5 Eylül 2015 Cumartesi

TİYATRO BİTTİ - Selin’in Kaleminden -




1

Hatice’nin Gökçen’le bana yazdığı mektubu okuduğumda, gerçekten “tiyatro bitti” diye düşündüm. Gökçen, sanki beynimin içini okumuşçasına, gözlerime baktı ve “Hayır” dedi, “tiyatro bitmedi, yeni başlıyor”.

Gözlerine baktım Gökçen’in ve sordum. “Emin misin, tiyatro şimdi mi başlıyor?”. “Evet” dedi, “evet, şimdi başlıyor.”

Kendimi bir an Gökçen’e teslim ettim. Bütün irâdemi ona bıraktım. Sonra bana dönerek, “Kalk, gidelim”.

Yürümeye başladık. Aklımda Hatice vardı. Hatice’nin o, yerde, cansız yatan, soğuk bedeni gözlerimin önünde gitmiyordu. Bir de son cümlesi, “tiyatro bitti”. Gerçi Gökçen, tiyatronun yeni başladığını söylüyordu ama ya gerçekten bittiyse, biz uzatmaya çalışıyorsak, yerimizden kalkmak istemiyorsak ne olacaktı?

            Beynimdeki bu düşüncelerden, beni kurtaran Gökçen oldu. Bir kafenin önünde, “oturalım mı” şeklindeki sözü, beni kendime getirmeye yetti. Gökçen, benim için endişeleniyordu. Ruh ikizi gibi tanıma inanmasa da, gerçekten de Hatice ile benim ruh ikizi gibi bir şey, belki bir kader ikizi olabileceğimizi düşünüyordu.

            Oturduk ve oturmamızla beraber, genç bir garson yanımıza geldi.

-          Bir şey ister miydiniz, hanımlar?
-          Çay.
-          Çay mı?
-          Sen çay getir.

O an, sen çay getir, derken, ağzımdan çıkan ses, âdetâ Hatice’nin sesiydi. O öfke, o kızgınlık… Başka birinin olamazdı bu. Tabii olarak bu durumda, benimle ilgili olarak Gökçen’in daha da fazla korkmasını sağlıyordu.

Çayları, aynı garson getirmişti. Ama bu sefer, bana bakmamış, doğrudan Gökçen’le temas kurmuştu.

Garson gittikten sonra, Gökçen’in gözlerinin içine bakarak sordum: “Hatice ile benim, en çok neyimiz benziyor?”

“Her şeyiniz” dedi, hiç düşünmeden. “Âdetâ kaderiniz beraber yazılmış.”

-          Biliyor musun, bazıları buna “ruh ikizi” diyorlar.
-          Öyle şeylere inanmadığımı biliyorsun. Ama her şey bir yana, gerçekten de kaderiniz çok benziyor ve bu da beni korkutuyor.
-          Kendimi öldüreceğimden korkuyorsun, değil mi?
-          Evet, bundan korkuyorum.
-          Bende bundan korkuyorum.

Sonra sustuk. Yaklaşık on beş dakika, ne ben konuştum, ne de Gökçen. Sonra suskunluğu yine ben bozdum.

-          Ailemle ilgili ne biliyorsun?
-          Senin anlattığın kadarı. Sadece boşanmış oldukları.
-          Bir tarafta ateist bir baba. Ama öylesine ya da insanlara saygılı bir ateist falan değil. Gerçekten inançlı bir ateist. Ateizmin bütün kurallarına harfiyen uyan, hattâ bunun çok ötesinde olan biri. Bir, din düşmanı, iki kelimesinden biri din olan, mutaassıp bir ateist. Öteki tarafta da zamanında babamın etkisi ile ateist olmuş, ama sonra Müslüman olup dine yönelen, üstelik târikâta girecek kadar kendini kaptırmış bir anne. Söylesene ben, bu ikisinin arasında nasıl yaşarım?
-          Zor bir durum. Ne söylesem boş. Yaşamayan bilemez.
-          Babam annemi, gerici, örümcek kafalı olarak görüyor. Annem babamı, din düşmanı, kâfir, kötü, şeytan olarak görüyor. Şimdi hangisi haklı? Hangisinin yanında olmalıyım?
-          Benim ailem, dinî değerleri olan, İslâm’ı olduğu gibi yaşayan ve kimseye karışmayan, herkesle arası iyi olan bir aile. Bana göre ikisi de yanlış yolda. Annen de, baban da. Baban bir kere çok katı, çok kapalı olduğu için çöküşe hazır insanlardan. Annen de, kolay savrulabildiği için çöküşe hazır insanlardan.
-          Haklısın.  

2

Babamla annem, üniversitede tanışmış. Babam, materyalist felsefeyi benimsemiş ve bütün dinleri reddetmişti. Zaten arkadaşları da kendi gibiydi. Bir düşünceyi incelerken bile dine bakışına göre incelerdi. Öyle ki, Kemalizm’in laikliğini bile eksik bulur, Atatürk’ü dini neden kaldırmadığı konusunda eleştirirdi. Bu noktada Sovyet rejimini beğenir ve Marks’ı dünyanın “tek” gerçek filozofu olarak görürdü.

Karizmatikti. Daha doğrusu kendi arkadaş ve düşünce çevresinde ilgi çeken biriydi. Annemde böyle bir ortamda ona ilgi duymuş ve bu ilgi, sonunda evliliği getirmiş.

Annem, babamın etkisi ile bu dönemde ateist olmuş. Zaten ailesinden de bu konuda bir eğitim almadığı için babamın etkisine açık bir hâldeymiş.

Bizim ev, ağzına kadar kitap doludur. Ama bu kitapların yarısı, Marksizm’i anlatan kitaplar, yarısı da ateizmi anlatan kitaplardır. Marks’ın, Engels’in, Lenin’in ve Stalin’in kitapları ile Turan Dursun ve İlhan Arsel’in kitapları, başköşede durur. Kutsal kitap muamelesi görürler. Bunların dışında kitap bulamazsın evde. Diğer fikirler ile dinleri anlatan kitaplar da, babamın sevdiği yazarlar tarafından yazılmışsa girebilir. Babam, herkesi kendi görüşleri ile değerlendirir. Kimseyi kendi dilinden dinlemek gibi bir düşüncesi yoktur.  

Meselâ Atatürk’ü çok iyi bilir ya da öyle sanır. Atatürk’le ilgili çok kitap okumuştur ama bir kere bile Nutuk’u orijinalinden okumamıştır. Sadece bir kere Hıfzı Veldet’in düzenlediği Söylev’i okumuştur, o kadar.

Bugünkü olayları anlatayım babama, yorumu bellidir. Din baskısı ile ezilen gençlerin, fırsat bulduklarında kendilerini ortaya atma biçimidir, ona göre. Hatice’nin intihârı ise bu sebeple bunalıma kapılan gençliğin çıkış yolu.

Ben ortaokuldaydım. Annem o dönem bir sorun geçirdi. Depresyon gibi bir şey. Kimse ile konuşmadı, içine kapandı. Öyle kırılgan oldu ki, dokunsan ölecek sanki. Bu dönemde annem, babamdan destek bekledi. Onun yardımını istedi. Babam bir gün bile ilgilenmedi.

Bir gün annem, sanırım Ramazandı, yolda yürürken bir ses duyuyor. Farklı bir ses, aslında farklı değil ama kendisini farklılaştırmaya çalışanların arasında yaşadığı için ona farklı gelen bir ses duyuyor. Yaklaştıkça bu sesin, ney sesi olduğunu anlıyor. Ney’i çalan adam da, annemi fark edince, içeri buyur ediyor ve çalmaya devam ediyor.

Hiç tanımadığı birinden gördüğü bu yakınlık, annemi çok etkiliyor ve her gün oraya gitmeye başlıyor. Bu arada gittiği yerde, her gün, günde bir saat, Kur’ân okunuyor. Okuyan ise neyzenin oğlu.
Annem uzun süre bu durumu, bizden gizledi. Babamdan gizlemesinin sebebi, alaya alacağı ve kendisini aşağılayacağı içindi. Bunun böyle olacağını biliyordu. Çünkü babam, inançlı insanları, hangi dinden olursa olsun, küçümser, adam yerine koymazdı, aşağılardı. Benden gizlemesinin sebebi ise çocuk aklımla babama söylemeyeyim diyeydi.

Babam da annemin, ne yaptığını fazla merak eden biri değildi. Herkesi kendinden küçük gördüğü için, buna annem ve ben de dâhil, kimsenin ne yaptığı ile pek ilgilenmezdi.

Bir gün eve geldiğimde annem, farklı bir müzik dinliyordu. Bu bir ney dinletisiydi. Şaşırdım, bunun ne olduğunu sordum anneme. Ney dinletisi, dedi. Ney? Hayatımda ilk defa duyduğum bir şey.

