sistem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sistem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Eylül 2017 Cumartesi

TÜRKİYE EĞİTİMİNİN SORUNLARI 3 - Dînîleşme

         

            Türkiye, her ne kadar anayasasına göre laik bir ülke olsa da, yaşanan uygulamalar eğitim alanında laikliği geri plana atmakta ve git gide dîne dayalı bir anlayışı hâkim kılmaktadır. Zorunlu olarak okutulan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin yanına eklenen üç seçmeli dîn dersi, okulların çoğunluğunun imâm hâtib okullarına dönüştürülmesi, bilimsel derslerin müfredâtının dînî inançlara göre oluşturulması ve Diyânet İşleri Başkanlığı’na okul açma yetkisinin verilmesi…

            Sorunun boyutunu göstermek bakımından kurumsal dînî eğitimden, dîn eğitimi dışındaki dînî etkiye doğru gideceğim. Öncelikle Diyânet İşleri Başkanlığı’na açtığı okula ve diğer eğitim kurumlarına bakalım.

            5 Ekim 2016 târihinde TC Diyânet İşleri Başkanlığı ile başkanlığa bağlı Türkiye Diyânet Vakfı’nın ortaklaşa projesi olan Reyyan Anaokulu’nun açılışı yapıldı[1]. Konu ile ilgili haber yazısında, 3-6 yaş grubu çocuklara, başta Kur’ân-ı Kerim eğitimi olmak üzere birçok alanda eğitim verileceği belirtilmektedir. Ayrıca yine Diyânet İşleri Başkanlığı, 4-6 yaş grubu için “Kur’ân Kursları” düzenlemektedir[2].

            Öncelikle hem MEB’nin mevcûd ana okulu müfredâtına göre, hem de eğitimbilimcilerin ortaya koyduğu ilkelere göre okul öncesindeki çocuklara okuma-yazma eğitiminin verilmemesi gerekir. Bunun belli başlı sebebleri vardır[3] [4] [5]. Buna göre çocuğun ilkokula başladığında okuldan sıkılması, arkadaşlarından ileride olmanın getirdiği tepeden bakma ya da arkadaş edinememe, sorumluluk bilincinin oluşmaması, çocuğun yazmaktan kaçınması, öğretmeni ayrı bir çalışma planı yapmaya zorlama gibi durumlardan dolayı okuma-yazma eğitimi için ilkokulu beklemek gerekli görülmektedir. Okul öncesi eğitiminde yapılması gereken, sâdece ilkokula ve okuma-yazmaya eğitimine hazırlıktır.

            Eğitim bilimleri açısından durum böyleyken, devlete bağlı bir kurum olan Diyânet İşleri Başkanlığı, 3-6 yaş arasındaki çocuklar için Kur’ân-ı Kerîm eğitimi vereceğini söylemekte ve bir yıldır da vermektedir. Yine 4-6 yaş grubundaki çocuklar için de Kur’ân-ı Kerîm eğitimi verilmektedir. Bununla berâber buradaki sorunlardan biri de bu yaş grubundaki çocuklara, Arab alfabesiyle okuma-yazma öğretildiği gerçeğidir. Diyânet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı “Kur’an Kursları Etkinlik Kitabı 2 – 4-6 Yaş Grubu” adlı kitâbın, “Kitabımı Tanıyorum” kısmında Arab harfleriyle Allah, Muhammed ve İkrâ yazmaktadır[6]. Aynı kitâbın devâmında da “Beni Tanı Oyunu” başlığında Fâtihâ Sûresi’nin adı verilmeden Arabça hâli verilmekte ve ne olduğunu tanınması istenmektedir[7].

            Şu ân kullanmakta olduğumuz Lâtin alfabesiyle okuma yazma öğrenmek bile söz konusu yaş grubu için doğru değilken ve ilkokul dönemine dâir sorunlar taşımaktayken, bir devlet kurumunun bunu göz ardı edip, üstelik farklı bir alfâbeyi öğretmesinin, eğitimbilimsel açıdan, hiçbir açıklaması yoktur. Ayrıca yine bütün eğitimbilimcilerin üzerinde mutâbık oldukları konu, sezgisel düşünme ve öğrenme aşamasında olan bu çocukların dîn, âhiret, tanrı gibi soyut kavramları algılamasının mümkün olmadığı gerçeğidir. Ünlü İsviçreli psikolog Piaget’ye göre 4-6 yaş arası çocuğun “sezgisel dönem”idir ve bu dönemde çocuk, mantık kuralları yerine sezgileriyle düşünürler ve problemleri de mantıkları yerine sezgileriyle çözmeye çalışırlar[8]. Söz konusu dönem çocuklarının ahlâkı[9], kendilerinin istedikleri şeylerden ibâret görmeleri gerçeği ortadayken, ideolojik sebeblerle inanç kurallarını dayatıp, öğretmeye çalışmak, tam anlamıyla fâciâdır. Bir de üstüne üstlük Arab yazısı gibi sağdan sola yazmaya ve okumaya alışan çocukların, ilkokulda soldan sağa yazılan Lâtin yazısını öğrenmeye çalışırken, neler yaşayacağını, nasıl travmalar geçireceğinin göz önünde bulundurulmaması da, ayrı bir fâciâdır.

            Bunun yanında resmî kimliği olmasa da, dînî eğitim verilen birçok anaokulu bulunmaktadır. Maâlesef, bunlar kendilerine “sıbyan mektebi” adını vermekte ve kontrol dışında, hiçbir eğitimbilimsel birikimi olmayan kişiler tarafından çocuklar, eğitime tâbi tutulmaktadır.

            Bunun dışında MEB tarafında birçok okul, imâm hatib okullarına (lise ve ortaokul) çevrilmiş, yeni yapılan okulların çoğu imâm hatib okulu olarak yapılmış ve el konulan okulların tamâmı imâm hatib okullarına dönüştürülmüştür. 2002-2003 eğitim-öğretim senesinde Türkiye genelinde 450 imâm hatib lisesi varken, 2016-2017 senesinde 1408’de yükselmiştir[10] [11]. Sâdece bir yılda 259 adet artış yaşanmıştır. Ayrıca ortaokul seviyesinde de liselerin bünyesinde olmayan 2367 adet imâm hatib ortaokulu açılmıştır. Buna göre ortaokul ve lise seviyesinde dînî eğitim veren, toplam 3775 okul bulunmaktadır. Bu okulların ortaokul kısmında ise 657020 öğrenci, lise kısmında ise 634406 öğrenci okumaktadır. Toplamda 1 291 426 öğrenci, bu okullarda okumaktadır. Buna göre liselerde okuyan 5 513 731[12] öğrencinin 634406 kadarı, yâni %11,5’i imâm hâtib liselerinde okumaktadır. Ortaokullarda okuyan 5 519 688 öğrencinin de 657020 kadarı, yâni %11,90’ı imâm hâtib ortaokullarında eğitim görmektedir.

            Bunların dışında bir de zorunlu “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersi bulunmaktadır. 1948 yılında Türkiye’de seçmeli olarak dîn dersi verilmeye başlanmış ve 1982’ye kadar bu şekilde devâm etmiştir. Laik bir ülke açısından vatandaşlarına inancın öğretilmesi noktasında bu elbette doğal ve olması gereken bir durumdur. Bununla birlikte 1982 yılına gelindiğinde ise anayasaya eklenen bir madde ile zorunlu bir hâle getirilmiştir. Bu konuda anayasanın 24. maddesinde konuyla ilgili kısım, şu şekildedir[13]:

“Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta-öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.”

Bir dersin zorunlu olup olmamasını anayasa maddesi ile düzenlemek, oldukça ilginç bir durumdur. Laik bir ülkenin vatandaşlarına, herhangi bir dîni öğrenmeye zorlamasının açıklaması olamaz. Elbette ülkenin çoğunun inandığı bir dîni tanımak için seçmeli olarak okutulmalıdır ama ancak azınlık mensûbu olanlara, bu dersi görmeyebilirsin, demek laiklik ile çelişen bir durumdur. Kaldı ki, özellikle Alevî İslâm inançlı birçok Türk, gerek Türkiye mahkemelerine, gerekse de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurularda bulunmuşlardır. Türkiye mahkemelerinde bir sonuç alamasalar da, AİHM’de genellikle zorunlu dîn derslerine karşı kararlar verilmiştir[14].

Bununla birlikte 4+4+4 olarak bilinen “kesintili zorunlu eğitim” sisteminin kabulü ile berâber seçmeli olarak üç yeni dîn dersi verilmeye başlanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim, Peygâmberimizin Hayâtı ve Temel Dînî Bilgiler adı altında seçmeli dersler de verilmeye başlanılmıştır.

Bunların dışında özellikle son dönemde bilimsel konularda ve alanlarda, dînî referanslarla hareket etmek, özellikle biyoloji derslerine dînî kaynaklarla ele almak ve özellikle evrim karşıtı bâzı dînî grupların, okullarda “bilim eğitimi” adı altında bilim karşıtı çalışmalar yapması, maâlesef oldukça yaygınlaştı. Son dönemdeki müfredat değişikliği ile evrim gerçeğinin biyoloji ders müfredatından çıkarılması, fen bilgisi derslerinde kesinlikle söz edilmemesi, evrimden söz eden öğretmenlerin soruşturma gibi sorunlarla yüz yüze bırakılması, eğitimin dînîleşmesinin ciddî bir göstergesidir. Hükûmete oldukça yakın olan Eğitim Bir Sen’in hazırladığı müfredât raporunda[15] Atatürkçülük konularının kaldırılması, Atatürk’ün bir târihî karakter gibi öğretilmesi, TC İnkılâp Târihi ve Atatürkçülük dersinin kaldırılması, buna gerekçe olarak ise toplumun dînî hassasiyetlerine uygun olmaması gibi durumlar, aslında bütün gerçeği ortaya koymaktadır.

