ağabeyim niye uyanmıyor” dedi. “Anne, ağabeyimi uyandırsana” dedi.

Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Uçaklar, köyü bombalıyordu. Ama onlar hiçbir şey yapmamıştı ki, neden uçaklar, onları bombalıyordu?

Bir yanda Osman ağlıyor, bir yandan annesi feryâd ediyor, bir yanda da Ali’nin küçük bedeni yerde yatıyordu. O sırada uzaktan bir kamyonun geldiği görüldü. Herkes bir ânda, kamyona döndü. Sanki kamyonun yükünü biliyormuşlar gibiydiler. Ama hâyır, bilmiyorlardı. Şoför, sessiz ve üzüntülüydü. Kamyonun damperini açtığında, bütün köy, bir kez daha çığlıklarla doldu. Kamyon, köyün genç ve yetişkin erkekleriyle doluydu ve hepsi öldürülmüştü. Osman’ın babası da onların arasındaydı. Herkes, bir ağızdan neler olduğunu sordular. Şoför sessizdi. “Neden konuşmuyorsun”  dediler. Şoför yine sessizdi. Şoför’ü kendine getiren Osman’ın o dev gibi yumruğu oldu. Başkaları için belki küçüktü ama aslında bir Tanrı sözü kadar etkiliydi. “Konuşsana, babama ne oldu” dediği ân, şoför anlatmaya başladı.

“Askerler” dedi, “dönüş yolunda, önünümüzü kestiler ve herkesi kurşuna dizdiler. Beni de size anlatmam için bıraktılar”. Köyün yaşlılarından biri, “Neyi” diye sordu. “Neden öldürdüklerini. Bu topraklarda bir Türk bırakmayacağız ve gün gelecek sabah ezânını dinlediğiniz topraklarda da bir Türk bırakmayacağız, dediler” dedi.

“Bu topraklarda bir Türk bırakmayacağız ve gün gelecek sabah ezânını dinlediğiniz topraklarda da bir Türk bırakmayacağız...”

Herkes şaşkındı. Neler oluyordu, kimse bilmiyordu. Bu Sûriye devleti, neden düşmân olmuştu? Hiçbir yerde olay falan da yoktu ki...

Biz ne yaptık, onlara? Aslında belki de yanıt, bu soruda gizliydi. Belki de, hiçbir şey yapılmadığı için bunlar oluyordu.

Köyün yaşlıları, gitmeyi düşündüler. Türkiye, bize kapılarını açar, bizi korur diyorlardı. Herkes kabûl etti, gece, sessizce gideceklerdi. Sâdece bir îtirâz geldi. Osman... “Ağabeyim” dedi, “uyanmadan, olmaz. Gitmem, bir yere. Hem anne, babam da uyuyor. Uyansınlar, öyle gidelim”.

Osman, son cümlesini bitirdiği ân, bir mermi alnına saplandı ve yine annesinin çığlığı, İsrâfil’in Sûr’unu gölgede bıraktı. Sâdece Börü Han, kalbindeki ateşle, çığlığı anlayabildi. O ân, Tanrı Dağları’ndaki sis aralarındı. Gelenler Ali, Osman ve babalarıydı. Börü Han, ayağa kalktı ve uluyarak onları selâmladı. Aleyküm selâm, dedi, babaları. Anlamıştı. Ancak Börü Han’ın uluması, Tanrı Dağları’nı öyle bir sarsmıştı ki, Tanrı bile bundan etkilenmişti.

Kür Şâd, Çingiz Kağan, Attila, Mete Han, Alp Arslan Han, Emîr Temür ve Gâzi Mustafâ Kemâl Paşa, yavaşça yanlarına geldiler. Kür Şad atından indi ve Osman’a sarıldı. “Burada güvendesin, dedi. “Seni rüyâlarımdan biliyorum. Ama annem” dedi. Osman’ın bu sözünden sonra sislerin arasından annesi de geldi. Osman, annesine sarıldı. “Bak” dedi, “ağabeyimle, babam uyandılar.”

* * *

Bayır Bucak’ta olanlar, ertesi gün Türkiye’de duyuldu. Birçok kişi, yardım etmek istedi, bir kısmı da bölgeye gitmek istedi. Osman, bunları Börü Han ile berâber Tanrı Dağları’ndan izliyordu. O sırada gözlerine birileri takıldı. Bunları görünce Osman’ın yüzü değişti, yüzünde tiksinti hâli göründü.

Bayır Bucak’ta kimsenin olmadığını, Türklerin kalmadığını söylüyorlardı. Öldürülenlerin Türk olmadığını, bunların hepsinin Amerika’nın ve hükûmetin oyunları olduğunu söylüyorlardı. Bunları duyunca, Osman, ister istemez Börü Han’a döndü ve “Ne yâni, ben Türk değil miyim? Annem, babam, ağabeyim, şurada oynayan arkadaşlarım Türk değil mi? Niye böyle söylüyorlar ki?” diye sordu. Börü Han’ın yanıtı Tanrı Dağları’nı yeniden sarsan bir uluma oldu. Osman ve bütün çocuklar, bunun anlamını biliyordu.

O sırada İstanbul’da bilgisayarının başında bulunan ve Bayır Bucak’ta Türk olmadığını söyleyen Aykut Söztürk’ün alnına iki damla düştü. Evde olduğu için buna bir anlam verememişti. O sırada bir öğretmenle tartışırken, “Orada Türkler öldürülmüyor, teröristler öldürülüyor” şeklindeki son cümlesini yazdı. Elini başına götürdüğünde iki kan damlası geldi. Başının kanadığını düşünürken, bu damlanın Osman’ın ve Börü Han’ın gözlerin akan birer damla kan olduğunu bilmiyordu...

29.01.2016

Kutlu Altay KOCAOCA