Anneme dönerek;

-          Anne, iyi de, ney, ne ki?
-          Üflemeli bir müzik âleti.
-          Çok güzelmiş. İlk defa duydum.
-          Kızım biliyorsun, baban, bu konularda çok katı, anlayışsız. Onun haberi olmasın. Bu ses, beni rahatlatıyor. Yıllardır aradığım huzuru buluyorum. Duyarsa, yine kırar beni. Aramızda kalsın, anne-kız sırrı olsun. Tamam mı?
-          Merak etme, anne. Anladım. Sanırım dinî müziklerde çalınan bir şey. Çok güzel, çok huzurlu.
-          Öyledir.
Babama, hiç söylemedim. Hâlâ da bilmez. Annemden boşandıktan sonra bile söylemedim. Zaten söylememe de gerek kalmadan, annem, neyi terk etti.

Babamın annemin üzerinde yarattığı etki, hâlâ devam ediyor. Fikirler ve inançlar değişse de devam ediyor. Öğrenmek istediklerini, kaynağından değil; başkalarından öğreniyor.

Biliyor musun, annem, bir gün olsun, Kur’an’ı okumadı. İslâm’ı incelerken bile Kur’an’dan değil, başka kitaplardan inceledi. En sonunda da yolunu kaybetti.

Bir gün eline bir kitap geçti. Dinî bir kitaptı. Heyecanla okudu. Bir iki günde kitabı bitirdi. Bu kitap için de anneme söz vermiştim, babama söylemeyeceğime dâir.

Bu kitap, annemi epeyce bir sarstı. Neyzenin neyiyle, okunan Kur’an, ruhunu rahatlatmış, bunalımdan çıkarmıştı. Ama annem için bu yeterli değildi. Okuduğu kitap, her türlü müziğe karşıydı. Hatta ney çalmayı, kâfirlik olduğunu söyleyen bir kitaptı. Hatta bazı bölümleri, daha da sert ve katıydı.

Bir gün annem, yine neyzene gitti, yanında bende vardım.

-          Neyin, dindeki hükmü nedir?
-          Kızım, dinimizin neyle ilgili bir hükmü yoktur. Her ne kadar bazıları, bunu günâh olarak görse de, doğrusunu Allah bilir, ben bunda bir günâh görmüyorum.
-          Peki, gerçekten günâhsa?
-          Kızım, biz neyi peygamber aşkına çalarız. Onu düşünerek, onu hissederek çalarız. Anlatılır ki, Peygamber Efendimiz, Allah’ın kendisine ihsân ettiği esrâr ve hikmet denizinden bir damlasını, ilmin kapısı Hazreti Ali’ye de emânet eder ve “Bu sırları sakın ifşâ etme!” diye sıkı sıkı tembihler. Hazreti Ali, kendisine tevdî edilen bu emânete tahammül edemez, altında iki büklüm olur. Çöllere düşer. Derûnunda sakladığı esrârı bir kör kuyuya döker. Vakt olur, kuyu suyla dolup taşar. Kuyudan taşan bu sular, çevresini zamanla bir sazlık hâline çevirir ve burada kamışlar biter. Bu sazlığın rüzgârda hoş nağmeler çıkardığını fark eden bir çoban, bunlardan bir tanesini keser ve ondan “ney” yapar. Fakat ney’den çıkan bu ses, o kadar içli ve yanıktır ki, herkes bu sesin derin, duygulu ve yakıcı nağmelerine meftûn olur. Onunla ağlar, onunla gülmeye başlar. Çobanın ünü kısa zamanda yayılır ve Arab kabîleleri bu çobanı dinlemek için etrafında toplanmaya başlarlar. Biz böyle inanırız, dileyen inanmaz.

Neyzen, annemdeki değişimi fark etmişti. Üzüntüsü gözlerinden okunuyordu.

Dükkândan çıkarken, annem, hayatında sahip olduğu, onu rahatlatan şeylerin hepsini bırakarak oradan ayrıldı.

Hani derler ya, insan, bir kötülüğü istesin, onu bulmaktan kolay bir şey yoktur. Bundan sonraki gelişmeler çok hızlı gelişti. Annem kitabın yayıncısını buldu, günlerini onlarla geçirmeye başladı. Sonra babama durumu anlattı ve onu dine dâvet etti. Babam da karşılığını boşayarak verdi. Sonuç ortada. Ben. Silik, ezik ben.

Neyse, saatlerdir ben konuşuyorum, sen dinliyorsun, sıkmıyorum değil mi seni?