Son olarak ilgili sendikanın müfredât raporunda yer alan bir paragraf, aslında bütün gerçeği, olduğu gibi ortaya koymaktadır ve bu gerçek, Türk eğitimi açısından tam bir felâket doğuracaktır.

“Bununla birlikte, seçmeli din ve değerler eğitimi dersleri ise, velilerin ve öğrencilerin talepleri göz önüne alınarak İslam dinini sevdirmeyi ve benimsetmeyi esas alan ve gerektiğinde uygulamaya da yer verecek şekilde yapılandırılmalıdır.”[16]

Öğrencilerine bir dînî benimsetmeye esâs alan eğitim…

Kutlu Altay KOCAOVA

18 Ağustos 2017





[1] Türkiye Diyanet Vakfı, Haberler / Reyyan Anaokulu Diyanet kampüsünde eğitim hayatına başladı… https://www.diyanetvakfi.org.tr/tr-TR/site/haberler/reyyan-anaokulu-diyanet-kampusunde-egitim-hayatina-basladi--1986 (Erişim târihi: 17.08.2017)
[2] Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Hizmetleri Genel Müdürlüğü, 4-6 Yaş Grubu Kur'an Kursları
[3] Okula Başlamadan Önce Çocuklara Okuma Yazma Öğretmek Doğru mu?, http://www.egitimsaglik.com/2013/10/okula-baslamadan-once-cocuklara-okuma.html (Erişim târihi: 17.08.2017)
[4] Başar, Murat, "Okuma Yazma Öğrenerek İlkokula Başlayan Çocukların Karşılaştıkları Sorunların Değerlendirilmesi", EKEV Akademi Dergisi, y.1, s.1, ss.281, Yaz 2013
[5] Çelenk, Süleyman, "İlkokuma-Yazma Öğretiminde Kuluçka Dönemi", Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, y.2003, c.36, s.1-2, Ankara
[6] Kur'an Kursları Etkinlik Kitabı 2, s.73, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara, 2015
[7] a.g.e., s.76
[8] Pedagoji Derneği, Çocuğun Bilişsel (Zihinsel) Gelişimi - Piaget, http://www.pedagojidernegia.com/upload/editor/2016031804436-0.pdf (Erişim târihi: 17.08.2017)
[9] Wright, Derek; Croxen, Mary (çev.Öngen, Demet), "Ahlak Yargısının Gelişimi", Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, c.22, s.1, Ankara, 1989
[10] Eğitim Sen, 2016-2017 Örgün Eğitim İstatistikleri: Eğitimde Yaşanan Çöküşün Temel Göstergeleri, s.6, 4 Nisan 2017, Ankara
[11] T.C. Millî Eğitim Bakanlığı, Millî Eğitim İstatistikleri, Örgün Eğitim (1. Dönem), 2016/'17, s.148, Ankara, 2017
[12] a.g.e., s.122
[13] TBMM, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Kanun No.:2709, Kabul Tarihi: 7.11.1982 https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa82.htm (Erişim târihi: 18.08.2017)
[14] Kap, Derya, "Türkiye'de Zorunlu Din Dersi Uygulaması", Akademik Perspektif http://www.ikv.org.tr/images/files/58-61%20AKADEMIK%20PERSPEKTIF%20KASIM%202014_58-61%20(1).pdf (Erişim târihi: 18.08.2017)
[15] Eğitimciler Birliği Sendikası, “Gecikmiş Bir Reform Müfredatın Demokratikleşmesi”,  Ankara, Ocak 2017
[16] a.g.e., s.17

15 Aralık 2016 Perşembe

TÜRKİYE EĞİTİMİNİN SORUNLARI 2 - Özelleşme



           Türkiye eğitim yapısının önemli sorunlarından biri de, eğitimin özelleşmesidir. Yâni devletin, vatandaşına sağlamakla yükümlü olduğu eğitim hizmetinin paralı bir yapı hâlini alması, bir nevî ticârete dönüşmesidir.  

            Eğitimde tamâmen parasız, devlet eğitimini savunmak durumundayız. Zîrâ sağlıklı bir millet yapısı için devletin belli hizmetlerini, ancak devletin yapması gerekir. Bunlar eğitim, sağlık ve güvenliktir. Bu alanlarda devletin yetki devri yapması yanlış olmakla berâber ciddî sıkıntıları da berâberinde getirmektedir.

            Türkiye’de eskiden beri oldukça fazla sayıda özel öğretim kurumu bulunmaktadır. Bu eğitim kurumlarının bir kısmını yabancı okullar oluştururken, bir kısmını da yerli okullar oluşturmaktadır. Ancak son dönemde özel okulların sayısında inanılmaz bir artış yaşanmaktadır. İşte bu durumun yarattığı sorunları, hem millî, hem de bireysel temelde ortaya koyacağız ve buna dâir aslında çok basit olan çözüm yollarını da sunacağız.

            Son üç yıla dâir eğitim istatistiklerine bakıldığında Türkiye’de özel okulların sayısını ve bu sayıdaki artışı görebiliriz. 2013-2014 eğitim-öğretim yılında örgün eğitim veren 7 403 özel okul (anaokulu, ilkokul, ortaokul, lise) bulunmakta ve bu okullarda ise toplamda 698 912 öğrenci okumaktadır[1]. 2014-2015 eğitim-öğretim yılına gelindiğinde ise özel okul sayısının 8291’e, öğrenci sayısının ise 823 515’e yükselmiş ulaştığını görüyoruz[2]. 2015-2016 eğitim-öğretim yılında ise özel okul sayısı 9 581’e, öğrenci sayısı ise 896 320’e yükselmiştir[3]. Bu istatistikî veriler, bize son üç yıl içerisinde özel okul sayısındaki artışın 2 178 olduğunu göstermektedir. Doğal olarak öğrenci sayısında da 200 000’e yakın bir artış göze çarpmaktadır. Bununla birlikte 2013-2014 eğitim-öğretim yılında toplam 56 506 okul bulunmaktadır. Buna göre toplamdaki okulun %13,10’unu özel okullar karşılamış oluyor. 2015-2016 eğitim-öğretim yılında ise var olan toplam 54 415 okulun, %17,60’ını özel okullardan oluştuğunu görüyoruz. Yâni neredeyse her beş okuldan birini özel okullar oluşturmaktadır. Bu istatistikler, sıkıcı olabilir. Ancak mes’eleyi anlayabilmek için elimizde veri olarak bulunması önemlidir.

            Bu artışın sebebleri arasında elbette dershânelerin kapanması sürecinde, özel okullara dönüşmeleri ve bu özel okulların öğrenci başına devletten aldıkları desteğin payını da unutmamak gerekir. Millî Eğitim Bakanlığı’nın 11 Eylül 2015 târihli basın açıklamasında[4], bu konuda 230 000 öğrenciye özel okul desteğinin verildiği bilgisi yer almaktadır. Tabiî olarak, bu destek, aynı zamanda özel okullara verilen destektir. Zîrâ bu destek, özel okullara kayıt desteğidir ki, sonuçta ulaştığı yer bu okullardır. Yâni bakanlık eliyle, özel okullara öğrenci verilmekte ve para kazanmaları sağlanmaktadır. Yapılan yardım anaokullarında öğrenci başına 2 680 TL, ilkokullarda 3 220 TL, ortaokullar ve liselerde 3 750 TL ve temel liselerde ise 3 220 TL’dir. Basın açıklamasında yer alan rakamlar üzerinden bir hesaplama yapıldığında 787 100 000 TL tutarında bir para, devlet tarafından özel okullar için verilmiştir. Elbette bu paranın devletin kendi okullarında bir yıl için kullanılması durumunda, nasıl fayda sağlayacağını söylemeye bile gerek yok. 

            Görüldüğü üzere özelleşmenin Türkiye eğitimi üzerindeki sonuçlar ortadadır. Özel okullara verilen devlet desteğinin, devletin kendi okullarına verilmesi durumunda okulların maddî kalitesinin nasıl yükseleceğini söylemeye bile gerek yok. Ancak devletin kendi okullarına çok küçük çaplı destek verirken, zâten büyük çapta para kazanmakta olan özel okullara verdiği büyük çaplı desteğin açıklaması olamaz.

            Eğitimde özelleşme, eğitimin ticârîleşmesi, bir nevî alış-verişe dönüşmesidir. Bu durumda ise ortada bir eğitimden söz edilemez. Olan şey, bilgi ve buna bağlı olarak diploma ile sâhib olunan etiketlerin alınıp, satılmasıdır. Peki, bu durumda nasıl bir eğitimden söz edilebilir? Elbette profesyonel bir bakışla, kişiye gerekli bilgiler aktarılabilir ama ahlâkî değerlerin aktarılması, ne derece mümkündür. Eğitimi parasal bir kaynak olarak gören bir kişi ya da kurum, bir çocuğa ya da gence her şeyin ekonomik olmadığını nasıl aktarabilir? Bu ne derece samîmî olabilir? Ayrıca Türkiye’nin birçok okulu, ekonomik sıkıntılarla boğuşurken, öğrenciler malzeme yetersizliğinde, eğitim vermeye çalışırken, böyle bir görüntü, Türkler arasında devlete güven ya da adâlet noktasında nasıl bir sonuç yaratabilir?

            Bunun dışında dershânelerin kapatılması üzerine özel okula dönüştürülen ve temel lise adını alan okullara bakmak gerekmektedir. Bu okullar, görünüş olarak okuldan ziyâde bir iş merkezine benzemekle birlikte zihniyet bakımından da, basit bir ticâret yeri gibi durmaktadır. Bu okullarda okuyan birçok öğrencimle yaptığım görüşmelerde, bana söyledikleri ortak nokta, sâdece üniversite giriş sınavlarında yer alan derslerin verildiğidir. Yâni ergenlik ve gençlik dönemini yaşayan gençler, dört yıl boyunca spor ve san’at derslerinden mahrûm kalmaktadır. Gerçi, okulların fizikî durumları da, bu dersler açısından uygun değildir. Ancak gençlik döneminde spor ve san’at eğitiminin önemi ortadayken, bunları vermemek, mahrûm bırakmak kadar büyük bir rezâlet olabilir mi? Bu durumda, şöyle bir soru daha karşımıza çıkmaktadır: Peki, bu derslerin notları, nasıl veriliyor? Görüştüğüm öğrencilerim, notlarının bu okullar tarafından en yüksek not (100) olacak şekilde verildiğini söylüyor. Bunun bir istisnâsı var mıdır, onu bilemem. Aslında sahtekârlık yapılıyor. Elbette âileler, bundan bir rahatsızlık duymuyor. Ancak böyle bir durumda, nasıl bir eğitimden söz edebiliriz ki? Yâni bireysel çıkarlar için sahtekârlık yapan okullar, ahlâkî eğitimi nasıl verebilir? Elbette, kendilerinin böyle bir kaygısı olmadığı ortadadır ama ahlâkî değerlerin verilmesi gibi bir kaygı taşımayan eğitim kurumlarının yetiştirdiği gençlerden oluşan bir toplumdan ne bekleyebiliriz?

            Tabiî, bir de yabancı okullar mes’elesi var. Bilindiği üzere bu okullar, Osmanlı devrinde beri oldukça faâl olan eğitim kurumları. Özellikleri ise bağlı bulundukları ülkenin anlayışına göre eğitim vermeleri. Bu okulların Osmanlı dönemindeki faâliyetleri konusunda Nejdet Sevinç Hoca’nın kaleme aldığı ve Milenyum Yayınları’ndan çıkan “Osmanlıdan Günümüze Misyoner Faaliyetleri” adlı eseri tavsîye ederim. Genel olarak Osmanlı’nın son dönemlerinde yıkıcı ve terörist azınlık faâliyetlerinin yürütüldüğü bu okullar, aynı zamanda bir Hristiyan misyoner merkezi idi. Elbette Atatürk döneminde, Atsız Hoca’nın kullandığı tâbirle “yaratılan Türklük fırtınası”, bu okullarda da etkisini göstermişti. Tevhîd-i Tedrîsât Kânunu ve Ecnebî Mektebler Kararnâmesi ile bu okullara dâir sorunlar çözülmüş ve bir kısmı varlıklarını bu şekilde sürdürmüştü. Ancak yine de yabancı bir ülkenin zihniyeti ile yetişen insanların, o ülkenin zihniyetine bağlı kalmasını engellemek zordur. Elbette, bunun istisnâsı olan insanlar vardır ama kabûl etmek gerekir ki, bunlar azınlıktadır. Geçmişte Alman ve Avusturya okullarından okuyanların çoğu genelde bir Alman gibi düşünmekte, Fransız okullarında okuyanların çoğu ise bir Fransız gibi düşünmektedir. En azından ciddî bir hayranlık duymaktadır.

            Özel okulların, geçmişte de var olduğunu söyledik. Ancak yine de köklü ve kaliteli devlet okullarına bakıldığında, âilesinin ekonomik durumu çok iyi olan öğrenciler görülebilmekteydi. Günümüzde bunun çok daha fazla azalmış olduğunu görüyoruz. Bu ise öğrencilerin, arasında sınıfsal farklılıkları kuvvetlendirmekte, millet yapısına da zarar vermektedir. Yâni özel okulların, zengin çocukların; devlet okullarının ise yoksul ve orta hâlli çocukların gittiği okullar görünümü kazanması, bir milletin geleceği açısından çok kötüdür.

            Bu satırları okuyan ve hâl-i hazırda ya da geçmişte özel okulda okumuş olanların bir kısmı, yazdıklarımı yadırgayabilir. Ancak burada bir genelleme yapılmamakta, ancak çoğunluk üzerinden hareket edilmektedir ve elbette, her konunun istisnâları ya da farklıları bulunmaktadır.

            Peki, eğitimde özelleşme sorununun çözümü nedir? Aslında bu uzun soluklu ya da karmaşık bir çözüm süreci değildir. Yapılacak olan iş, basittir. Devlet tarafından özel kurumlara verilen desteği kesmek ve bu desteğin tamâmını devlet okullarına aktarmak. Ayrıca devlet okullarının kalitesini arttırarak, onları teşvîk etmek. Yeni özel okulların açılmasının önüne engeller çıkarmak ve zaman içerisinde bu kurumları, olabilecek en az sayıya indirerek, en sonunda tamâmen ortadan kalkmalarına yol açmak.

            Eğitim, bir ticâret işi değildir. Yâni serbest piyasa ekonomisinin bir parçası olarak görülemez. Dolayısıyla özel okulların varlığını, ekonomik bir girişim olarak açıklamak bile Türk eğitiminin özelleşmesinin ne denli tehlîkeli olduğunu göstermektedir. Tamâmen devlete âid olan ücretsiz kurumlardan oluşan bir eğitim sisteminde, farklı dînî ve siyâsî gruplar ile yabancı devletlerin insan yetiştirmesinin önü alınmış olur. Ama en önemlisi, millet içerisindeki ekonomik temelli ayrışmanın önü alınmış olur ve farklı ekonomik yapılara sâhib öğrenciler, birbirlerini tanımış olurlar. Bunun temel eğitim seviyesinde olması çok önemlidir. Bu bir ülkenin temelidir...

20.07.2016

KUTLU ALTAY KOCAOVA



[1] Millî Eğitim İstatistikleri, Örgün Eğitim, National Education Statistics, Formal Education, 2013/'14, s.37, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 
[2] Millî Eğitim İstatistikleri, Örgün Eğitim, National Education Statistics, Formal Education, 2014/'15, s.37, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 
[3] 2015-2016 Eğitim-Öğretim İstatistikleri: Eğitimde Ticarileşme Ve Dinselleşmenin Temel Göstergeleri, Eğitim-Sen (http://egitimsen.org.tr/wp-content/uploads/2016/03/E%C4%9Fitimde-Temel-G%C3%B6stergeler-enson.pdf) (Erişim târihi: 19.07.2016)

8 Aralık 2016 Perşembe

TÜRKİYE EĞİTİMİNİN SORUNLARI 1




            Türkiye eğitiminin sorunları, ne yazık ki, bir türlü çözülemeyen ve çözüm diye sunulan şeylerin yeni sorunlar yarattığı ve bir nevî kartopu gibi sürekli büyüdüğü sorunlardır. Bunlara sayısız örnek verilebilir. Gençlerin geleceksizliği, eğitimin özelleşmesi, dînîleşmesi, bilim karşıtı faâliyetler, ahlâkî çöküntü, yabancılaşma, san’at ve sporun dışlanması, öğretmen seçimindeki sıkıntılar, millîliğin yok olması, vd... Elbette bu liste uzatılabilir. Ben de buna göre tek tek bu sorunları inceleyeceğim ve nasıl çözüleceğine dâir fikirlerimi paylaşacağım. 

·         Geleceksizlik

         Geleceksizlik... Yâni insanların, kendi geleceklerini kadere bırakması, bu konuda düşünmekten, kafa yormaktan, çalışmaktan ve program yapmaktan vazgeçmesi. Yâni en önemli umut etmekten vazgeçmesi... Peki, bu duruma nasıl gelirler?

            Türkiye eğitimi, uzun yıllardır, sınav odaklı bir eğitim sistemine sâhibdir. Her ne kadar sık sık sistemler değişse de, farklı farklı programlar uygulamaya konsa da, sınav odaklı eğitim yapısının değişmediği görülmektedir. Bu ise çocukların ve gençlerin kaderini sınavlara devretmektedir.

            Her ne kadar bu konuda sağlıklı bir istatistik bulunmasa da, bir öğretmen olarak, öğrencilerin büyük kısmının, yapmak istedikleri mesleği sınavlarda alacakları puanlara göre belirlemek istediklerini söyleyebilirim. Oysa meslek seçiminde iki etken yer alır. Birincisi, yetenek; ikincisi ise ilgidir. Dolayısıyla sınavda belli derslerden aldığı puana göre meslek seçimi yapıldığında, bu berâberinde meslekî mutsuzluk, başarısızlık gibi sonuçları da getirecektir. Şimdiki sorumuz ise şu: Bu durum, nasıl oluştu?

