Uluğ Beğ ya da gerçek adıyla
Muhammed Taragay, yerde duran, bir başa bakıyordu. Bu kendi başıydı. Onun hemen
yanında ise başından ayrılmış bedeni yatıyordu ve hâlâ bedeninden kan akmaya
devâm ediyordu. Öteki tarafta ise Uluğ Beğ’in birkaç kişiden oluşan mâiyetinde
korku ve şaşkınlık, Abbas adlı kâtîlinde ise sevinç ve gurûr vardı.
Sâhibkıran Emir Temür’ün yanında
büyüyen, gencecik yaşında Semerkand tahtına oturan, pâdîşâhlığının yanında
âlimliği ile de ünlü olan koskocaman bir çınar, sapı kendisinden baltanın
elinde devrilmişti.
Hacc’a gitmeyi dilediğinde, aynı
zamânda i’dâmına da hükmolunduğunu bilmiyordu. 58 yaşındaki Emir, öz oğlunun
emriyle, cân vermişti. Üstelik yalan söylenerek, halka karşı hâyırlı evlâd
görüntüsü verilerek infâz edilmişti.
Uluğ Beğ, kesik başı ile başından
ayrılmış bedenini izlerken, kâtiline karşı bir kin duymuyor, ancak gençliğinden
beri yaşadıkları ve uğradığı en büyük ihânetleri, hep en yakınlarından gördüğünü
unutamıyordu. Babası, Emir Şâhrûh, hep oğluna karşı temkinli olmuştu. Oğlu,
Semerkand Hâkimi olduktan sonra ise bu durum artmış, bir süre sonra önce
rekâbete, sonra da düşmânlığa dönüşmüştü. Annesi olan Gevherşâd ise tamamen
siyâsî ihtîrâsları ile oğlunu yönetmeye çalışmış, başaramayınca da kardeşlerin
arasını açarak Uluğ Beğ ile kardeşlerinin düşmân olmasını sağlamıştı. Öyle ki,
Gevherşâd, oğlu ölene kadar, ona düşmân olmaktan vazgeçmemişti. Daha sonra öz
babası ve öz annesinden gördüklerini, öz oğlu tekrârlamış ve oğlu Abdûllâtif
tarafından önce tahttan indirilmiş, ardından ise öldürtülmüştü.
Bir yanda ihânetler, bir yanda
hedefler arasında bir ömür geçirmişti. Kendini matematiğe ve göklere adamış,
yıldızları tek tek öğrenmiş ve hattâ “Zicc-i Uluğ Beğ” adıyla bir yıldız
haritâsı bile oluşturmuştu. İşte şimdi, o yıldızların altında, bir Türkmen
köyünde cânsız bedeni yatıyordu.
Böyle bir sonu hâk etmiş miydi?
Üstelik kendi oğlunun emriyle, töreye aykırı bir biçimde öldürülmeyi, hâk etmiş
miydi? Töre, soyluların kanının akıtılmasını kesin olarak yasaklardı.
Soyluların kanı dökülemezdi. Onlar, boğularak öldürülürdü. Ama hırs içinde
yanıp tutuşan Emir Abdûllâtif, babasını, kanını döktürerek öldürtmüştü.
Uluğ Beğ’in rûhu yükselmeye
başlamıştı. Artık yavaş yavaş alışmaya başlamıştı. Gökyüzü açıktı ve bir tâne
bile bulut yoktu. Tam o sırada, Abbas’ın kel kafasına iki su damlası düştü.
Gecenin karanlığında, ayın aydınlattığı gökyüzüne baktığında bir bulut bile
göremeyince, kendi kendine söylendi. Oysa düşen damlalar, Uluğ Beğ’in gözlerin
düşen iki damla gözyaşıydı. Ancak rûhu, ne kadar mânevî ise, damlalar, o kadar
maddî idi. Ama o ortamda, bunu idrâk edebilecek kimse yoktu.
Uluğ Beğ’in rûhu, yükselmeye devâm
etti. Birden yanında dedesi Sâhibkıran Emir Temür belirdi ve sâdece gülümseyen
bir yüz ile torununa baktı ve ellerinden tutup, Semerkand’ın üzerine doğru
götürdü. Geldikleri yer, Uluğ Beğ’in yaptırdığı medrese ile rasathanenin
üzeriydi ve o an, Sâhibkıran’ın ağzından bir cümle çıktı.
“İşte,
gözyaşı dökeceksen, burası için dök”.
Sâhibkıran Emir Temür haklıydı. Bu iki muhteşem eser
için ağlaması gerekiyordu ve gözünden dört damla yaş daha döküldü. Ama tûhâf
bir biçimde, bu sefer, iki damlası, oğlu Emir Abdûllâtif’in başına düştü. Ancak
bunu ne Uluğ Beğ fark etti, ne de oğlu fark etti. Diğer iki damlası ise Uluğ
Beğ’in en ünlü öğrencisi olan Ali Kuşçu’nun ellerine düştü. Damlaların anlamını
iyi bilen Ali Kuşçu’da ellerine düşen, damlaları yüzüne sürdü ve hocası için
bir duâ okudu.
Tüm bunlar olurken, Zicc-i Uluğ
Beğ’deki yıldızlardan biri, en ihtişamlısı, Temür Kazuk (Demir Kazık – Kutup
Yıldızı) sönmeye başladı ve Uluğ Beğ’in uluğ rûhu, sessizce yükseldi ve yok
oldu.
* * *
Aradan bir yıl bile geçmemişti ki, baba kâtili Emir
Abdûllâtif öldürüldü. Yerine de amcaoğlu Abdullah geçti. Artık Temüroğulları
arasında bitmek bilmeyen bir kan dâvâsı başlamıştı. Bu kan dâvâsı, aslâ
bitmeyecek ve sonunda Bâbûr Şâh zamânında, dedeleri Sâhibkıran Emir Temür’ün
şehri Semerkand’ın kaybedilmesi ve Özbeklerin eline geçmesiyle son bulacaktı.
Emir Abdullah, 853 yılının, Ramazân ayının 10. günü[1]
öldürülen amcası Uluğ Beğ’in mezârını Semerkand’a getirtti ve dedesi Emir
Temür’ün türbesine defnedildi. Ancak artık Semerkand, eski güzel günlerini
kaybetti. Bilim adamları, hem hocaları, hem de pâdîşâhları olan Uluğ Beğ’in
öldürülmesine dayanamadı, şehri terk etti.
26 Hazîrân 2012
Kutlu Altay KOCAOVA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder