7 Temmuz 2016 Perşembe

COĞRAFYA TEMELİNDE DÜNYÂDA VE TÜRKLERDE KADININ KONUMU




Giriş

            Türklerde ve genel olarak dünyâda kadının târih boyunca bulunduğu konumla ilgili sayısız kitâb ve makâle yazılmış, araştırmalar yapılmıştır. Bu konu genel olarak sosyolojik, antropolojik ya da târihî olarak ele alındığı gibi birçok araştırmada da, birçok sosyal bilim dalının kullanıldığı görülmektedir. Biz de bu makâlede, bu şekilde hareket edeceğiz.

            Öncelikle bilmemiz gereken nokta şudur: Dünyânın her yerinde kadın haklarının belirlenmesinin temelinde coğrafya ve coğrafyadan kaynaklanan ekonomi yatar. Nasıl ki, dînlerin şekillenişinde coğrafya çok etkili ise kadının konumunda da aynı durum söz konusudur. Meselâ bozkır toplumlarıyla, şehirli-köylü toplumların, çöl toplumlarının ve orman toplumlarının kadına bakışı bir değildir. Aynı şekilde aynı toplumun, bozkırdan çöle ya da şehire geçişi de, kadına bakışı değiştirmiştir. Bunun en belirgin örneklerinden biri ise Türklerde kadının konumudur...

            Târih boyunca insan yaşamını etkileyen unsurların başında coğrafya gelmiştir. Çünkü coğrafya, insan yaşamının, ekonomisinin, kültürünün, inancının temelinde yatan bir unsurdur. Bu yüzden de kadının konumunun Türklerde târih boyunca nasıl olduğunu incelemeden evvel, farklı coğrafyalarda, farklı iklim bölgelerinde nasıl olduğunu, benzer ve farklı yönleri ve ardından geçmişten günümüze kadar Türklerde ve dünyânın birçok yerinde kadınlara yönelik algının neden ve nasıl değiştiğini ortaya koymuş olacağız. Bunları yaparken ise belli bâzı sorular üzerinden hareket edeceğiz.

-          Kadınların durumu, dünyânın her yerinde aynı ya da benzer midir?

-          Dünyâda kadınlara yönelik farklı uygulamaların olması ve kadınların konumunun değişkenlik göstermesinin sebepleri nelerdir?
-          Kadınların bâzı toplumlarda ileri haklara sâhip olup, bâzı toplumlarda da çok geri düzeyde olmasının sebepleri nelerdir?
-          Târihte gerçekten söylendiği kadınların hâkim olduğu bir toplum ya da devlet olmuş mudur?
-          Coğrafyanın toplumsal hâkimiyet üzerindeki etkisi nedir ve nasıldır?
-          Ekonomik faâliyetlerde coğrafyanın etkisi nasıldır?
-          Kadınların konumu ile coğrafyanın etkisi nasıldır?
-          Türklerde kadının konumu nasıl olmuştur?
-          Türklerde kadının konumu, bölgeden bölgeye değişkenlik göstermiş midir?
-          Zamanın değişimi ve yaşananlar, Türklerde kadının konumunu nasıl etkilemiştir?
-          Bu etkilenmenin sebepleri nelerdir?

            Buna göre makâlede sıralama şu şekilde olacaktır:

·         Bölgelere göre kadınların durumu

1.      Göçebe bozkır toplumları
2.      Göçebe çöl toplumları
3.      Göçebe orman toplumları
4.      Göçebe dağ toplumları
5.      Yerleşik köylü toplumlar
6.      Yerleşik şehirli toplumlar

·         Türklerde kadının konumu

1.      Göçebe Türkler
2.      Köylü Türkler
3.      Şehirli Türkler

* * *

Öncelikle bilmeliyiz ki, dünyânın her yerinde kadınların konumları, önemli farklar sergilemiştir. Genel olarak, avcı-toplayıcı dönemlerde kadınların erkeklerle eşit olduğu düşünülmüştür. Tabiî bunda da en büyük sebep, toplumsal yaşantıdır. Ancak yine de ister yazı öncesi dönemlerde olsun, ister günümüzde olsun, avcı-toplayıcı toplumlar arasında da, bu konuda farklar olduğu görülmektedir.

Dikkatli bir inceleme ile bu farkın temelinde, en önemli sebep olarak coğrafyanın yattığını görürüz. Coğrâfî etkiler ve bunun yarattığı ekonomik durum, kadınların konumunu da oldukça fazla oranda etkilemiştir. Bu ise çöl toplumlarında, dağ toplumlarında, orman toplumlarında ya da bozkır toplumlarında farklı bakış açılarının oluşmasına yol açmıştır. Elbette bunlar arasında da farklar vardır. Tundra ormanlarında yaşayan bir toplum ile yağmur ormanlarında yaşayan bir toplumun bakışı, elbette farklı olacaktır. Ama bu durumda bile aralarında önemli ortak noktalar bulunmaktadır. Aynı şekilde çöl toplumları ya da bozkır toplumları için geçerlidir.