            Türkiye’de özellikle üniversite giriş sınavları, en bilinen ve kanıksanan sınavlardır. Elbette, bunun alternatifinin ne olabileceği tartışılır ama bununla birlikte sınavları, Türk çocuklarının ve gençliğinin hayâtlarının merkezine koyan ve âileleri, eğitim yerine sınav başarılarına yönlendiren belli noktalar var. Onlardan söz etmek gerekiyor.

        Millî Eğitim Bakanlığı, Kasım 2007’de 2602 sayılı Ortaöğretim Kurumlarına Geçiş Yönergesi[1] ile berâber liseye girişler için yeni bir sınav sistemini ortaya koymuştur. Seviye Belirleme Sınavı adı verilen bu sınavın, diğerlerinden farkı, 6. ve 7. sınıflarında bu sınava girecek olmasıydı. Bunun dışında diğer sınavlarda soru çıkan dersler, bu sınavda da aynıydı.

         SBS ile berâber 6. sınıf öğrencilerinin sınavlara girecek olmasıyla berâber çocuklarda ve âilelerde sınav kaygısı, 5. ve hattâ 4. sınıflara kadar düştü. Bunun anlamı nedir? Bu, KPSS’yi de eklediğimizde, 9-25 yaş arasında olan ve öğretim hayâtını devâm ettiren herkesin, bu işten muzdârib olması demektir.

              Sınav merkezli hâle gelmiş bir öğrenci için yeteneklerini geliştirmek ya da farklı alanlara ilgi duymanın bir anlamı yoktur ya da sınavda işine yaramayacak bir kitâb okumanın, oyun oynamanın önemi yoktur. Bu konuda âileler de çok yanlış tavırlar sergilemektedir. Tek amacı, çocuk başarısı üzerinden reklam yapmak olan dershânelere (şimdiki adıyla etüd ve kurs merkezleri), çocuklarını yem etmektedirler.

            MEB, 2010 yılında kaldırdığı SBS ile ilgili hazırladığı raporda, bu sınava dâir şu eleştirileri getirmektedir:[2]

“- SBS sistemi dershaneye devam yaşını düşürmüş ve dershaneye devam oranlarını yükseltmiştir.
- SBS sistemi öğrencilerde sınav kaygısı düzeyini artırmaktadır.
- SBS sistemi öğrenciler üzerindeki aile ve çevre baskısını artırmaktadır.
- SBS, süreç odaklı olmaktan çok sınav odaklı bir sistemin ürünü olarak görülmektedir.”

          Üç yıl boyunca uygulanan ve milyonlarca öğrencinin mağdûr edildiği bir sistemin, sistemin yaratıcıları tarafından eleştirilmesinin tûhaflığının yanında bu sistemin sonuçlarının hâlâ devâm ettiğini görmek gerekiyor. SBS adı verilen bu sınavın yarattığı sıkıntılar, artık kanıksanmış üniversite ya da me’mûr seçme sınavları gibi değildir. Zîrâ 9-10 yaşından îtibâren bu korku ve kaygı ile yaşamaya başlayan bir çocuk ile 16-17 yaşından îtibâren bunu yaşamaya başlayan gencin durumu aynı olamaz. Bu sınav, 2010 yılında kaldırılmış olmasına ve yerine gelen TEOG sınav sisteminin, nisbeten daha olumlu olmasına rağmen, çocuğu 6. sınıfa giden birçok velî, hâlâ, kapatılmış olmalarına rağmen, dershâne kapılarında dolaşmaktadır. Bu konuda 14 yaşında, 8. sınıf öğrencisi olan bir öğrencimle yaşadığım şu diyalog, sorunun boyutlarını ortaya koyma noktasında ibret vericidir:

            “-   Kızım, sürekli uyukluyorsun. Uyumuyor musun?
-          Öğretmenim, gece birde yatabiliyorum.
-          İyi de kızım, sabah yedide ders başlıyor. Geç değil mi?
-          Öğretmenim, eve gece on ikide geliyorum. Anca uyuyabiliyorum.
-          Nasıl yâni? Gece on iki derken...
-          Öğretmenim, dershânedeyim. (Burada ünlü bir dershânenin adını veriyor.)
-          O, sa’âte kadar!
-         Öğretmenim, ben, okuldan sonra iki gibi dershâneye gidiyorum. Beşe kadar sürüyor. Sonra etütler ve ders çalışma başlıyor. Akşam on bire kadar sürüyor. Babam almaya geliyor.
-          Bu insanlık dışı... Hepinize böyle olamaz. İlk kez duyuyorum.
-          Öğretmenim, biz özelmişiz. O yüzden böyle yapıyorlar.”

Sonrasında bu öğrencimin âilesiyle de görüştüm ama pek sonuç aldığımı söyleyemem. Ancak ömrünün en güzel günleri, bir sınavın peşinde sürüklenen bir gencin geleceği ya da kişiliği adına, pek umutlu olmamak gerektiğini söyleyebilirim.

Bu noktada dershânelerin, doğru ve gerekli bir adım olarak kapatılmasından sonra, yerlerine açılan ve adına “temel liseler” ya da “temel ortaokullar” denilen okullardan da kısaca söz etmek gerekir. Kısaca söz edeceğim, zîrâ ileriki yazılarımda bu okullar ile ilgili geniş çaplı bilgi vereceğim.

Eğitimde özelleşme sıkıntısının yanında bu temel okullarla ilgili en önemli sıkıntının kısaca, yine sınav merkezli olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda hüküm verebilecek kadar çok öğrenci ile konuştuğum için söyleyebilirim ki, bu okullarda sâdece sınavlarda soru çıkan dersler verilmekte ve spor ile san’at dersleri verilmemektedir. Bu da buraya giden öğrenciler için sınav merkezli yaşam tarzını daha fazla dayatmaktadır.

Okullar, öğretimden daha fazla eğitim yeridir. Ancak ne yazık ki, değerler eğitimi denilen göstermelik hareketler olsa da, eğitim geride tutulmaktadır. Bu ise okulların, ahlâkî ve millî değerlerin öğretildiği yerler olmaktan çıkmasına neden olmaktadır.

Bilmemiz gerekir ki, geleceksizlik hastalığına yakalanan bireyler için olan ve olacakların hiçbir önemi yoktur. Zîrâ yaşananlar, onlar için bir anlam ifâde etmeyecektir. Onlar için şans oyunlarında, yarışmalarda, siyâsî partilerde gelecek aranır. Bütün ahlâkî değerler anlamsızlaşır ve toplum zamanla dağılma belirtileri gösterir. 

Peki, buna karşı ne yapılabilir? Öncelikle öğrencilerin, sınav merkezli bir yaşam oluşturmalarının önüne geçmek için TEOG ile atılan olumlu adımların, okullar aracılığıyla âilelere iletilmesi sağlanmalıdır. Bu sistem ile eski dershâne anlayışının getirdiği sıkıntılara gerek olmadığı vurgulanmalıdır. Bakanlık, ayrıca bu konuda görsel ve yazılı basın ile sosyal medya ve interneti de kullanmalıdır. Ayrıca özellikle sözel derslerde, kitâb okumanın teşvîki açısından ödüllendirme yapılmalıdır. Bu konuda not ile ödüllendirme, çok daha etkili olacaktır. Ayrıca öğrencilerin yetenekli olduğu alanlar, erken yaşlarda tesbît edilip, buna uygun bir eğitim periyodu izlemesi sağlanmalıdır. Meselâ spor ya da san’ata yetenekli çocuklar, bu alanlara yönlendirilmelidir. Kalemi güçlü olan öğrencilerin yazarlık yolunun açılması ve daha çok kitâb okumasının sağlanması gerekir. Sayısal ya da bilimsel alanlara yetenekli olan öğrencilere de buna uygun eğitim verilmelidir. Ancak ne olursa olsun, öğrencilere genel kültür, millî ve ahlâkî değerler ile san’at ve spor eğitimlerinin verilmesi gerekmektedir. 

            Elbette Türkiye gibi büyük bir nüfûsa sâhib olan ülkelerde sınavsız bir sistem, ne yazık ki, şimdilik çok zordur. Ama bunun eğitim açısından daha uygun bir şekle sokulması mümkündür. Meselâ üniversite sınavında tıbba girmek isteyen bir öğrenciye bu alanla ilgili dersler verilebilir ve bununla ilgili sorular sorulabilir. Aynı şekilde edebiyâtla ya da târihle ilgili eğitim almak isteyen öğrencilere de buna uygun eğitim verilebilir. Bâzıları için bunlar, oldukça zor olabilir. Ancak şurası açıktır ki, var olan sistemin yarattığı sıkıntıların sonucu olan zorluklarla kıyaslandığında ortaya çıkan kolaylık görülmektedir. Yeter ki, Türk gençliğinin eğitimi hakkında olumlu isteklerimiz olsun...

KUTLU ALTAY KOCAOVA

2 Temmûz 2016





[1] T.C. Millî Eğitim Bakanlığı Tebliğler Dergisi, c.70, s.2602, ss.941, Kasım 2007
[2] T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Eğitimi Araştırma ve Geliştirme Dairesi Başkanlığı, Seviye Belirleme Sınavının Değerlendirilmesi, s.11 Ankara, Kasım 2010