sovyetler birliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sovyetler birliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2022 Çarşamba

Mirliva Muzaffer Bey'in "1934 Soviyet Rusyanın Okranya ordu mıntıkasında yaptığı ordu manevrası" adlı raporunun "Soviyet alemi" başlıklı kısmı

1934 yılında 1. Ordu Komutanı Fahreddîn (Altay) Paşa başkanlığında bir hey’et, Sovyetler Birliği’nin da’veti üzerinde Kızıl Ordu’nun Ukrayna’da düzenlediği askerî manevraya katılmıştır. Bu kapsam da Türk Genelkurmayı, hey’ette yer alan bâzı komutanlara, manevra ile ilgili rapor yazmaları görevini vermiştir. Bu raporların içinde Mirliva Muzaffer Bey tarafından 54 sayfalık bir rapor hazırlanmıştır. Raporda çok sayıda harita ve kroki, bizzât Muzaffer Bey tarafından çizilmiştir. Ayrıca raporun son kısmında da Muzaffer Bey, Sovyet sistemine dâir gördüklerini objektif bir biçimde yazmıştır. 

Cumhûrbaşkanlığı Devlet Arşivleri’nde 30-10-0-0 numaralı fon kodu ve 46-293-3 numaralı yer bilgisi ile kayıtlı olan bu rapor, erişime açıktır. Burada raporun son kısmında yer alan ve Muzaffer Bey’in Sovyet sistemi ele aldığı kısma yer verdim. Aktarırken, kendisinin imlâsına dokunmadım ve olduğu gibi aktardım. Bu kısım, raporun 50. sayfasından başlayıp, 54. sayfasının sonuna kadar gitmektedir.  


1934


Soviyet Rusyanın Okranya ordu mıntıkasında yaptığı ordu manevrası


---------


( Soviyet alemi )


Manevrede bulunduğumuz müddetçe ve onu müte'akip yaptığımız gezmelerde bir taraftanda Soviyet alemini tetkike çalıştım. Edindiğim görüş ve sezişleri aşada arzediyorum:


Umumî idare:


Çok korunmağa dikkat eden mahdut bir zümre 160 milyonluk kitle üzerinde çok şiddetli bir disiplin tatbik ederek hükumeti idare ediyorlar. Bu küçük zümre ilk evvel koydukları pirensiplerden tedricen ayrılmışlar. ve kendileri tam zengin bir hayat yaşamakta bulunmuşlar. Fakat millet vait ettikleri büyük adalet ve büyük refahı daha henüz vermemişlerdir. Soviyet idaresinin en göze çarpan hassası tarihten çok ibret almış olmaktır. Bu ibreti almakla beraber Çarlığın kendilerine bıraktığı itirafa layık medeni tarakki ve vasıtaları büyük hızla inkişaf ettirmeğe çalışmışlardır. Çarlık mükemmel şosalar, geniş demiryolları işleyen madenler; büyük ekademiler hülasa birçok fen ve sanat ve ilim bırakmıştır. Memleket ihtiyacına gayri kâfi olsa bile bu yollarda adımlar atılmış ve Bolşevikler bunlara tevarüs etmişlerdir.


Soviyetler bunlar arasında yalnız ordunun kumanda hey'etini imha etmişler amma diğer şeyleri olduğu gibi kabul ederek büyütüp yükseltmişlerdir.


Rus - Japon harbinde ve umumi harpte kendilerini başkalarının gerisinde bırakan tesiratı ortadan kaldırmak için çalışmışlar. Ve bu yolda dev adımlarla ilerlemekte bulunmuşlardır. Başlangıçta tutturdukları (İhtiyaca göre nimet tevzi'i) pirensibinin zekâların inkişıfına çok çalışanların büyümesine mani olduğuna ve heveslerin kırılmasına sebep olduğunu gördüklerinden pirensiplerini (istidada göre nimet tevzii) şekline kısmen koymuşlardır. Bu kısmî değişiklikte tam normal hayat temin edememiştir.


Soviyet Rusya memleketi etrafı çevrilmiş (bir çalışma ve didinme) yuvasına benzeyor. Milletin her ferdine, kadın, erkek bilâ istisna iş verilmiştir. Memleketin imarına, umumi seviyenin yükselmesine, ordunun tekemmülüne çalışılmakta bulunulmuştur.


Öyle denilebilirki memleketin evkatı mesai cetveli Moskova hükumet dairesinde tanzim edilmiş, baştan başa Soviyet memleketinde her gün bu mesai cetveli tatbik edilmiş ve edilmektedir. 


Birbirinden korkuş:


Soviyet memleketinde bu gün herkes birbirinden korkar. Herkesin bütün gidişinde bu korku apaçık görülür. Biribirilerine emniyyetleri yoktur. Meselâ: Bir yabancı vilâyet icra komitesi reisile Kolordu veya ordu kumandanı ile görüşürken ayni odada bir kaç sivilin kenarında oturarak bu görüşmeleri dikkatle takip ettikleri görülür. Yalnız en büyükler bu kayıttan şeklen azadedirler. Amma onlarında muhtelif suretlerle murakaba edildikleri muhakkaktır.


Holhozlar ve Solhozlar:


Büyüklerin şahsan yapmağa başladıkları sayfiyeler gibi malikâneler müstesna olmak üzere şehirler haricindeki bütün memleket Holhoz ve Solhoz denilen teşkilata taksim edilmiştir. 


Holhoz demek köy demektir.


Solhoz demek hükumet çiftliği demektir.


Daha doğrusu Çarlık idaresinin erazi taksimatı aynen alınmış ismi değiştirilmiş ve terakki ettirilmiştir. Amma bu erazi üzerinde x yaşayan insanlar yene Çarlık idaresinde olduğu gibi (Çalışan x esirlerdir.) Farkları Çarlık idaresinde azamî zulüm altında atla ve öküzle çalışan ve çalıştıklarını mıntıkavî derebeylere ve pirenslere veren köylüler bu gün büyük bir disiplin altında hükumetin şahsiyyeti maneviyesi için çalışmakta ve yaptıklarını hükumete vermektedirler.


Erazide temellükü ifade eden tarla sınırı bulmak güçtür. Dümdüz erazi baştan başa hükumet hesabına işletilmektedir.


Holhozlar yani göya müstakil olan köylüler işittiğimize göre bu gün oturduğu ev ve evin önündeki bir hektar araziye sahiptir. Ve her köylü bir inek besleyebilir. Amma kazansa bile kazandığını satacak yeri yoktur. Yegâne müşteri hukumet teşkilatıdır. Bu şekilde fazla malı olsa dahi kendisinin daha fazla refaha sevk edecek bir kıymeti yoktur.


Solhozlar ise hükumet tarafından mansup bir müdür tarafından idare olunur. Müdürün tuttuğu amele orada işler ve alınan hasılat hükumetin olur. 


Şehirler; Birer sanat ve amele yuvasıdır. Bütün halk hükumet dairesinde, yollarda, metrolarad, otobüs ve tramvaylarda, fabrikalarda hülasa her türlü müessisede vazife almışlardır. 


Herkes vazifesi başında çalışmağa mecburdur. Çalıştığının mukabili olan bir kilo ekmeğini ve sair ihtiyaçlarını tedarik eder. Kendisine verilmiş olan odacıkta oturur. Umumı bahçelerde gezer ve x spor yapar. Umumî kütüphanelerde okur. Temamen terbiyevî olan sinema ve tiyatrolarda eglenir.


Soviyet Rusyada çalışmayan, boş oturan, ağır yürüyen hiç kimse yoktur.


Aile hayatı ve kadın:


Soviyet Rusyada inkılabın en ezici sikleti kadın üzerindedir. Adeta ihtilal kadın zineti ve kadın salonu aleyhine yapılmıştır. Şehirler haricinde kadınların yüzde sekseni yalınayaktır. En mutantan giyinen kadının hali bizdeki amele kadının giyişinin x üzerinde değildir.


Aile efradının günün mühim bir kısmında bir araya gelmesi mümkün değildir. Erkek fabrikanın bir tezgâhında, kadın diğer tezgâhında çalışır. Çocuklar fabrikanın mektebinde okur. Belkide yalnız uyku zemanı bu üç kişilik aile kendilerine tahsis olunan odada gelüp görüşmek fırsatını bulur.


Fakat ihtilal ricali, bu günün müdürleri, eskiden kalmış ve bu gün mevki sahibi olmuş aile reisleri, bildiğimiz normal aile x hayatına maliktirler. Mesken ve aile saadeti Soviyetlerin bizzat kurdukları sanayi merkezlerinde diğerlerinden farklıdır. Soviyetler kendi idarelerinin saadet ve refah getirici olduğunu göstermek için bizzat kendi yaptıkları (Neprostoy) şehri gibi amele merkezlerinde vaziyeti canlandırmışlardır. Orada amele için yeniden yaptıkları büyük ve sıhhî apartmanlar, eskiden kalma şehirlerdeki apartmanlardan ve onların içinde yaşayan insanların sürdükleri hayattan çok farklıdır.


Böyle yeni merkezlerde mühendislerin, amelenin giyiniş ve yaşayış şekilleri daha muntazam ve gösterişlidir.


Soviyetlerin çok övünmek ve övünürken çok söylemek adetleridir. Ve yaptıkları işler için yabancıdan daima taktir sözü beklerler. Ve böyle bir söze karşı çocuklar gibi sevinirler.


Netice:


Soviyet ordusu: kurulmuştur. Onun tekamülü için hiç bir fedakârlıktan çekinilmemektedir. Çalışma pek kuvvetlidir. Bilhassa ordunun fen kuvvetinin temelleri atılmıştır. Fakat bu ordu henuz kumanda hey'etini yetiştirmeğe ve haricin sevkü idare usullerini öğrenmeğe muhtaçtır.


Soviyet memleketinde fen ve san'at:


Hudutsuz bir şekilde ileri doğru yürüyor.


En yakın ve kuvvetli komşumuz olan 


Soviyetlerin gidiş ve ilerliyişlerinin dikkatle takip edilmesi ve onların askerî ve sivil fen ve sanat vasıtalarında işimize yarayanların alınması faydalı olacaktır.


MİRLİVA MUZAFFER 

9 Temmuz 2019 Salı

1931 SOVYET SALDIRISI IŞIĞI ALTINDA ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİNE FARKLI BİR BAKIŞ





"Bolşevik'lerin ve Bolşevizm'in ne olduğunu anlamadınız. Bolşevik'lerin Anadolu'ya girdikleri gün, malik olduğumuz mutluluk Moskova'ya aktarılacak ve biz, çıplak bir halk olarak kalacağız. Azerbaycan'ın başına gelenlere bakınız."1

MUSTAFÂ KEMÂL PAŞA

(FO 371/6525/E 8990: Başkomutandan Savaş Bakanlığı'na kapalı tel yazısı no.719, İstanbul, 5.8.1921.)

Gerçekte Mustafa Kemal, Bolşevik ilkelerinden nefret ediyor, ama duygularını gizlemeye çalışıyor.”2

(87) İbid.: belge no. E 12803; kaynak: HC / 1360. (24 Eylül 1920 târihli İngiliz istihbarat raporu)

Genelde Atatürk döneminde Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin ilişkilerinin iyi olduğuna dâir iddiâlar vardır. Gerçi uzaktan görünüş buna uygun olsa da, bunu genelleştirmek doğru değildir. Zîrâ bunun tersini gösteren birçok örnek bulunmaktadır. Ancak verebileceğimiz üç örnek, durumu olduğu gibi ortaya koyacaktır.

1. Âzerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti temsilcisi İbrâhim Abilov’un 1923’te öldürülmesi
2. Sovyetler Birliği’nde yer alan ve Türk vatandaşlarına âid mâllara ve mülklere el konulmasına karşılık olarak Türkiye’nin 25 Şubat 1931 târihli kararnâme ile Türkiye’deki Rus mâllarına ve mülklerine de el konulması.
3. 6 Ağustos 1928 târihinde Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında imzâlanan sınır ihtilâfı ve olaylarına dâir sözleşmenin altı aylık süresinin bitiminden i’tibâren sözleşmenin tekrar imzâlandığı 15 Temmûz 1937 târihine kadar sınır hattında yaşananlar...

Üçüncü örnek, elbette genel bir olaylar dizisidir ve bu olaylar içerisinde 1931 yılında yaşanan iki olay, bu yazının konusunu oluşturmaktadır. Ancak bu olayın önemini ortaya koymak için gidişâtı da görmemiz gerekir.

Bilindiği gibi Türk İstiklâl Savaşı süresince TBMM ile Sovyet Rusya arasında yakın bir ilişki kurulmuştur. Bunda en önemli sebeb de, ortak düşman İngiltere algısıdır. Bununla birlikte her iki ülke için en önemli kısım sınır hattımız olmuştur. Türk ordusunun, Sovyetlerin engelleme çabasına rağmen, Ermenistan’ı yenilgiye uğratması ve Kars, Ardahan, Iğdır ve Batum ile Nahçıvan’ın kurtarılması üzerine 2 Aralık 1920’de Ermenistan ile Gümrü Barış Antlaşması yapılmıştır. Ancak hemen ardından Sovyet Kızılordusu’nun Ermenistan’ı işgâli ve Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti’nin kurulmasıyla bu antlaşma hükümsüz kalmıştır. Bunun üzerine Türk ve Sovyet tarafları yeni yollara girişmişler ve 16 Mart 1921’de Moskova’da “Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması” imzâlanmıştı. Böylece resmî olarak iki ülke birbirini tanımıştı. Bu antlaşmaya göre Sovyetler Birliği, Türkiye’ye askerî, siyâsî ve ekonomik destek vermeyi kabûl ediyordu. Bununla birlikte bunun karşılıksız olmadığını belirtmek gerekir. Türkiye, bu destek karşılığında Batum’u Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti’ne, Nahçıvan’ı da Âzerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti’ne, Türkiye’nin garantörlüğünde olma koşuluyla devretmişti3 4.

Sonraki süreçte de Sakarya Meydân Muhârebesi’nin sonuçlanmasıyla birlikte 13 Ekim 1921’de TBMM ile Âzerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhûriyetleri arasında Kars’ta bir dostluk antlaşması imzâlandı. Bu antlaşmada da Moskova’da imzâlanan antlaşmanın özellikle sınırlar konusu, bir daha detaylı bir şekilde ele alındı5.
Cumhûriyet döneminde 17 Aralık 1925 târihinde Paris’te Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması imzâlandı. Bununla birlikte bu süreç içerisinde Moskova ve Kars antlaşmaları ile sınır, kesin olarak çizilse de, zaman zaman sınır ihtilâfı yaşanmaktadır. Bu yüzden 6 Ağustos 1928’de Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında sınır ihtilâfı ve olaylarına dâir sözleşme imzâlandı. Ancak bu sözleşme, altı ay yürürlükte kaldı. İki tarafın hükûmetleri sözleşmenin süresini uzatmak için yeterli gayreti göstermediği için bâzı sınır olayları yaşandı ve en sonunda 15 Temmûz 1937 târihinde yeniden benzeri bir sözleşme imzâlandı6.

Böylece Türkiye ile Sovyetler Birliği ilişkilerin resmî seyrini gördükten sonra bâzı olaylara bakabiliriz. Bilindiği üzere Sovyetler Birliği, İstiklâl Savaşı yıllarında Türkiye üzerinde baskı kurmaya ve Türkiye’yi bir komünist Sovyet cumhûriyetine dönüştürmeye çabalamıştı. Bunun için Mustafâ Suphi önderliğinde bir komünist partisi kurulmuş ve Anadolu’nun dört bir yanında faâliyetler yürütülmüştü. Bunun sonucu olarak da Mustafâ Suphi, Mustafâ Kemâl Paşa tarafından TBMM’nin 22 Ocak 1921 târihli gizli oturumunda ciddî suçlamalarla hedef alınmıştır7. Bu konuşmanın üzerinden beş gün geçtikten sonra Mustafâ Suphi ve arkadaşları öldürülmüştür. Bununla birlikte Türkiye-Sovyet ilişkileri açısından asıl önemli olan olay, Âzerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti temsilcisi İbrâhim Abilov’un 1923’te İzmir İktisâd Kongresi’ne katıldığı günlerde ölmesiydi. Kayıtlara kazâ olarak geçen bu ölümün, bir İngiliz istihbârat raporunda doğrudan Mustafâ Kemâl Paşa’nın emriyle, bir ajanı tarafından gerçekleştirildiği belirtilmektedir. Bunun sebebi olarak Abilov’un Doğu Anadolu’da bir komünist ayaklanma kışkırttığı bilgisi yer almaktadır. Ancak bu noktada İngiliz kaynaklarından daha da ilginç olan Sovyet büyükelçisi Aralov’un olayın hemen ardından Ankara’ya dönmesi ve TBMM’ye protesto notası vermesidir8.

Bu durum, bağımsızlık konusunda Mustafâ Kemâl Paşa’nın Sovyetlere karşı da neler yapabileceğinin kanıtı olarak görülebilir.

İkinci önemli olay, Sovyetler Birliği’nde yer alan ve Türk vatandaşlarına âid mâllara ve mülklere el konulmasına karşılık olarak Türkiye’nin 25 Şubat 1931 târihli kararnâme ile Türkiye’deki Rus mâllarına ve mülklerine de el konulmasıdır. Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk vatandaşlarının mülkleriyle mâllarına el konması üzerine, mütekâbiliyet ilkesine göre Türkiye’de yaşayan Rusların mâllarına ve mülklerine el konulmasına karar verilmiştir. Bu olayın Türk-Sovyet ilişkilerinde büyük sorun yarattığını düşünmek için yeterli kaynak elimizde var.

Şimdi yazımızın asıl konusuna gelebiliriz. Yukarıda söylediğimiz gibi 1928’de imzâlanan ve altı ay süreli olan sınır ihtilâfı ve olaylarına dâir sözleşme, altı ay sonra sona ermiş ve yenilenmesi 1937 yılını bulmuştur. İşte bu ortamda 1931 yılının bahar ve yaz aylarında, iki kez Sovyet Kızılordusu sınırlarımıza saldırmıştır.

Ancak ne yazık ki, bu iki saldırının kesin târihini ve saldırı noktasını tesbît edemiyoruz. Bunda devletin, maâlesef, çok geç haberdâr olmasının payı büyüktür. 16/02/1932 târihli, Gâzi Mustafâ Kemâl imzâlı kararnâmeye göre, ancak Dâhiliye Vekâleti’nin (İç İşleri Bakanlığı) 12/02/1932 târihli yazısıyla haberdâr olunabilmiş ve olayları yerinde incelemek, bir daha olmamasını sağlamak üzere nelerin yapılabileceği üzerinde inceleme yapılması için bir hey’et oluşturulmuş. Ancak kesin bir sonuç alınamamış olacak ki, 1934 yılında yeni bir komisyon oluşturulmuş, 1937 yılında Kurmay Yarbay A. Cevad Baydar olayı araştırmakla görevlendirilmiştir. Ancak maâlesef, herhangi bir sonuç alınamamıştır.

Bununla birlikte saldırının yaşandığı bölgenin, kesin olarak noktasını tesbît edemesek de, Ardahan çevresi olduğunu söyleyebiliriz. 26/01/1937 târihli karârnâmeyle olayın araştırılması için görevlendirilen Kurmay Yarbay A. Cevad Baydar başkanlığındaki komisyonda Ardahan kaymakamının da görevlendirilmiş olduğunu görüyoruz. Her ne kadar olaya dâir Türk belgelerinin hiçbirinde yer bilgisi olmasa da, Ardahan kaymakamının görevlendirilmesinden dolayı olayın bu bölgede gerçekleştiğini söylemek, sanırım yanlış olmaz.

Saldırının yaşandığını tahmîn ettiğimiz Ardahan bölgesinin Sovyet (bugünkü Gürcistan) tarafına baktığımızda iki yerleşim göze çarpmaktadır. Ahıska ve Ahılkelek. İki bölge de Türk nüfûsuyla bilinmektedir. Öyle ki, Sovyet lideri Stalin’in 1944 yılında Ahıska Türklerini sürgün etmesine kadar nüfûsun çoğunluğunu Türkler oluşturmaktaydı. Dolayısıyla saldırıların bu bölgeden yapılmış olmasının, bölgenin nüfûsuyla ilgili olduğunu söylemek çok yanlış olmaz. Zîrâ bütün Türk-Sovyet sınırı boyunca Batum ve Nahçıvan dışında Türk nüfûsun yoğun olduğu tek bölge burasıdır. Ancak Batum ve Nahçıvan’ın Türkiye garantörlüğünde oluşu göz önüne alındığında, sınır hattında Sovyet saldırısı için uygun tek Türk yerleşimi olarak burası kalıyor.

Görünen o ki, Sovyetler Birliği, Atatürk’ün mütekâbiliyet ilkesi çerçevesinde attığı bir adımdan rahatsız olmuş ve Türk sınırlarına doğru bahâr ve yaz aylarında iki saldırı yapmıştır. Ancak maâlesef, devletimizin bundan aylar sonra haberi olmuş ve anlayabilmek için yıllarca komisyonlar oluşturulmuştur.

Bu yaşananlar, Atatürk döneminde Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında bir satranç oyunu oynandığını, iki tarafın birbirine saygılı ve dost bir görünüm vermeye çalışsa da, tam bir mücâdele hâlinde olduklarını göstermektedir. Ancak elbette Sovyetler Birliği, burada saldırgan, Türkiye de savunmada kalan taraftır. Atatürk’ün ölümünden sonra, Sovyet baskısının artmasına ve sonuç olarak Türkiye’nin NATO’ya girerek, Batı bloğundaki yerini almasıyla sonuçlanacaktır.

9 Temmûz 2019

KUTLU ALTAY KOCAOVA

1Sonyel, Salâhi R., Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi'nin Türkiye'deki Eylemleri, s.202-203, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013
2a.g.e., s. 115
3T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre: 1, Cilt:9, İçtima:2, On birinci İçtima, 24.03.1337 (1921) Perşembe, s.206-208
4Sosyal, İsmail, Türkiye'nin Siyasal Antlaşmaları, 1. Cilt (1920-1945), s.32-38, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983
5a.g.e., s.41-47
7T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, Devre: 1, Cilt: 1, İçtima:1, 22 Kânunusâni 1337 (1921), s.326-336
8Sonyel, Salâhi R., Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi'nin Türkiye'deki Eylemleri, s.325, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013

17 Mayıs 2016 Salı

KIRIM’IN ŞEHÎDLERİ



            Evime son kez bakıyorum. Biliyorum, ne evimi, ne de annemle, babamın mezârlarını bir daha göremeyeceğim. Benim bir mezârım olacak mı, onu da bilmiyorum. Şu an yaşadığım, sâdece şaşkınlık ve hüzün… Neler olduğunu, neler olacağını bilememenin şaşkınlığı ve doğup, büyüdüğüm ve evlâdlarımı büyüttüğüm evime elvedâ diyememenin, annemle babamın mezârlarına bir daha gelemeyeceğimi bilmenin hüznü…

            Çok değil on dakîka önce evimizi Rus askerleri bastı. Başlarında da bir Rus yüzbaşısı. Sapsarı saçları ve mâvi gözleri olan, gözlerindeki hafif çekiklik ile kanında belli belirsiz bir mikdâr, ama sâdece bir mikdâr Türk kanı taşıdığı belli olan bir Rus yüzbaşısı.

            Rus yüzbaşı, bize on beş dakîka içerisinde evi boşaltmamızı emrettiğinde, günâhımızı sordum. Artık sonumuzun geldiği bellîydi. Bu yüzden de Rusça sormadım. Türkçe, “Günâhımız ne” diye sordum. Yüzbaşı, başını kaldırdı ve “Günâhın dilin” dedi. Yine Türkçe, çıkmayacağımı söyleyince, bir dipçik darbesini kafamda hissettim ve yere düştüm.

            Acı çekmedim. Sâdece birkaç sâniye şuûrumu kaybettim. Ama şuûrumu tekrâr kazandığımda, artık yerde değildim. Bedenim yerdeydi ve başımın yanında birkaç damla kan lekesi vardı.

* * *

            Oğlumu, gelinimi ve torunlarımı, hiçbir şey almalarına fırsat vermeden çıkardılar. Gelinim, ona düğün günü verdiğim kalpağı almak istedi. Ona bile fırsat vermediler. Oğlum, baba, diye bağırdı. Buna bile izin vermediler.

             Artık ne evim var, ne mezârım var, ne babamın mezârı var, ne annemin. Artık vatan, benim için mezâr oldu. O ân, gözlerim diğer evlere takılıyor. Ağlayan kadınlar, çocuklar, dövülen erkekler ve ölen insânlar…

            Her yer asker kaynıyor. Binlerce asker, bütün mahşeri, trenlere doldurmaya çalışıyor. Trenlerin nereye gittiğini ise kimse bilmiyor. Her geçen sâniye, biraz daha yükseliyorum. Şimdi de limanı görüyorum. Burada da yüzlerce kadın, erkek ve çocuk, gemilere bindiriliyor. Rusça yankılanan emirleri, Türkçe yankılanan inlemelerle, ağıtlar izliyor. Neredeyse her evde ölü, her evde gurbet var.

            Bir anda makineli tüfek sesleri yankılanmaya başlıyor. Rus askerleri, istediklerini yaptırabilmek için havaya ateş etmeye başlıyor ve sağımdan, solumda ve içimden, binlerce mermi geçiyor. Ben ise yükselmeye devâm ediyorum.

            Köyümüzün bütün evleri boşaldı ve yanıma birçok arkadaşım geldi. Hep berâber çocuklarımızı izliyoruz. Hep berâber evlerimize bakıyoruz ve hep berâber ağlıyoruz. Yanımda hem arkadaşım, hem dünürüm İbrâhim oğlu Ahmed var. Sende mi, diyorum, bende, diyor. İbrahimov yerine İbrâhim oğlu dediğim için Moskof yüzbaşı, beni öldürdü, diyor.

            Ufuklara doğru baktığımda, bütün Kırım gökleri, şehîdlerle doluyor ve bütün Kırım’da yeryüzünü gurbet ve sürgün kaplıyor. Bir yanda ölümün kokusu, bir yanda ise gurbetin acısı, Kırım’ı sarıyor.

            Bahçesaray’ı ölüm kaplamış, trenleri ise gurbet. Akmescîd’i ölüm kaplamış, kamyonları ise gurbet. Ben, Ali oğlu Oğuz, tek kelîme edemeden, Kırım’a bakıyorum. Artık oğlumu, gelinimi, torumlarımı, evimi, mezârlığı göremiyorum, konuşamıyorum, sâdece yükseliyorum ve tek damla kanlı gözyaşı, gözlerimden dökülüyor.

            O esnâda bir el omzuma dokunuyor. Başımı çevirdiğimde Girayları görüyorum. Kırım’ın eşsiz hanlarını, Giraylarını görüyorum. Yavaş yavaş bütün gökler, birbirine yaklaşıyor ve hepimiz bir rûhun parçası olmaya başlıyoruz. Bütün bunlar birkaç sâniyede, belkî de daha kısa sürede gerçekleşiyor.

            Artık Kırım’ın bütün şehîdleri olarak tek rûhun parçasıyız. O ân gökler açılıyor ve atının üzerinde, geçmişten gelen bir atlı görünüyor. Atlı, atını şâha kaldırıyor ve bir çığlık, gökleri kaplıyor. İster istemez, hepimiz tek dizimizi yere vuruyoruz ve atlının “Gelin” emriyle yürüyüşe başlıyoruz. “Bu kim” diye soruyorum. Atlı duruyor ve bana doğru dönüp, gözlerimin içine bakıyor ve rûhumu okuyor. Sâdece “Çingiz Kağan”diyor.

 * * *

            Kırım’da kimse kalmadı ve son trende yola çıktı. Bütün bunlar olurken, Rus yüzbaşı, yere doğru uzandı ve gözlerini kapadı. Görevini yapmış olmanın huzûruna ereceğini sanırken, bir damla kan, alnına düştü ve o ân, yerinden sıçradı. Yağmur mu, yağıyor diye düşünerek açık gökyüzüne bakarken, alnındaki kanı fark ettiğinde, kulaklarında çok uzaklardan gelen Türkçe bir sesi duydu.


            “Türk ırkı sağ olsun”…

20 Ekim 2012

Kutlu Altay KOCAOVA

26 Ekim 2015 Pazartesi

BİR İSTİKLÂL DÂVÂSI: DOĞU TÜRKİSTAN


"Sovyetler Birliği ile komşu olan devletler, her şeyden önce bu devletle iyi geçinmesi gerekir."[1]
Tevfik Rüştü Aras

            1991 yılında Sovyetler Birliği dağılana kadar, Türkiye’de hep, “tek bağımsız Türk devleti Türkiye” sözü söylenirdi. Elbette bu söz, yanlış sayılmasa bile tam olarak doğruyu yansıttığı da söylenemez. Zîrâ 20. yüzyılın ilk yarısında çok sayıda Türk devleti kurulmuştu. Elbette bunlar, pek uzun süre yaşamamışlardı. En sonuncusu da 1949 yılında yıkılmıştı. Bu devletin adı Doğu Türkistan Cumhûriyeti idi.

            Doğu Türkistan, târihin erken dönemlerinden beri Türklerin yurdu olmuş bir bölgedir. Bununla berâber târih boyunca birkaç defâ Çin istilâsına uğramıştır. Son istilâ hareketi ise 1877 yılında gerçekleştirilmiştir. O dönemde küçük çaplı ve daha ziyâde yerel unsurlar hâlinde olsa bile kendi yönetimine sâhib olan Doğu Türkistan, Sultân Abdûlazîz Han döneminde Osmanlı saltanat ve hilâfetine biâd etmişti. Osmanlı yönetimi de, buna karşılık olarak Kaşgar’da hüküm süren Yâkub Beğ’e “emîrü’l Müslîmin” ünvânı vermişti. Ancak Çin yönetiminin başlattığı istilâ hareketi ile berâber 1877 yılında bu devlet yıkılmış ve Doğu Türkistan, Çin yönetimi altına girmişti. Çin ordusu, hemen bir işgâl yönetimi kurmuş ve 11 yıl boyunca Doğu Türkistan’da işgâl yönetimi var olmuştur. Ancak 1888 yılına gelindiğinde Çin, burada bir genel vâlilik oluşturmuş ve bir eyâlet yönetimi meydâna getirmişti. Genel vâliliğin adı ise “yeni sınır” anlamına gelen, Sinkiang olmuştu.

            İşgâle karşı ise Doğu Türkistan istiklâl mücâdelesi, hiçbir zaman hız kesmemiş ve iki defâ başarıya ulaşmıştır. İlk olarak 12 Kasım 1933 târihinde Kaşgar’ın Könci mahallesinde “Gök Bayrak”ın göndere çekilmesiyle Şarkî Türkistan İslâm Cumhûriyeti kuruldu ve cumhurbaşkanlığına Hoca Niyaz Hacı getirildi. Ancak 1934 yılında Sovyet Kızılordusu’nun bu genç cumhuriyete saldırısı ve işgâl hareketi ile berâber bu Türk devleti târihe karıştı.

            Yazımın girişinde belirttiğim söz, dönemin Türkiye Dış İşleri Bakanı olan Tevfik Rüştü Aras’ın Türkiye’den tanınma taleb eden Doğu Türkistan’ın Türkiye temsilcisi Mustafâ Kenüi’ye söylediği sözdür. Türkiye’den tanınma taleb eden ve bunun için Atatürk ile görüşmek isteyen Mustafa Kenüi'yi Tevfik Rüştü Aras, engellediği gibi Kenüi’ye de aklı sıra böyle akıl vermektedir. Henüz 11 yıl evvel İstiklâl Savaşı’nı kazanmış bir ülkenin, dış işleri bakanı… Ayrıca Mustafâ Kenüi’nin görüştüğü birkaç devlet görevlisinden daha benzeri cevâblar almış, bâzıları buna Çin’i de eklemiştir.

            Bununla berâber Doğu Türkistan İstiklâl Savaşı, cumhuriyet ordusunun tamâmen yok olduğu 1937 yılına kadar devâm etmiştir. Ancak cumhûriyet ordusunun yok olması, bir milletin istiklâl savaşını yok etmez. Doğu Türkistan İstiklâl Savaşı, devâm etmiş ve 12 Kasım 1944’de Doğu Türkistan Cumhûriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Bu ikinci cumhûriyetin başına ise Ali Han Töre getirilmişti. Ali Han Töre’nin yaptıklarından rahatsız olan Sovyetler Birliği ve Çin, cumhûrbaşkanını Gulca’daki Sovyet konsolosluğuna görüşme için da’vet etmiş, ancak konsolos binâsında alıkoyup, Sovyetler Birliği’ne kaçırmışlardı. Dünyânın herhangi bir yerinde bu şekilde kaçırılan belki de tek devlet başkanı, Ali Han Töre’dir. Daha sonra onun yerine cumhûrbaşkanı olan Ahmet Cân Kâsımî de, Eylül 1949 yılında bindiği uçağın Sovyetler tarafından düşürülmesiyle öldürüldü. Aralık ayında ise Çin Halk Kurtuluş Ordusu (Çin iç savaşında Mao Zedung tarafından kurulmuş ve hâlâ Çin Halk Cumhûriyeti’nin ordusudur) tarafından Doğu Türkistan’ın işgâli ile berâber ikinci cumhûriyet de târihe karışmıştır.

* * *

            Doğu Türkistan Cumhûriyeti’nin yıkıldığı günden beri bölgede sık sık olaylar yaşanmakta, zaman zaman bu olayların bir isyân ya da bir istiklâl hareketi hâlini aldığı görülmektedir. Bu ise topraklarını kaybeden bir toplumun en doğal hakkıdır. Bununla berâber Çin yönetiminin en küçük olaya bile nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Öldürmeler, mülklere ve mallara el koymalar, âileleri dağıtma, saç ya da sakal kesme, işkence ve daha birçok akla hayâle gelmeyecek cezâ yöntemleri…

            Buna karşılık Doğu Türkistanlı birçok Uygur ve Kazak Türkü, çâreyi göç etmekte bulmuştur. Çoğunluğu Türkiye’ye gelmek zorunda kalmış, bir kısmı ise ABD’ye yerleşmiştir. Doğu Türkistan mes’elesinde, bâzı kişilerin Çin yandaşlığı yapmasında da asıl etken de budur.

            Bilindiği gibi Türkiye, bu konularda genel olarak hep, karşı tarafı kızdırmayalım, düşüncesi ile hareket etmiştir. Bu yüzden de Dünyâ Uygur Kongresi lideri Râbiâ Kadir’e vize vermemiştir. Tabiî olarak aynı durumun Güney Âzerbaycan Türkleri’nden olan ve GAMOH örgütünün lideri Mahmut Ali Çöhreganlı’nın da başına geldiğini söylemek gerekir. Genel olarak Türkiye, dikta yönetimlerinden kaçan muhâlif isimlerin pek barınabileceği bir ülke olamamıştır. Bu durum ise bu kişilerin, ABD ya da başka ülkelerin yolunu tutmasına yol açmıştır.

            Türkiye’de eskiden beri sol hareketlerin içerisinde güçlü bir Maoist damar bulunmaktadır ve bu damarın en önemli temsilcisi ise Aydınlık hareketi ile onun lideri Doğu Perinçek ve başına geçtiği örgüt ve partiler oluşturmuştur. 1969 yılında, yasadışı olarak kurulan Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi adıyla organize olan yapı, hemen ardından yasallaşmış ve Türkiye İşçi Köylü Partisi, Sosyalist Parti, İşçi Partisi ve son olarak da Vatan Partisi’ni çıkarmıştır. Bu arada Türkiye’de Maoist çizginin bir diğer temsilcisi ise İbrâhim Kaypakkaya tarafından kurulan yasadışı Türkiye Komünist Partisi – Marksist Leninist / Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (günümüzde Maoist Komünist Parti / Halk Kurtuluş Ordusu)’dur.

            Aydınlık hareketi olarak bilinen yapının, 80’li ve 90’lı yıllarda Apocu, 28 Şubat ardından ise Kemalist-ulusalcı bir görünüm almasına rağmen bünyesindeki Maoist ya da en azından Çin hâkimiyeti kaybolmamış ve sürmüştür. Öyle ki, bu yapı, günümüzde ulusalcı kanadı, büyük oranda kendi içinde eritmiş ve kendisini Atatürkçü, tam bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist olarak görenler, Çin yandaşı olmakta bir sakınca görmemiştir.

            Türkiye’de Doğu Türkistan mes’elesinde Türkçüler ve bâzı milliyetçi ve İslâmcı grubların dışında en çok yazanlar da bunlardır. Ancak bunlar için Doğu Türkistan mes’elesi, ABD ve genel olarak Batı emperyalizminin Çin’i yok etmek için kullandığı bir konudur ve bölgede kesinlikle herhangi bir sorun yoktur. Bu konuda özellikle en etkili kalemlerinden olan gazeteci Bânu Avar’ın yazdıklarını okumak gerekmektedir. Kendisi Doğu Türkistan konusunda duyarlılık gösterenler için sosyal medyada yer alan sayfalarında şöyle demektedir:

“Türk milliyetçilerini dış Türklere odaklayıp ana vatanı bölme oyunu 1. Dünya Savaşında da sahneye konmuştu.”

“Birileri sahte Türkçülük maskesiyle Amerikan emperyalizminin goygoycusu olacak, samimi Türkçüleri arkasına takıp felç edecek, ‘Uygurların, Güney Azerbaycanlıların hakkı derken kendi ülkesinde yok edilecek, ‘Türküm’ demek yasaklanırken bakacak, yasalardan ‘TÜRK’ sözünün kaldırılması konuşulurken seyirci kalacak, Türkiye’nin bölünmesi için Anayasa hazırlanırken eli kolu bağlı kalacak, ama Uygur, Güney Azerbaycan diye ayağa fırlayacak, Türklük ‘gazı’ da bu yolla alınmış olacaktır.”  

            Doğu Türkistan’daki yaşanan Çin zulmünün gündeme gelmesini ABD oyunu olarak sunan ve böylece Çin’i aklamaya çalışan bu yapının doğruyu söylemediği ise ortadadır. Zîrâ ABD ile Çin arasında çok güçlü bir ekonomik işbirliği vardır. Ekonomisi tamâmen ihrâcata dayanan Çin’in ABD’ye yönelik ihrâcatı, CIA verilerine göre 2014 yılında %16,9 olmuştur. Yıllık 2,343 trilyon dolar ihrâcat yapan Çin’in ABD’ye yılda yaklaşık 400 milyar dolar ihrâcat yaptığını söyleyebiliriz. Avrupa Birliği, Japonya, Avustralya, Kanada gibi Batılı emperyalistler olarak nitelenen ülke ve birlikler de eklendiğinde, rakam yarı yarıya olmaktadır. [2] [3]

            Bu rakamlara baktığımızda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, ne ABD’nin ne de Batı’nın Çin’i yok etmek ya da parçalamak gibi bir düşüncesi yoktur. Üstelik olsa bile bunun yolu, Doğu Türkistan’da yaşananlara dâir gündem yaratmak değil, doğrudan Çin’in ihrâcatına zarar vermekten geçer. ABD Kongresi’nin destek aldığı bilinen Dünyâ Uygur Kongresi’nin almış olduğu yardım, bu mes’eleyi ABD’nin yörüngesine sokmayacağı gibi, öz olarak bakıldığında İstiklâl Savaşı yıllarında yaşanan Türk-Sovyet ilişkisine benzetebiliriz. Nasıl ki, İstiklâl Savaşı yıllarındaki Sovyet desteği, Türkiye’yi Sovyet yörüngesine sokmadıysa, varlığı en düşük seviyede olan Amerikan siyâsî desteği de Doğu Türkistan’ı ABD yörüngesine sokmayacaktır.

      Kendilerine bilimsel sosyalist diyen ve Karl Marks’ın izinden gittiğini söyleyenlerin, Marksizm’in “her olayın temelinin ekonomiye dayandığı” ilkesini unuttuklarını görmek ise gerçekten ibret verici bir hakikattir.

            * * *

            Doğu Türkistan mes’elesi, bizler için farklı bir ülkede yaşanan bir olay değildir. Tûrancılık, bütün dünyâ Türklüğünü, tek millet olarak görmek ve dağınık hâlde bulunan bu milleti birleştirmek ülküsüdür. Dolayısıyla bizim için Doğu Türkistan mes’elesi, bir kardeş ülkenin ya da milletin değil, bizzât bizim sorunumuzdur. Bizim için Ankara, İstanbul, Astana, Ürümçi, Ötüken, Lefkoşa, Bâkû ve Kırım aynıdır. Dolayısıyla Türkçüler, Doğu Türkistan mes’elesinde gönülden hareket ederler.

            Birileri Doğu Türkistan’da yaşanan katliâmların üzerini birkaç sahte fotoğraf üzerinden örtmeye kalksa da, birileri Doğu Türkistan’da yaşanan katliâmların üzerini birkaç aptalca olay üzerinden örtmeye kalksa da, bunu başaramayacaklar ve binlerce yıllık Türk yurdu, yeniden istiklâline kavuşacaktır. Yaşananlar göstermiştir ki, Tûrancılık dışındaki bütün millîyetçi akımlar sakattır ve yok olmaya mahkûmdur.

KUTLU ALTAY KOCAOVA

07.07.2015




[1] http://www.hurgokbayrak.com/yeni_sayfa_150.htm
[2] https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/ch.html
[3] http://english.mofcom.gov.cn/article/zt_chinastatistics2014/news/201501/20150100862375.shtml