Bununla berâber coğrâfî farklar, kadının konumunu farklılaştırsa da, yerleşik hayât, yâni köyleşme ve şehirleşme, insanların cinsiyet algısında çok büyük farklar yaratmıştır. Yerleşik hayâtın ortaya koyduğu ekonomik yapı, kültürel yapıyı değiştirmiş, şekillendirmiş ve yeni kurumların ortaya çıkması sağlanmıştır. Bu çerçevede de kadının konumu, oldukça gerilemiş ve tâ ki, sanâyi devrimi ile berâber yeni bir kültürel yapı oluşana kadar…


Yazının ikinci kısmını oluşturan Türklerde kadının konumu hakkında daha doğru ve bilimsel bilgi ve yargılara ulaşabilmek için dünyânın genelindeki durum hakkında bilgi sâhibi olmamız ve ortaya koyup bir değerlendirme yapabilmemiz gerekir.

Devâmı için>>>

26 Haziran 2016 Pazar

ANA DİLDE EĞİTİM, ORTAK DEVLET VE KÜRD ULUSLAŞMASI NOKTASINDAN KÜRD MES’ELESİ

                                                                                            
            Kürd mes’elesi ele alınırken, Türkiye’de ne yazık ki, güvenlikçi bir bakış öne çıkmaktadır ve Kürd mes’elesi, sâdece PKK’dan ibâretmiş gibi bir görünüm kazanmaktadır. Dolayısıyla da ister istemez, PKK dışındaki Kürd hareketleri bu mes’elenin dışında kalmış oluyor. Bu ise mes’elenin özünü anlamayı imkânsız bir hâle getiriyor.

            PKK, her ne kadar, ilk saldırısını 1984’de yapmış olsa da, resmî olarak 1978 yılından beri var olan bir terör örgütü. Yâni 38 yıldır faâliyette bulunuyor. Ancak yine de ne olursa olsun, bir gün sona erecek ve yok olacak. Ancak sonrasında AKK, BKK, CKK gibi farklı isimlerle tekrar ortaya çıkmaması için genel olarak üç konu üzerinde durmak gerekiyor:

·         Ana dilde (Kürdçe) eğitim
·         Kürdlerin uluslaşması ve Türkiye’nin çok uluslu bir yapı kazanması
·         Ortak devlet, yâni federasyon.

Türkiye’de hangi görüşten olursa olsun Kürd hareketlerinin tamâmında var olan ortak taleb, ana dilde eğitimdir[1] [2] [3]. Burada kasd edilen, ana dilin, Kürdler özelinde Kürdçe’nin, öğretilmesi değil, eğitim müfredâtının tamâmen Kürdçe olmasıdır. Yâni matematik, sosyal bilgiler, târih, coğrafya, fen bilgisi gibi derslerin Kürdçe işlenilmesidir.

Genel olarak Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan sözleşmelerde bu durum, bir azınlık hakkı olarak öngörülmüştür. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) tarafından 14 Aralık 1960 târihinde kabûl edilen “Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Sözleşme”nin[4] 5. maddesinde, bu konuda şöyle denmektedir:

“(c) Ulusal azınlık üyelerinin, okullarının yönetimi dahil kendi eğitim etkinliklerini yürütme ve her devletin eğitim politikasına bağlı olarak kendi dillerini kullanma ya da öğretme haklarını tanımak temel ilkedir. Bununla birlikte:
(i) Bu hak, bu azınlık üyelerini bir bütün olarak topluluğun kültür ve dilini anlamaktan ve topluluk etkinliklerine katılmaktan alıkoyacak veya ulusal egemenliğe zarar verecek biçimde kullanılmaz.
(ii) Eğitim standardı, yetkili makamlarca belirlenen ya da onaylanan genel standarttan düşük olamaz.
(iii) Bu okullara devam isteğe bağlıdır.”

Buna benzer uluslararası sözleşme ve bildirilerde de yine benzeri cümleleri görmek mümkündür ve Türkiye, bunların bir kısmı şerh koyarak, bir kısmını da şerhsiz olarak kabûl etmiştir. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda, çözüm süreci denen, PKK ile yapılan görüşmeler sırasında da Türkiye, bu konuda yasal adımlar atmış ve özel okullarda ana dilde eğitimi kabûl etmiştir[5].

Bu konudaki uluslararası sözleşmeleri ortaya koyduktan sonra anadilde Kürdçe eğitim üzerine düşünebiliriz. Yukarıda söylediğimiz gibi Kürdçe’nin, öğretilmesi değil, eğitim müfredâtının tamâmen Kürdçe olmasıdır. Bu konuda PKK-HDP çizgisine yakın Kürd hareketleriyle sosyalist hareketler, daha açık bir duruş sergilerken, İslâmcı kesimler daha kapalı bir duruş sergilemektedir. Meselâ Fethullah Gülen grubuna bağlı Zaman gazetesi yazarlarından Mümtaz’er Türköne, 3 Ocak 2012 târihinde kaleme aldığı “Anadilde eğitim” başlıklı yazısında, bu konuyu çarpıtmakta ve şöyle demektedir[6]:

“Anadilde eğitim ise, zannedildiği gibi Türkçeye rakip olarak, kapısından girdiğiniz zaman her şeyin Kürtçeden ibaret olduğu okul anlamına gelmiyor. Resmî dili öğretmek, anadilde eğitimi anayasal hak olarak düzenleyen ülkelerde bile devletin görevi olarak kabul ediliyor. Çözüm iki dilli eğitimde bulunuyor. Devlet, vatandaşlarına aynı anda iki dilli eğitim fırsatı tanımış oluyor.”

Burada çok ciddî bir yanıltma bulunmaktadır. Zîrâ ana dilde eğitim, tamâmen kişilerin kendi ana dilinde eğitim almasıdır. Kaldı ki, zâten şu ân var olan ve Kürdçe eğitim veren özel okullarda da uygulama bu şekilde olmaktadır[7].

Bu açıklamaları yaptıktan sonra Kürdçe eğitim üzerinden hareket edebiliriz. Dil ve o dilde yapılan eğitim, uluslaşmanın en önemli adımlarıdır. Bu coğrâfî bir sınır çizmenin ötesinde bir millî sınır çizmek anlamına da gelecektir. Kürdçe eğitim alan öğrencilerin, ne olursa olsun, Türkçe eğitim alan öğrencilerle (Kürd kökenli bile olsa) berâber yaşaması, oldukça zordur. Öyle ki, federasyon olup, “Özerk Kürdistan” îlânı bile Kürdçe eğitim kadar tehlikeli değildir. Zâten dünyâ üzerindeki örnekler incelendiğinde ana dilde eğitim verilen ülkelerin tamâmı federatif ülkelerdir[8]. Sâdece bu bile ana dilde eğitim talebinin altında uluslaşma ve bir Kürd yönetimi oluşturma amacı taşıdığını göstermektedir.

Tehlike de, tam olarak bu noktada kendisini göstermektedir. Kürd uluslaşması... Ne yazık ki, birçok millîyetçi ve ulusalcı çevrede, biraz da alaycı olarak, Kürdçe’nin bilim dili olmadığı, dolayısıyla Kürdçe ile eğitim verilemeyeceği söylenmektedir. Kürdçe’nin Mem û Zîn ve birkaç eser dışında edebî eseri olmaması ve bir bilim dili olmadığı gerçeğinden hareketle, ileride bunun bir bilim ve edebî dile dönüştürülemeyeceği sonucuna varılamaz. Yeterli bir dil eğitimiyle birlikte bunu sağlamak zor değildir. Zîrâ burada çok önemli bir gerçek gözlerimizden, bilerek ya da bilmeyerek, kaçırılmaktadır. O da Kürdçe’nin İrân dili (Farsî), dolayısıyla Hind-Avrupa kökenli olduğu gerçeğidir. Bugün gerek Farsça, gerekse de lehçesi gibi olan Kürdçe ile Avrupa dilleri arasında çok sayıda ortak sözcük bulunmaktadır. Dolayısıyla bilimsel ve edebî terimlerin Kürd söylenişine uygun olarak Kürdçe’ye yerleştirilmesi, pek zor değildir. Bugün Farsça’da yer alan ve Latince kaynaklı olan bilimsel terim adlarının çoğu Fars söylenişine göre Farsça’ya yerleşmiştir. Bu durumun benzerinin biraz da uluslararası destekle Kürdler için yapılması, hiç de zor olmayacaktır.

Ayrıca tek tip eğitimden geçecek olan ve Kürdçe eğitim almış kişilerin, oldukça benzeri bir yapıya sâhib olacağını da düşünmek gerekir. Eğitim, uluslaşma için gerekli olan bütün unsurları sağlar. Yâni Kürdçe eğitim veren bir kurumda, meselâ Kürd târihi okutulmaması mümkün müdür? Her ne kadar gerçekte birkaç aylık Kadı Muhammed’in İrân’da kurduğu Mahâbad Kürd Cumhûriyeti (1944-45) ve Şeyh Mahmûd Berzenci’nin Irak’ın Süleymâniye bölgesinde kurduğu Kürdistan Krallığı (1922-1924) ve birkaç beylik dışında bir devlet yapısı oluşturulmuş olmasa da, yeni bir târih yaratılması zor olmayacaktır. Zîrâ târih, devletlerden ibâret olmadığı gibi târihi yazanların, insanlar olduğunu da unutmamak gerekir. Uluslaşma sürecinde olan bir toplumun da yeni bir târih yaratma noktasında çok zorlanmayacağı da ortadadır.

Böylece ana dilde eğitimin Kürd uluslaşmasına etkisini gördükten sonra, doğrudan Kürd uluslaşmasını gösteren örneklere bakmak gerekiyor. Bir toplumda uluslaşmanın işâretlerinin başında aşîret, kabîle ya da boy kavramının geriye düşmesini gösterebiliriz. Yâni bir Kürd’ün, önce kendi aşîreti yerine Kürdlüğünü öne sürmesi, ciddî bir uluslaşma işâretidir ve ne yazık ki, bu noktada oldukça önemli adımlar atılmış ve ilerleme sağlamışlardır. Her ne kadar henüz uluslaşma tamamlanmasa da, tehlikeli bir noktaya varılmıştır. Ayrıca geçmişe kıyasla Türkiye içerisindeki farklı Kürd aşîretlerine mensûb olan ya da farklı şehirlerde yaşayan kişilerin konuştuğu Kürdçe arasındaki farklılıkların azaldığı da görülmektedir.

Bu noktada Türkiye’nin şimdiye kadar kullandığı bâzı sözlerin, ne yazık ki, Kürd uluslaşmasına hizmet ettiğini de görmek gerekir. Meselâ “Türk-Kürd kardeştir” sözü üzerinden hareket edecek olursak, birçok noktayı daha açık hâle getirmiş oluruz. Öncelikle toplumlar arasında kardeşlik, dostluk ya da düşmânlık, pek gerçekçi söylemler değildir. Zîrâ toplumlar da, devletler gibi bu durumlarını “toplumsal çıkar” üzerine oluşturur. Bununla berâber kardeşlik söyleminin sıkıntısı şuradadır:

Türk-Kürd kardeşliği söylemi, bir araya getirme adı altında, aslında bir ayrım belirtmektedir. Ayrıca “etnik eşitlik” ve “çok uluslu” bir görünüm sergilemektedir. Zîrâ mâdem kardeşlik varsa, o hâlde iki taraf da aynı haklara sâhib olmalıdır. Yâni Türk ile Kürd kardeş ise Türkçe eğitim olduğu gibi Kürdçe eğitimin de olması gerekmez mi ya da Türkiye’nin bir “Türk-Kürd Ortak Devleti” olması gerekmez mi? Sonuçta eğer kardeşlik varsa, bunun olması gerekir. İşte, düşünülmeden, bilinçsizce (belki de tam tersi) ortaya atılan sözlerin yarattığı tehlike budur.

Ayrıca terörle mücâdele noktasında da, şehir ve ilçe merkezlerinde aylardır süren ve savaş görünümü gösteren çatışmalar, Kürd uluslaşmasını hızlandırmaktadır. Zîrâ ortaya çıkan görünüm, bir terörle mücâdele değil, tam tersine “şehir savaşı” görünümüdür. Üstelik bunun süresinin uzaması, bir yandan Türkler arasında “bir ân evvel bitsin” gibi düşünceler yaratırken, bir yanda da PKK’nın mağdûr edebiyâtı yapmasına yol açmaktadır. Bununla berâber yeni anayasa sürecinde de, HDP-PKK çizgisinin masada olması ve pazarlıklar yoluyla istediklerinin bir kısmını alması da, yine bu alanda atılmış bir adım olacaktır.

Peki, git gide hızlanan bu uluslaşma tehlikesine karşı ne yapılabilir? Bu noktada uluslaşmanın tamamlanması, maçın bitiş düdüğüdür ve yapılabilecekler, ancak bunun tamamlanmasından önce olması gerekenlerdir. Uluslaştıktan sonra ise toprak bütünlüğünü korumak oldukça zordur. Zîrâ Türkiye’nin imzâ attığı, ancak TBMM ve cumhûrbaşkanlığı tarafından henüz onaylanmamış olan Birleşmiş Milletler’in 1966 yılında hazırladığı “Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi”nin 1. maddesinin 1. kısmında şöyle denilmektedir[9]:

“Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.”

 Elbette buna bir siyâsî belge ya da kâğıt parçası denilip geçilebilir. Ancak unutmayalım ki, iç savaşlar da aynı zamanda toprak bütünlüğünün bir süreliğine kaybı anlamına gelmektedir. Üstelik bir Kürd ulusu hâlini almış bir yapıya karşı başarılı olmak için ilk olarak Kürd ulusu hâline gelmesini engellemek gerekmektedir. Bu durumda, dünyâdaki örneklere bakmak ve feodal toplumlar ile ulus yapılarını incelemek gerekmektedir.

Feodal toplumlar için ulus ya da milletin bir önemi yoktur. Sâdece kendi küçük mensûbiyetinin önemi vardır. Yâni kendi kabîlesinin, aşîretinin, boyunun ya da bölgesinin önemi vardır. Kabîle çıkarları için aynı dili konuştuğu, aynı kültüre mensûb olan başka bir kabîle mensûbu ile çatışmaktan çekinmez. Bu siyâseti dünyâda uygulayan ülkelerin başında Sovyetler Birliği gelmektedir. Sovyet sosyalist yönetimi, Türk nüfûsun yoğun olduğu bölgelerde Türklük ve Müslümânlık bilinci yerine bir Sovyet bilinci yaratmak istemiş ve bunun için Türkler arasında boy farklılıklarını öne çıkaran bir siyâsî yapı oluşturmuştur. Türkistan bölgesinde dört, toplamda beş Türk kökenli Sovyet cumhûriyetinin kurulmasının sebebi budur. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ise ne yazık ki, bu boy esâslı devletler, ulus devlete doğru şekillenmeye başlamıştır. Sovyet sistemi, Marksist doğası gereği Türk bölgelerinde ana dilde eğitim hakkı tanımış ve ama burada da Türk lehçe ve ağızlarını öne çıkartıp, hem Türklükten koparma, hem de aralarındaki farklılıkları arttırma politikasını izlemiştir[10] [11]. Bu ise Türk kökenli bu devletlerin, günümüzde, Âzerbaycan dışında, Rusya’ya oldukça yakın durmaları sonucunu getirmiştir.

Bu durum, aslında kendi içerisinde uluslaşma ve tabiî olarak, bölünme tehlikesi yaşayan ülkeler için bir örnektir. Her ne kadar, bu örnek, Türkler için olumsuz olsa da, Kürd uluslaşmasının önlenmesi açısından oldukça büyük bir önem taşımaktadır. Türkiye’de de benzeri bir yol izlenmeli ve Kürd kimliği yerine İzol, Bedirhan, Millî, Milân gibi aşîret adları ve kimlikleri öne çıkarılmalıdır. Hattâ bundan faydalanmak isteyecek aşîretlere de destek sağlanmalı ve önleri açılmalıdır.

KUTLU ALTAY KOCAOVA

07.03.2016







[1] http://www.kelhaamed.com/308/Suleyman_Akkus/Said_Nursi_ve_Ana_Dilde_Egitim_.html
[2] http://www.risalehaber.com/100-yildir-gasbedilen-kuran-i-bir-hak-kurtce-anadilde-egitim-16442yy.htm
[3] Kızılok, Utku, “AKP ve Anadilde Eğitim”, Sınıf Mücadelesinde Marksist Tutum, Kasım 2013 http://marksist.net/utku-kizilok/akp-ve-anadilde-egitim.htm
[4] http://insanhaklarisavunuculari.org/dokumantasyon/files/original/f94db8aed204aec9fb71426abbdd8380.pdf
[5] https://www.akparti.org.tr/site/icraat/14590/artik-ozel-okullarda-ana-dilde-egitim-veriliyor
[6] Türköne, Mümtaz’er, “Anadilde Eğitim”, Zaman Gazetesi, 3 Ocak 2012 (Gazeteye el konulduğu için bağlantı adresi çalışmıyor)
[7] http://www.sabah.com.tr/yasam/2015/06/12/cizrede-kurtce-egitim-verilen-okulda-karneler-dagitildi
[8] Çelik, Zafer, "Anadilde Eğitim: Dünyada Yaygın Uygulama Modelleri", SETA Perspektif, sayı:21, Ekim 2013
http://file.setav.org/Files/Pdf/20131009123554_anadildeegitim.pdf
[9] https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/53-73.pdf
[10] Sucu, Ali Emre, “Türkistan’da Etnik Milliyetçilik: Özbekistan Örneği ve Alternatif Olarak Muhalif Lider Muhammed Salih”, s.111-113, Doğudan Batıya – Devletler Toplumlar Farklılıklar (haz: Ayça Günkut Vurucu, Gürsoy Akça, İkbâl Vurucu), Aygan Yayıncılık, İstanbul, Şubat 2016
[11] Khairmukhanmedov, Nurbek, “Orta Asya Cumhuriyetleri’nde Bağımsızlık Sonrası Ulus-Devlet Oluşum Süreci ve Meseleleri”, Doğudan Batıya – Devletler Toplumlar Farklılıklar (haz: Ayça Günkut Vurucu, Gürsoy Akça, İkbâl Vurucu), Aygan Yayıncılık, İstanbul, Şubat 2016

19 Haziran 2016 Pazar

HAYREDDÎN BEY - İlk Türk Avrasyacısı ya da Ulusalcısı




 Hayreddîn Bey ya da tam adıyla Hayreddîn Nedim Göçen. Son dönem Osmanlı aydınları içerisinde ismi fazla duyulmamış, ama oldukça önemli olan biridir. Son dönem Osmanlı siyâseti üzerine ve İngiliz-Fransız ve Rus etkisi üzerine belgelere dayalı çok başarılı târîh eserleri ortaya koymuş biridir.

        Hayreddîn Bey, kendi dönemine dâir çok başarılı çalışmalara imzâ atmakla berâber, çalışmalarından çıkardığı sonuç, tam anlamıyla garâbettir. Zâten kendisini önemli yapan da, vardığı sonuçların garâbetidir. Zîrâ kendisi, İngiliz-Fransız-Alman “batı” emperyalizmine karşı, Türk-Rus Birliği ya da Federasyonu’nu savunmaktadır.

            Kendisinin bilinen iki kitâbı vardır. Bunlardan biri “1270 Kırım Muharebesinin Târîh-i Siyâsîsi”dir. 1910 yılında kaleme alınan eser, Kırım Savaşı ile onun öncesinde ve sonrasında Osmanlı ile İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya ve Rusya arasındaki ilişkileri ve yaşananları, belgelere dayalı olarak anlatır. Bu eser, daha sonra Şemsettin Kutlu’nun tercümesi ile Tercümân gazetesinin başlattığı, “Tercüman 1001 Temel Eser” içerisinde, 1976 yılında yayınlanmıştır.

            Hayreddîn Bey’in diğer kitâbı ise “Belgelerin Dilinden Osmanlı ve Avrupa: Vesâik-i Târîhiyye ve Siyâsiyye Tetebbuâtı” adlı eseridir. Bu eserde, oldukça önemli bir târîh kaynağıdır. Genel olarak Osmanlı ve Avrupa târîhi olan eserde de, Osmanlı ve Avrupa ilişkilerine vurgu yapmışken, yine Rusya’yı ayrı bir noktaya koymuştur. Bu eserde, 2008 yılında Selis Yayınları tarafından basılmıştır.

            İlk Türk Avrasyacısı ya da ulusalcısı diyebileceğimiz bir kişi olan Hayreddîn Bey, kimliği üzerinde tuhâf bir sis perdesinin olduğu bir insândır. Şemsettin Kutlu, Kırım Harbi adı ile tercüme ettiği kitâbın önsözünde, Hayreddîn Bey’in, Sultân Abdûlazîz Han’ın sadr-ı âzâmlarından biri olan Mahmûd Nedim Paşa’nın oğlu olduğunu bir “tahmîn” olarak yazmıştır. Gerçi tahmînlere dayanılarak, târîh yazılmaz. Ancak Hayreddîn Bey’in kitabına, “Hayreddîn bin Mahmûd Nedim” imzâsını atması önemli bir göstergedir[1]. Bununla birlikte Mahmûd Nedim Paşa’nın aşırı Rus yanlısı tavrı ve bu yüzden “Nedimof” diye nitelendirilmesi de, üzerinde durulması gereken bir noktadır.

            Hayreddîn Bey hakkındaki değerlendirmelerimiz, tamâmen kendi yazdıkları doğrultusundadır. Bu yüzden de, herhangi bir yorum yapmadan, sâdece yazdıklarına yer vereceğim.

            Hayreddîn Bey, Rusya mes’elesinde yazdıklarının ba’zıları şunlardır:[2]

            “Osmanlı ve Rus milletlerinin anlaşması, hattâ birleşmesi için şimdiye kadar alınan dersler ve edilen imtihanlar fazlasıyla yeter de artar da. Artık bunda tereddüt edecek bir Osmanlı yurtseveri, ya da Rus yurtseveri tasavvur edemem.”[3]

             “Böylece geçmişi kısaca gözden geçirişimden maksat, yıllardır devam eden kin ve düşmanlık sebeplerini yeniden anıp açıklamak değildir. Tam tersine, bütün bu olayları inceleme ve eleştirmeden geçirerek, başlangıçta da iddia ettiğim gibi, iki büyük milletin ittifak ve birleşmesinde hiç bir engel kalmamış olduğunu hatırlatmak isterim.”[4]

            “Cidden ve gerçekten meşrutiyetçi olan iki millet fertleri için mutlu ve gerçek bir siyaset varsa bu da ancak Osmanlı ve Rus milletlerinin anlaşmasında bulunabilir.”[5]

            “Doğu için tek selâmet ve başarı çaresi, Türkiye-Rusya ittifakındadır.”[6]

            “Türkiye ile Rusya’nın devamlı ve samimî ittifakı ve birleşmesi kadar tabii bir şey yoktur.”[7]

            “Dolayısıyla mademki bizim için Rusya ile gerçekten dost olmak, her iki milletin ve devletin hayatî menfaatleri gereğidir, buna ciddî olarak çalışmalıdır. Rus diplomasisi buna muhakkak engel değil, gerçeği seven bir rehber olur.”[8]

            Bu yazılanlara herhangi bir yorum yapmaya gerek bulunmamaktadır. Gerekli cevâbı târîh vermiştir. Ancak 100 yıldan fazla bir zamâna rağmen, hâlâ benzeri fikirleri ve istekleri taşıyanlara karşı, yine yorum yapmadan, Rusya’yı ve Rusları en yakından tanıyan insânlardan olan Zekî Velidî Togan Hoca’nın fikirlerine yer vereceğim.

            Aynı konuda Zekî Velidî Togan Hoca, şunları söylemektedir:

            “Rus’un bütün komşu milletleri parça parça yapıp yutma ve vampir şeklinde büyüme istidadı, Rusya’nın bütün komşularını korkutuyor. Çünkü Rusya siyaseten, o olamadığı takdirde, kültür bakımından bütün komşularını yutma yolunu tutmuştur.”[9]

 “Rusya’nın emeli ancak işgaldir.”[10]

            Târîh, eşsiz bir yazıcıdır. Hiçbir şeyi unutmaz. Bu yüzden de, kimin haklı olduğunu târîh ortaya koymuştur.

KUTLU ALTAY KOCAOVA

8 Kasım 2012
           



[1] Hayreddîn Bey, Kırım Harbi, Tercümân 1001 Temel Eser, s.10-11, 1976
[2] Alıntılardaki imlâ ve dilbilgisi, kitâbı yayına hazırlayan ve günümüz Türkçesine çeviren Şemsettin Kutlu’ya âiddir.
[3] a.g.e., sayfa 19
[4] a.g.e., sayfa 69
[5] a.g.e., sayfa 69
[6] a.g.e., sayfa 70
[7] a.g.e., sayfa 70
[8] a.g.e., sayfa 78
[9] Togan, Zekî Velidî, Hâtıralar, Diyânet Vakfı Yayınları, s.495, 1999
[10] a.g.e., s.423

17 Mayıs 2016 Salı

KIRIM’IN ŞEHÎDLERİ



            Evime son kez bakıyorum. Biliyorum, ne evimi, ne de annemle, babamın mezârlarını bir daha göremeyeceğim. Benim bir mezârım olacak mı, onu da bilmiyorum. Şu an yaşadığım, sâdece şaşkınlık ve hüzün… Neler olduğunu, neler olacağını bilememenin şaşkınlığı ve doğup, büyüdüğüm ve evlâdlarımı büyüttüğüm evime elvedâ diyememenin, annemle babamın mezârlarına bir daha gelemeyeceğimi bilmenin hüznü…

            Çok değil on dakîka önce evimizi Rus askerleri bastı. Başlarında da bir Rus yüzbaşısı. Sapsarı saçları ve mâvi gözleri olan, gözlerindeki hafif çekiklik ile kanında belli belirsiz bir mikdâr, ama sâdece bir mikdâr Türk kanı taşıdığı belli olan bir Rus yüzbaşısı.

            Rus yüzbaşı, bize on beş dakîka içerisinde evi boşaltmamızı emrettiğinde, günâhımızı sordum. Artık sonumuzun geldiği bellîydi. Bu yüzden de Rusça sormadım. Türkçe, “Günâhımız ne” diye sordum. Yüzbaşı, başını kaldırdı ve “Günâhın dilin” dedi. Yine Türkçe, çıkmayacağımı söyleyince, bir dipçik darbesini kafamda hissettim ve yere düştüm.

            Acı çekmedim. Sâdece birkaç sâniye şuûrumu kaybettim. Ama şuûrumu tekrâr kazandığımda, artık yerde değildim. Bedenim yerdeydi ve başımın yanında birkaç damla kan lekesi vardı.

* * *

            Oğlumu, gelinimi ve torunlarımı, hiçbir şey almalarına fırsat vermeden çıkardılar. Gelinim, ona düğün günü verdiğim kalpağı almak istedi. Ona bile fırsat vermediler. Oğlum, baba, diye bağırdı. Buna bile izin vermediler.

             Artık ne evim var, ne mezârım var, ne babamın mezârı var, ne annemin. Artık vatan, benim için mezâr oldu. O ân, gözlerim diğer evlere takılıyor. Ağlayan kadınlar, çocuklar, dövülen erkekler ve ölen insânlar…

            Her yer asker kaynıyor. Binlerce asker, bütün mahşeri, trenlere doldurmaya çalışıyor. Trenlerin nereye gittiğini ise kimse bilmiyor. Her geçen sâniye, biraz daha yükseliyorum. Şimdi de limanı görüyorum. Burada da yüzlerce kadın, erkek ve çocuk, gemilere bindiriliyor. Rusça yankılanan emirleri, Türkçe yankılanan inlemelerle, ağıtlar izliyor. Neredeyse her evde ölü, her evde gurbet var.

            Bir anda makineli tüfek sesleri yankılanmaya başlıyor. Rus askerleri, istediklerini yaptırabilmek için havaya ateş etmeye başlıyor ve sağımdan, solumda ve içimden, binlerce mermi geçiyor. Ben ise yükselmeye devâm ediyorum.

            Köyümüzün bütün evleri boşaldı ve yanıma birçok arkadaşım geldi. Hep berâber çocuklarımızı izliyoruz. Hep berâber evlerimize bakıyoruz ve hep berâber ağlıyoruz. Yanımda hem arkadaşım, hem dünürüm İbrâhim oğlu Ahmed var. Sende mi, diyorum, bende, diyor. İbrahimov yerine İbrâhim oğlu dediğim için Moskof yüzbaşı, beni öldürdü, diyor.

            Ufuklara doğru baktığımda, bütün Kırım gökleri, şehîdlerle doluyor ve bütün Kırım’da yeryüzünü gurbet ve sürgün kaplıyor. Bir yanda ölümün kokusu, bir yanda ise gurbetin acısı, Kırım’ı sarıyor.

            Bahçesaray’ı ölüm kaplamış, trenleri ise gurbet. Akmescîd’i ölüm kaplamış, kamyonları ise gurbet. Ben, Ali oğlu Oğuz, tek kelîme edemeden, Kırım’a bakıyorum. Artık oğlumu, gelinimi, torumlarımı, evimi, mezârlığı göremiyorum, konuşamıyorum, sâdece yükseliyorum ve tek damla kanlı gözyaşı, gözlerimden dökülüyor.

            O esnâda bir el omzuma dokunuyor. Başımı çevirdiğimde Girayları görüyorum. Kırım’ın eşsiz hanlarını, Giraylarını görüyorum. Yavaş yavaş bütün gökler, birbirine yaklaşıyor ve hepimiz bir rûhun parçası olmaya başlıyoruz. Bütün bunlar birkaç sâniyede, belkî de daha kısa sürede gerçekleşiyor.

            Artık Kırım’ın bütün şehîdleri olarak tek rûhun parçasıyız. O ân gökler açılıyor ve atının üzerinde, geçmişten gelen bir atlı görünüyor. Atlı, atını şâha kaldırıyor ve bir çığlık, gökleri kaplıyor. İster istemez, hepimiz tek dizimizi yere vuruyoruz ve atlının “Gelin” emriyle yürüyüşe başlıyoruz. “Bu kim” diye soruyorum. Atlı duruyor ve bana doğru dönüp, gözlerimin içine bakıyor ve rûhumu okuyor. Sâdece “Çingiz Kağan”diyor.

 * * *

            Kırım’da kimse kalmadı ve son trende yola çıktı. Bütün bunlar olurken, Rus yüzbaşı, yere doğru uzandı ve gözlerini kapadı. Görevini yapmış olmanın huzûruna ereceğini sanırken, bir damla kan, alnına düştü ve o ân, yerinden sıçradı. Yağmur mu, yağıyor diye düşünerek açık gökyüzüne bakarken, alnındaki kanı fark ettiğinde, kulaklarında çok uzaklardan gelen Türkçe bir sesi duydu.


            “Türk ırkı sağ olsun”…

20 Ekim 2012

Kutlu Altay KOCAOVA