-          Olur mu, canım öyle şey. Seni tanıyorum.
-          Sizin okula geldiğimde, beni nasıl fark ettin? Ben hiç fark edilen bir insan olmadım ki.
-          Bizim gibi bir okula gelirsen, fark edilmemek şansın yok. Kaldı ki, sen, her ne kadar sessiz görünsen de, içinde patlamaya hazır bir volkan bekliyor. Hatice de senin gibiydi. Aranızdaki tek fark, o içini dışına da yansıtan biriydi. O isyânını, bütün varlığı ile sen, sessizliğinle yaşayan insanlarsınız. O yüzden dikkat çekmeniz, en azından benim için, zor olmadı.    
-          Neyse, devam edeyim o zaman ben.

Lise hayatım sürekli bocalamayla geçti. Annem ve babamın, zıt ama ikiz dünyasında bocalayan ve bocaladıkça ezilen bir kıza döndüm. Sonrası da sizin okul işte.

İnan, sen benim için de, Hatice için de dayanaktın. Üçümüz arasında sözsüz, kendiliğinden gelişen bir arkadaşlık vardı. Hatice de, ben de senden güç alıyorduk. İkimizin de hayata dâir umudumuzu arttırıyordun. Ama o olay…

O zibidinin, o lafı, öğretmenin susması, bitirdi bizi. Ben Hatice gibi değilim. Cesâret edemem, öyle büyük bir karar vermeye ama. Ama bitti. Ruhum öldü. Hatice sınıftan fırladı. Kendine öğretmen diyen adamda, Hatice’ye kustu kinini. Neden hep, zayıflar, zayıf gördüklerini ezmek ister de, güçlülere direnmek istemezler? Zayıf oldukları için mi, yoksa korktukları için mi?

Aklımda buraya gelmek yoktu, biliyor musun? Okuldan çıktıktan sonra eve gittiğimi sandım, buraya geldim. Oysa yol, tam ters yönde. Üstelik Hatice’nin evini de bilmiyorum? Ne tuhaf değil mi?

-          Bana da, sana olanlar oldu. Ben de Hatice’nin evini bilmezdim.

Tuhaf. Hayat tuhaflıklarla dolu. Sonra Hatice’yi gördüm. Net, tertemiz. O da beni gördü. Gülümsedi ya da ben öyle sandım. Sonra bıraktı kendini. Donup kaldım o an. Sen hiç hayatında, ölü gördün mü? Ben görmedim, ama çok kötü. Üstelik bir ölünün, ölüm ânını da görmek çok daha kötü. O ân herkesin başının etrafına toplandığını gördüm. Kalabalığın arasında da seni fark ettim. Hatice’nin mektubunu okuyordun. Beni fark etmedin. Ben de seninle beraber okudum. Beni sonra fark ettin.

“Gökçen, geldiğim günden beri Selinle beni izliyorsun. Selin farkında mı bilmiyorum ama ben farkındayım. Ama biliyor musun, bundan hiç de rahatsız değilim. Hatta memnunum. Bana öyle geliyor ki, üçümüz arasında kuralsız, sözsüz bir arkadaşlık var. Sadece bakışlarla anlaşılan bir arkadaşlık ve biliyor musun ben bundan çok memnunum.

             Bugün bu dünyada son günüm. Henüz intihâr etmeye karar etmeye karar vermedim ama deneyeceğim. Ölmesem bile bu dünyada son günüm olduğunu biliyorum. Okula bir daha gelmeyeceğim, annemle babamda beni bir daha görmeyecek. Gerçi beni merak edeceklerini sanmıyorum. Ama sen merak etme. Selin’de etmesin. Dedim ya, aramızda kuralı olmayan, sözsüz bir arkadaşlık var.

             Bu yazdıklarım eline geçer mi bilmiyorum. Ama içimden bir ses, bu yazdıklarımı ilk senin okuyacağını söylüyor. Ama hislere inanmam. Bu inancımı yitireli yıllar oldu. Bugün öğretmen, o zibidiye haddini bildirse idi, bunları yazmayacaktım biliyor musun? O bendeki son yaşam kırıntılarını da yok etti. Birazdan ölmeyi deneyeceğim. Bu tamamen bana bağlı değil biliyorum ama yine de deneyeceğim.

             Uzatmanın gereği yok. Bir kitapta görmüştüm. Şöyle diyordu. Tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum.

Arkadaşın Hatice”


Gökçen bitti. Gerçekten bitti. Tiyatro bitti ama bende salondan çıkacak güç ve cesâret yok. 

24 Ocak 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder