1
Annemle
babam, uzun zaman önce boşandı. Zaten niye evlendiler, onu da bilmiyorum ya.
İkisi de dünyanın kendisi için yaratıldığını sanan ahmâktan başka bir şey
değil. Ne birbirleri umurlarında, ne ben, ne de dünya üzerinde var olan
herhangi bir şey. Sadece kendileri var ve sadece kendileri için varlar. Ben mi?
Onlar için oyuncak olsun, süs olsun diye dünyaya getirilmiş; uğruna fedâkârlık
yapılması gerekmeyen biri…
Bir
insanın annesi ile babasının ayrı olması tuhaf bir şey. Hem anlaşılır, hem
anlaşılmaz. Ben de bazen anlıyorum, ama bazen anlayamıyorum. Anlarım, sevgi
yoktur, saygı da bitmiştir, çekilmez olmuştur hayat, böyle bir ilişki
bitebilir. Zaten de bitmesi gerekir. Ama bir şey yoktur. Rahat yaşama
isteğinden başka bir sorun yoktur. Üstelik benim gibi bir meyve vardır ortada
ve bir boşanma vardır. Sadece rahat yaşamak için meyveyi çürütmek vardır. İşte
bunu anlamıyorum. Bunu anlamadığım içinde annemle babam, bana kızıyor.
Annemle
babam, değişik olmak isteyen, ama değişik olmak için toplumdaki diğer insanlar
gibi olan insanlardan. Mesela muhafazakârlığa karşılar. Neden karşılar? Çünkü
farklı olmak istiyorlar. Ama ortada şöyle bir sorun var. Karşı olduklara şeye,
karşı olan herkes gibi karşılar. Aynı sözcüklerle, aynı kavramlarla, aynı
kitaplarla. Üstelik buna farklı olmak diyorlar.
Bana
karşı çok ilgisizler. Ama onlara sorsanız, buna genci özgür bırakma diyorlar.
Neyse ki, özgürlüğü onlardan öğrenecek değilim. Bana karşı ilgisizlikleriyle
övünüyorlar. Ne kadar da farklı birer ana baba olduklarını kanıtlamaya
çalışıyorlar. Ama bunu yaparken de, bütün ilgisiz ana baba gibiler. Şimdiye
kadar iyi ya da kötü aldığım hiçbir notla ilgilenmediler, derslerimle
ilgilenmediler, hobilerimle ilgilenmediler, sevgililerimle ilgilenmediler.
Merak ediyorum, ölürsem, ölümümle ilgilenirler mi? Bilmiyorum. İşte bu
bilgisizlik durumu bile beni intihâra yaklaştırıyor.
Birkaç
sene önce, çocukluğumun son yıllarında, sınıfta çok beğendiğim bir çocuk vardı.
İlgimi belli etmeye çalışmakla beraber, onun adım atmasını bekledim hep. Bir
gün bana bir kitap verdi. İçinde bana yazılmış bir not aradım. Bulamadım.
Gittim çocuğa sordum. Nerede, dedim. Ne, nerede, dedi bana. Aradığın, özel bir
yazı ise, kusura bakma, yok. Bence sen, kitabı oku, yeter.
Artık
o kitap, benim için keşfedilmesi gereken bir hazine idi. Soluksuz okudum.
Çocuğa gittim, nerede, dedim yine. Bir daha oku, dedi.
Bir
daha okudum. Bu sefer, daha dikkatli, düşünerek okudum. Yine yanına gittim.
Anladım, dedim. Neyi anladın, dedi gülerek. Seni, dedim ve gittim. Ertesi gün,
okula çocuğun haberi geldi. İntihâr etmişti. Üstelik arkasında, sadece bir
cümle bırakarak intihâr etmişti.
“Tiyatro bitti. Beklemeye lüzûm görmüyorum.”*
İki
damla gözyaşı akıtmıştım. Ben sebep oldum, diye düşündüm uzun zaman. Ama hayır,
ben sebep olmamıştım. Ben sadece onu anlamaya çalışmış, anlayamamıştım. Geç
kalmıştım. Anladığımda ise her şey bitmişti. O bana, sarılacak bir dal gözüyle
bakmış. Ama bunun için gizli bir dil ile benden yardım istemiş, ben de, işte,
geç kalmıştım.
Anneme
ve babama anlattım, bu olayı. Sadece “yazık olmuş” dediler. Ne göz yaşlarıma
ortak olma, ne beni dinleme, ne de çocuğu dâir bir merak… Hiçbir şey… Sadece,
basit, kuru bir “yazık olmuş”.
Bana
verdiği kitap, sarsan kitaplardandı. Hani bazı kitaplar vardır ya, okuyanı öyle
bir sarsar ki, beynin yıkıntıların altında kalır. İşte böyle bir durumda,
beynin yeterince güçlü ise kurtulursun, değilse yok olursun. Neyse ki, beynim
yeterince güçlüymüş, kurtuldum. Ama kitabın etkisi, ruhuma öyle bir etki etti
ki, asla çıkmadı. Hâlâ ruhumu, bu kitap yönetir ve zaten bu satırları yazarken,
gözüm bir yandan da, kitabın kapağına kayıyor.
İntihâr
olayı, uzun süre bana kendisini unutturmadı. İlk aylar, çocuğun ölümüne
üzülmemle, mâsum bir sevginin bitişine üzülmemle geçti. Sonraki aylar,
intihârın kâbusuyla. Adını yazamıyorum, kusura bakma. Kâbuslarımdan kurtulmak
için onu unutmaya çalıştım. Sonunda başardım, ama sadece adını unutabildim. Onu
asla…
Kâbuslarım
siyahtı. Gerçeğimi de siyaha itti. Siyah, kötü derler; iç karartıcı derler;
inanma. Çünkü siyah, insanları sevmeni sağlar. Çünkü kötülükleri örter. Öyle
ya, kötülüğünü görmediğin insanları, sevebilirsin değil mi?
Zamanla
siyah, bana tamamen egemen oldu. Önce saçlarımı siyaha boyattım. Aslında ben
açık kumral biriyim ama rengi sevmiyorum artık, siyaha boyattım. Tırnaklarımı
siyaha boyadım. Kıyafetlerimi siyah yaptım. Renkli olanları yaktım. Sadece okul
üniforması duruyor. O da mecburiyetten. Siyah ağırlıklı makyaj malzemeleri
aldım. Annemin verdiklerini attım.
Eve
geç gelmeye başladım. Yeni yerler keşfetmeye başladım. İstanbul’da dış görünüşü
benim gibi olan insanları bulmaya başladım. Kendimde dâhil olmak üzere, herkese
karşı bir kızgınlık, herkese karşı bir nefret duymaya başladım. Ama hiçbir
zaman bana nefret duymayanlara, nefret duymadım.
Bir
kitap, ruhumda devrim yaptı ama bu devrim, ne annemi, ne babamı etkiledi. Kızım
fazla siyah değil mi? Çok kasvetli değil mi? Metalcilere benzemişsin.
Hayır,
anne. Çok siyah değil. Hem siyah, siyahtır. Bunun azı çoğu olmaz. Hayır, baba.
Çok kasvetli değil. Tam tersine, iç açıcı. Siyahtan başka kötülükleri gizleyen
hangi renk var? Hayır, anne, baba. Metalcilere benzemedim. Kendim okudum,
kendim düşündüm, kendim istedim, kendim yaptım. Onlarda böyle ise onların
sorunu, benim değil.
Bir
kez olsun, neden diye sormadılar. Kızım, sana ne oldu, demediler. Ben doğduktan
sonraki hiçbir görevlerini yapmadıkları gibi bunu da yapmadılar.
İnsan
hayatını etkileyebilecek olanların, etkisiz eleman gibi görünmeleri ne demektir
bilir misin? Hani destek istersin, seni umursamaz. Konuşmak istersin, sadece,
boş ver, der. Önemsenmemek nasıl bir şeydir, bilir misin? Ben biliyorum, bana
bu öğretildi.
Sevinçlisindir,
bunu paylaşmak istersin. Bu mu yani, bunu için mi seviniyorsun, derler ve
söndürürler sevincini.
Üzüntülüsündür,
birilerine açılmak istersin. Üff, sıktın ama bunu mu çekeceğiz, şimdi derler ve
daha bir sinersin, hayata karşı.
Dertlisindir,
birilerine anlatmak istersin. Boş ver, der, neler var hayatta. Olduğun yerde
kalırsın.
Her
şey birikir içinde. Sevinçler, üzüntüler, dertler, heyecanlar, korkular,
endişeler… Her şey… Sen atamazsın ki, dışarı. Çünkü biri, kapatır yollarını.
2
Sizin
okula gelmeden önce çok okul değiştirdim. Hani şu, sözünü ettiğim intihâr
olayına kadar dersleri çok iyi olan, öğretmenlerin sevdiği öğrencilerden
biriydim. Ama ruhumda yaşadığım büyük devrim, her şeyimi değiştirdiği gibi
derslerimi de değiştirdi.
Notlarım
düşmekle beraber ilköğretimin sonunda olduğum için pek bir sıkıntı yaşamadan
bitirdim. Ama lise, benim için tam bir felâket oldu. Lise yıllarım, herkesle,
özellikle öğretmenlerle, kavga eden, insanlardan tiksinti duyan ve derslere
karşı nefretle geçti. Her yıl, önemli bir olay ve her yıl, değişen bir okul.
Ama ilginç olan ne biliyor musun? Bu olayların hiçbiri, ne annemi, ne babamı
zerre kadar etkilemedi, biliyor musun? Umursamadılar. Sanki hiç olmamış gibi.
İlk
yıl, bütün derslerimi zayıf getirdim. Hepsini. İnanabiliyor musun, bir yıl
öncesinin çalışkan öğrencisi, bütün notları yüz olan öğrencisi, şimdi hepsini
zayıf yaptı. Bu durum sadece, okulun rehberlik öğretmeninin dikkatini çekti.
Konuşmak istedi benimle. Konuşmadım, o da zaten önemsemedi.
Bu
arada babam, sınıfta kalacağımı öğrenince, okul müdürüne epey miktarda para
vermiş. Karneyi bir aldım, hepsi geçer not. Şaşırdım, sınıf geçmiştim. O
hırsla, müdüre bir alay küfür ettim. İnanabiliyor musun, ilk defa, erkek gibi,
küfür ettim. Çok hoşuma gitti.
Eve
gittim. Babam karneme bakmadı bile. Baba, dedim, hiç merak etmiyor musun?
Bildiğim şeyin, üstelik kendi yaptığım şeyin, neyini merak edeyim? Peki, bu
kızın notları niye düştü? Hiç kafana takılmıyor mu? O senin sorunun. Baba…
dedim sustum.
Ertesi
gün, anneme gittim. Karneme gösterdim. Biliyorum, dedi, baban söyledi. Peki,
sen hiç merak etmiyor musun? Neyi? Bu kızın notları niye düştü? O senin
sorunun. Anne… dedim sustum.
Tabii,
bu arada müdüre ettiğim küfür, karşılıksız kalmadı. Başka bir okula gönderildim.
Geçen yılın aynısı, sonra başka bir okul, yine aynı; sonra işte burası… Burası
biraz farklı. En azından sen varsın. Biliyor musun, ruhsal devrimimden beri ilk
defa birine sıcaklık hissediyorum.
İlk
gün sınıfa girdiğimde, benimle beraber Selin’de vardı, biliyorsun. Selin,
görüntüde benim tam tersim. Aşırı çekingen ve ezik bir görüntüsü var. Ama
özümüz aynı, ruhumuz aynı. Sen geldiğimiz günden beri bizi izliyorsun. İlginç
bir kişiliğin var. Çok güçlüsün. Uzun zamandır, gerektiğinde hocaları
susturabilecek öğrenciler arıyordum. Sen zaman zaman hocaları
susturabiliyorsun. Sana özeniyorum, biliyor musun? Meselâ uzman olduğun bir
konu var. Türk mitolojisinin uzmanısın. Hatırlıyor musun, bir keresinde
Kastamonulu olan edebiyat hocasına, hocanın bilmediği, Kastamonu bölgesine ait
bir halk hikâyesini anlattığında hoca nasıl şaşırmıştı?
Senin
varlığın, zamanla beni kendime getirmeye başlamıştı. İnanır mısın, Selin’i de
güçlendirmeye başladın. Belki, diyorum, belki, beni sen kurtarırsın.
Ama
işte… Meselâ tarihçi var, biliyorsun. Bana ne kadar düşman olduğunu biliyorsun.
Oysa, ben ona bir şey yapmadım ki. Beni tanımıyor bile. İnsan, tanımadığı
kişiye düşman olur mu? Olurmuş demek ki. Bakışları korkutuyor beni. Öğretmenden
korkulur mu, onu geçtim, insandan korkulur mu ama bu adam, beni korkutuyor.
Sanki sonumu, bu hazırlayacak benim.
Sabah
okula geldiğimde, gün aynı gündü. Dersler hep, kendi ruhumda gezinmemle ve seni
dinlemekle geçti. Sonra bir ses duydum. Birkaç sesten oluşan, iğrenç bir ses
bütünü duydum.
“Ulan orospu, o kadar istiyoruz, bir
vermedin gitti.”
Kız
ağlamaya başladı. Kendine öğretmen diyen bu herif, sustu. Sesini çıkaramadı.
Bana düşmanca bakan bu herif, bu tâcize sustu. En tehlikeli ne biliyor musun?
Zayıflar. Çünkü ne yapacağını bilemiyorsun?
Sen
şaşırdın, ben çıldırdım, Selin korktu, kız ağladı, kendine öğretmen diyen
sustu, şerefsiz kendiyle gurur duydu.
Ama
ben çıldırdım bir kere.
“Bir zibidiye cevap veremedikten sonra niye
yaşıyorsun ki? Git, intihar et”.
Fırladım
sınıftan. Duramazdım artık. Koşmaya başladım. Deli gibi koşmaya başladım.
Çıldırmıştım. Eminim arkamdan neler saymıştır.
Şimdi bunları
sana ve Selin’e yazıyorum. Sizi gerçekten sevdim. İnsan gibi, arkadaş gibi
sevdim. Kafamda ışık hızıyla düşünceler dönüyor. Bu arada sana bir mektup
yazdım. Eline geçer veya geçmez, ama sana yazıldı. Eğer alabilirsen, fırsatın
olursa, mektupla beraber bunu da al. Bunu beni tanımanız için yazdım ve işte
sonuna geldim. Noktayı koyacağım. Mektubun bir kopyasını da yazıyorum. Kararımı
verdim. Artık olmayacağım. Adını unuttuğum aşkımın sözünü söyleyeceğim ve çekip
gideceğim, bu dünyadan…
“Tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum.”
“Gökçen, geldiğim
günden beri Selinle beni izliyorsun. Selin farkında mı bilmiyorum ama ben
farkındayım. Ama biliyor musun, bundan hiç de rahatsız değilim. Hatta memnunum.
Bana öyle geliyor ki, üçümüz arasında kuralsız, sözsüz bir arkadaşlık var.
Sadece bakışlarla anlaşılan bir arkadaşlık ve biliyor musun ben bundan çok
memnunum.
Bugün bu dünyada son
günüm. Henüz intihâr etmeye karar vermedim ama deneyeceğim.
Ölmesem bile bu dünyada son günüm olduğunu biliyorum. Okula bir daha
gelmeyeceğim, annemle babam da beni bir daha görmeyecek. Gerçi beni merak
edeceklerini sanmıyorum. Ama sen merak etme. Selin de etmesin. Dedim ya,
aramızda kuralı olmayan, sözsüz bir arkadaşlık var.
Bu yazdıklarım eline
geçer mi bilmiyorum. Ama içimden bir ses, bu yazdıklarımı ilk senin okuyacağını
söylüyor. Ama hislere inanmam. Bu inancımı yitireli yıllar oldu. Bugün
öğretmen, o zibidiye haddini bildirse idi, bunları yazmayacaktım, biliyor musun?
O bendeki son yaşam kırıntılarını da yok etti. Birazdan ölmeyi deneyeceğim. Bu
tamamen bana bağlı değil biliyorum ama yine de deneyeceğim.
Uzatmanın gereği yok.
Bir kitapta görmüştüm. Şöyle diyordu. Tiyatro bitti, beklemeye lüzum
görmüyorum.
Arkadaşın Hatice”
20 Ocak 2010
Kutlu Altay KOCAOVA
Ürkütücü Kutlu Öğretmenim...Çok ürkütücü bu oyun....
YanıtlaSilKesinlikle ablacım...
YanıtlaSil