29 Ocak 2016 Cuma

Biz Ne Yaptık, Onlara?



-          Bayır Bucak’ta öldürülen bütün çocuklara, annelere ve babalara -

            Osman, dördüncü yaşına girmek üzereydi. Annesi, sabah, onu iyice yıkamış, temiz kıyâfetler giydirmişti. Ağabeyi okuldan, babası işten gelecek ve hep berâber güzel bir yemek yiyeceklerdi. Onlar için en güzel gün, bir arada olabilmekti ve bu yüzden de en azından çocuklarının doğum gününde bir arada olurlardı.

            Osman’ın babası, sıradan bir köylüydü. Kendi toprağı yoktu. Sâdece babadan kalma küçük bir evi vardı. Bu yüzden de gerek kendi köyü, gerekse de civâr köylerde iş olduğu zaman giderdi. Hattâ zaman zaman şehre gittiği bile olurdu. Öyle ki, bir keresinde Haleb’e bile gitmişti. Bu yüzden genelde eve döndüğü saât, çok belli olmazdı. Ama yine de çocuklarının doğum günlerinde mutlâka onlarla berâber olurdu.

Osman’ın annesi ise her sabah, sabah ezânı ile uyanırdı. Ancak kendi köylerinden gelen ezân sesi değil, Türkiye’deki Yayladağı’ndan gelen ezân sesi, onu uyandırırdı. İyi bir kadındı, temiz, dürüst, zekî ve nâmuslu... Onun hayâtı çocuklarıydı ve içindeki sevdânın işâreti ise Yayladağı’ndan gelen ezân sesiydi. Ona göre ne kendi köylerindeki, ne diğer yerlerdeki ezânların hiçbiri o kadar güzel olamazdı. Zîrâ onun içinde hürriyet vardı.

Bu arada Osman’ın annesi, akşam yemeğini hazırlamak için mutfağa geçmişti. Osman ise uykuya dalmıştı. Oğlunun sesi kesilince, annesi ona bakmaya gelmiş ve uyuduğunu görünce, üzerine bir battâniye örtmüştü. Hem, uyuyanın üzerine kar yağardı. Aradan birkaç dakîka geçti ya da geçmedi, sükûneti, ebediyen yok eden iki ses duyuldu. Bir yandan Osman, gördüğü kâbûstan dolayı çığlık atarak uyanmış, bir yandan da köyün ortasından bir patlama sesi gelmişti.

Annesinin içini bir ateş yakarken, Osman ağlamaya başlamıştı. Sanki ikisi de olanları ve olacakları hissetmiş gibiydiler. Neler oluyor derken, kapı, sertçe çalınmaya başladı. Bir yandan Osman ağlıyor, bir yandan da annesi titriyordu. Kapıyı açtığında attığı çığlığın yanında İsrâfil’in Sûr’u bile kıymetsiz kalırdı. Köylüler, Osman’ın ağabeyini getirmişlerdi.

Osman, ağabeyi Ali’yi kanlar içinde görünce ağlamayı kesti. Bu görüntü, gerçek olamazdı. Zîrâ bu, onu uykusundan uyandıran görüntüydü. Ama hâyır, gerçekti. O, çok sevdiği ağabeyi ölmüştü. Sessizce geldi, “Ağabey” dedi. “Ağabey, duymuyor musun” dedi. “Ağabey, uyku saâti değil ki” dedi. “Ağabey, uyan” dedi. “Anne, ağabeyim niye uyanmıyor” dedi. “Anne, ağabeyimi uyandırsana” dedi.

Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Uçaklar, köyü bombalıyordu. Ama onlar hiçbir şey yapmamıştı ki, neden uçaklar, onları bombalıyordu?

Bir yanda Osman ağlıyor, bir yandan annesi feryâd ediyor, bir yanda da Ali’nin küçük bedeni yerde yatıyordu. O sırada uzaktan bir kamyonun geldiği görüldü. Herkes bir ânda, kamyona döndü. Sanki kamyonun yükünü biliyormuşlar gibiydiler. Ama hâyır, bilmiyorlardı. Şoför, sessiz ve üzüntülüydü. Kamyonun damperini açtığında, bütün köy, bir kez daha çığlıklarla doldu. Kamyon, köyün genç ve yetişkin erkekleriyle doluydu ve hepsi öldürülmüştü. Osman’ın babası da onların arasındaydı. Herkes, bir ağızdan neler olduğunu sordular. Şoför sessizdi. “Neden konuşmuyorsun”  dediler. Şoför yine sessizdi. Şoför’ü kendine getiren Osman’ın o dev gibi yumruğu oldu. Başkaları için belki küçüktü ama aslında bir Tanrı sözü kadar etkiliydi. “Konuşsana, babama ne oldu” dediği ân, şoför anlatmaya başladı.

“Askerler” dedi, “dönüş yolunda, önünümüzü kestiler ve herkesi kurşuna dizdiler. Beni de size anlatmam için bıraktılar”. Köyün yaşlılarından biri, “Neyi” diye sordu. “Neden öldürdüklerini. Bu topraklarda bir Türk bırakmayacağız ve gün gelecek sabah ezânını dinlediğiniz topraklarda da bir Türk bırakmayacağız, dediler” dedi.

“Bu topraklarda bir Türk bırakmayacağız ve gün gelecek sabah ezânını dinlediğiniz topraklarda da bir Türk bırakmayacağız...”

Herkes şaşkındı. Neler oluyordu, kimse bilmiyordu. Bu Sûriye devleti, neden düşmân olmuştu? Hiçbir yerde olay falan da yoktu ki...

Biz ne yaptık, onlara? Aslında belki de yanıt, bu soruda gizliydi. Belki de, hiçbir şey yapılmadığı için bunlar oluyordu.

Köyün yaşlıları, gitmeyi düşündüler. Türkiye, bize kapılarını açar, bizi korur diyorlardı. Herkes kabûl etti, gece, sessizce gideceklerdi. Sâdece bir îtirâz geldi. Osman... “Ağabeyim” dedi, “uyanmadan, olmaz. Gitmem, bir yere. Hem anne, babam da uyuyor. Uyansınlar, öyle gidelim”.

Osman, son cümlesini bitirdiği ân, bir mermi alnına saplandı ve yine annesinin çığlığı, İsrâfil’in Sûr’unu gölgede bıraktı. Sâdece Börü Han, kalbindeki ateşle, çığlığı anlayabildi. O ân, Tanrı Dağları’ndaki sis aralarındı. Gelenler Ali, Osman ve babalarıydı. Börü Han, ayağa kalktı ve uluyarak onları selâmladı. Aleyküm selâm, dedi, babaları. Anlamıştı. Ancak Börü Han’ın uluması, Tanrı Dağları’nı öyle bir sarsmıştı ki, Tanrı bile bundan etkilenmişti.

Kür Şâd, Çingiz Kağan, Attila, Mete Han, Alp Arslan Han, Emîr Temür ve Gâzi Mustafâ Kemâl Paşa, yavaşça yanlarına geldiler. Kür Şad atından indi ve Osman’a sarıldı. “Burada güvendesin, dedi. “Seni rüyâlarımdan biliyorum. Ama annem” dedi. Osman’ın bu sözünden sonra sislerin arasından annesi de geldi. Osman, annesine sarıldı. “Bak” dedi, “ağabeyimle, babam uyandılar.”

* * *

Bayır Bucak’ta olanlar, ertesi gün Türkiye’de duyuldu. Birçok kişi, yardım etmek istedi, bir kısmı da bölgeye gitmek istedi. Osman, bunları Börü Han ile berâber Tanrı Dağları’ndan izliyordu. O sırada gözlerine birileri takıldı. Bunları görünce Osman’ın yüzü değişti, yüzünde tiksinti hâli göründü.

Bayır Bucak’ta kimsenin olmadığını, Türklerin kalmadığını söylüyorlardı. Öldürülenlerin Türk olmadığını, bunların hepsinin Amerika’nın ve hükûmetin oyunları olduğunu söylüyorlardı. Bunları duyunca, Osman, ister istemez Börü Han’a döndü ve “Ne yâni, ben Türk değil miyim? Annem, babam, ağabeyim, şurada oynayan arkadaşlarım Türk değil mi? Niye böyle söylüyorlar ki?” diye sordu. Börü Han’ın yanıtı Tanrı Dağları’nı yeniden sarsan bir uluma oldu. Osman ve bütün çocuklar, bunun anlamını biliyordu.

O sırada İstanbul’da bilgisayarının başında bulunan ve Bayır Bucak’ta Türk olmadığını söyleyen Aykut Söztürk’ün alnına iki damla düştü. Evde olduğu için buna bir anlam verememişti. O sırada bir öğretmenle tartışırken, “Orada Türkler öldürülmüyor, teröristler öldürülüyor” şeklindeki son cümlesini yazdı. Elini başına götürdüğünde iki kan damlası geldi. Başının kanadığını düşünürken, bu damlanın Osman’ın ve Börü Han’ın gözlerin akan birer damla kan olduğunu bilmiyordu...

29.01.2016

Kutlu Altay KOCAOCA


23 Kasım 2015 Pazartesi

JEOLOG CELÂL ŞENGÖR’E AÇIK MEKTÛB (Kendisinin karşı cevâbı ile berâber)

Sayın Başbakanımızın tarih bilgisi de evlere şenliktir. Kanuni’yi seferden sefere (ve ima ediyor ki zaferden zafere) koşar diye tanıyan Sayın Başbakan, gene bu sütunda daha önce de yazdığım gibi, bu padişahın döneminin Osmanlı İmparatorluğunun ilk büyük kalıcı yenilgilerini aldığı dönem olduğunu belli ki bilmiyor. 1529’da Viyana’yı almaya heveslenen padişah, lojistik desteğin adam gibi planlanamaması, bugünlerde pek moda olan bir terimle «stratejik derinlik» yoksunluğu ve istihbarat eksikliği nedeniyle burada yenilerek kuşatmayı kaldırmaya mecbur kalmıştır. Hatırlanacağı üzere, Osmanlılar bir defa daha tecrübe etmelerine rağmen asla Viyana’yı alamadılar ve Orta Avrupa’nın bu doğal kapısı önünde durmak zorunda kaldılar. Bu Kanuni’nin mirasıdır.
Babası Yavuz Sultan Selim’den beri Kanuni ve çevresi hep Hint Okyanusuna inmeye heveslenmişlerdir. Her seferinde mini mini Portekiz’den sopayı yiyip ya Basra’ya ya da Süveyş’e kaçmak zorunda kaldılar. Basra Körfezi içinde bile tutunamadılar. Bu sürekli mağlubiyetin sebebi Osmanlı’nın deniz savaşlarında kalyonların üstünlüğünü bir türlü anlayamamış olması ve ısrarla yüksek bordalı gemiler olan kalyonlara nihayet büyük bir sandaldan başka birşey olmayan kadırga ile saldırmaya kalkması (malûm, aynı nedenle Fatih’in 143 parçalık donanması, 4 Ceneviz gemisini durduramamıştı! Osmanlı aradan geçen neredeyse bir yüzyıllık zamana karşın bu mağlubiyetten hiçbir ders almamıştır), adam gibi yelken kullanamaması ve Hint Okyanusunun fiziki coğrafyası hakkında hiçbir şey bilmemesidir. Osmanlı’ya coğrafyanın önemini anlatmaya çalışan Piri Reis’in bir dedikodu uğruna boynunu vurduran da büyük padişahımız Kanunî’dir. Hani Tayyip Bey’in dizide beğenmediği saray entrikaları var ya? İşte bugün bile bütün dünyanın takdirini toplayan zavallı Piri Reis onlardan birinin günahsız kurbanıdır. Ama belki de bu Tayyip Bey’in hoşuna gitmektedir. Onun devrinde olan Balyoz mahkemeleri ile Piri Reis’in akıbeti arasında bir fark gören varsa beri gelsin. Osmanlı’nın bu coğrafya cahilliğinin sebebini merak ederse Tayyip Bey, Kanuni’nin amirali Seydi Ali Reis’in Mirat-ül Memalik’ini okusun ve bir amiralin görevi saraylarda Çağatayca gazeller mi söylemektir yoksa gittiği yerlerde istihbarat mı toplamaktır onu bir düşünsün. İnebahtı’da Kanuni’nin ölümünden sadece beş sene sonra donanmamızın aldığı ağır yenilgi boşuna değildir.
Kanuni kendi zamanında bir de Malta’yı fethe yeltenmiş, oradan da Hz. Yahya şövalyelerinden sıkı bir sopa yeyip kös kös geri dönmek zorunda kalınmıştır. Bunun nedeni, bu kuşatma esnasında ateş püskürten makinalar icat eden şövalyelerin hem teknik hem de disiplin üstünlüğüdür. Bir de ağır bir yenilgi aldığımız bu savaş esnasında seksen yaşındaki büyük amiralimiz Turgut Reisimiz bir hiç uğruna şehit olmuştur.
Kanuni kendi devrinde cereyan eden coğrafi keşiflerden hiçbir şey anlamadığı için kısa zamanda Amerika’lardan gelen gümüş Osmanlı iktisadını allak bullak ederek torunu III. Murat zamanında ilk devalüasyonu yaşamamıza neden olmuştur. Yerim olsa o zaman medreselerde başlayan ve öğrenci şekaveti ile doruğa çıkan rezillikleri yazacağım.
           
            Sayın Ali Mehmet Celâl Şengör,

            30 Kasım 2012 târîhli Cumhûriyet gazetesinin “Bilim ve Teknoloji” isimli dergisinde yayınlanan “Sayın Başbakanın Ecdad-ı Âli Şânı” adlı makâleyi okuduktan sonra size bu açık mektûbu yazmaya karâr verdim. Yazınızın mevcûd hükûmetle alâkalı kısmı beni ilgilendirmediği için sâdece târîhle ilgili iddialarınıza cevâb vereceğim. Ancak öncelikle kendimi tanıtayım. Ben, Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde “Sosyal Bilgiler” ve “TC İnkılâp Târîhi ve Atatürkçülük” öğretmeni olarak görev yapan bir öğretmenim. Bu kısa bilgiden sonra asıl mes’eleye gelebiliriz.

            Öncelikle bildiğim kadarıyla bir “jeolog”sunuz ve profesörlüğünüz, bu alanla ilgili. Bu alanda önemli çalışmalar yapmış olabilirsiniz. Ancak aslâ bir târîhçi değilsiniz. Dolayısıyla târîhle ilgili bir konuda yazarken ya da yorum yaparken, jeoloji alanındaki profesörlüğünüzün ve kariyerinizin hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmaz. Zîrâ bu alan, sizin alanınız değil. Bu, benim gibi bir târîh öğretmeninin ya da bir târîhçinin, televizyonlarda ya da gazetelerde “deprem” hakkında yorum yapması ya da tartışması gibi bir şeydir. Bunun ciddî bir cehâlet alâmeti olduğunu söylemeye gerek var mıdır?

            Bu açık mektûbun geri kalan kısmında, madde madde yazınızdaki yanlışları teker teker göstereceğim. Muhtemelen benim yazdıklarımı okuduktan sonra kabûl etmeyeceksiniz. Hattâ doğru mudur, deyip, araştıracağınızı bile sanmıyorum. Ancak unutmayın ki, yanlışta ısrâr, cehâletin başka bir alâmetidir.

·         1529’da Viyana’yı almaya heveslenen padişah, lojistik desteğin adam gibi planlanamaması, bugünlerde pek moda olan bir terimle «stratejik derinlik» yoksunluğu ve istihbarat eksikliği nedeniyle burada yenilerek kuşatmayı kaldırmaya mecbur kalmıştır.

Târîhe 1. Viyana Kuşatması olarak geçen bu kuşatma, Osmanlı târîhi için önemlidir. Ancak tâm anlamı ile bir yenilgi olarak görülemez. Zîrâ elbette Viyana alınamamıştır. Buna rağmen bu sefer, Osmanlı için kazanç sağlamıştır. Çünkü bu seferden sonra Habsburg hânedânı (Avusturya ve Kutsal Roma-Germen), yaklaşık 10 yıl boyunca Macaristan’ın iç işlerine karışamamış ve Osmanlı’ya karşı bir harekette bulunamamıştır. Fetih gerçekleşmeden kaldırılan kuşatmaları, bozgun gibi niteleyeceksek, Yıldırım Bâyezid Han’ın, Çelebî Mûsâ’nın, Çelebî Mehmed Han’ın, Sultân II. Murâd Han’ın gerçekleştirdiği ve çeşitli sebeblerle kaldırmaya mecbûr kaldıkları “İstanbul Kuşatmaları”nı da bozgun kabûl etmemiz gerekir. Ayrıca genel savaş süreci içerisindeki başarısız olan bir bölümü alıp, bunu genele yaymak, bilimsel ahlâk açısından nasıl değerlendirilir? O zamân İstiklâl Savaşı içerisinde kaybettiğimiz Kütahya-Eskişehir muharebelerine bakıp, İstiklâl Savaşı’nda bozguna uğradığımızı mı düşüneceğiz? Bu ise cehâletin olmasa da, dalâletin alâmetlerinden biridir.

·         Babası Yavuz Sultan Selim’den beri Kanuni ve çevresi hep Hint Okyanusuna inmeye heveslenmişlerdir. Her seferinde mini mini Portekiz’den sopayı yiyip ya Basra’ya ya da Süveyş’e kaçmak zorunda kaldılar. Basra Körfezi içinde bile tutunamadılar. Bu sürekli mağlubiyetin sebebi Osmanlı’nın deniz savaşlarında kalyonların üstünlüğünü bir türlü anlayamamış olması ve ısrarla yüksek bordalı gemiler olan kalyonlara nihayet büyük bir sandaldan başka birşey olmayan kadırga ile saldırmaya kalkması (malûm, aynı nedenle Fatih’in 143 parçalık donanması, 4 Ceneviz gemisini durduramamıştı! Osmanlı aradan geçen neredeyse bir yüzyıllık zamana karşın bu mağlubiyetten hiçbir ders almamıştır), adam gibi yelken kullanamaması ve Hint Okyanusunun fiziki coğrafyası hakkında hiçbir şey bilmemesidir.

Yazınızın bu kısmı da, diğer kısımları gibi bilgi yanlışlarıyla doludur. Öncelikle eğer, övündüğünüz gibi bir bilim adamı iseniz, bilimsel bakışın nasıl olduğunu bilmeniz gerekir. Buna göre “mini mini Portekiz’den sopa yiyip” gibi bir ifâdeyi kendinize yakıştırmanız, bulunduğunuz seviye açısından bir alâmettir. Ayrıca şunu da ifâde etmek gerekir ki, Portekiz, söz konusu târîhte hiç de küçük bir devlet değil, tam tersine büyük bir sömürge imparatorluğudur. Portekiz, 1515 yılında Hürmüz boğazı’ndaki Hürmüz adasını ele geçirmiş ve boğazı kontrol altına almayı başarmıştı. Dolayısıyla Hind Deniz Seferleri olarak bilinen Hindistan’daki Müslümân devletlere yardım seferlerinde, Portekizlilerin üstünlüğünün asıl sebebi, kalyonlar değil, Hürmüz adasında oluşturdukları, stratejik üstür. Ancak buna rağmen, Osmanlı donanması, Gucârât Emirliği’ne yardım göndermeyi başarmıştır. Ayrıca sonraki süreçte, günümüzde Endonezya’ya bağlı bir ada olan Açe adasındaki Açe Emirliği’ne bile yardım gönderilebilmiştir. Bu, Hind Deniz Seferleri’nin, tamâmen başarısız olmadığını göstermektedir.

Bununla birlikte İstanbul’un fethi ile sonuçlanan kuşatma esnâsında büyük Osmanlı donanmasının arasından geçerek Haliç’e giren Lâtin gemilerinin, bunu başarabilmesini, sâdece kalyon olmalarına bağlamak ise cehâletin başka bir alâmetidir. Unutmayın ki, Preveze Deniz Zaferi’nde Barbaros la’kablı Hızır Hayreddîn Paşa, bünyesinde 50 kalyon bulunan Haçlı donanmasını, hiç gemi kaybetmeden yok etmeyi başarmıştı. Ayrıca Türk korsanlarının sık sık Atlas Okyanusu’na açıldıkları, İngiltere ve İzlanda kıyılarına kadar ulaştıkları ve hattâ Amerika kıyılarında bile görüldüklerini biliyoruz. Bunun sebebi, Akdeniz ile Atlas Okyanusu bağlantısıdır. Oysa Hind Okyanusu için böyle bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla Basra Körfezi ve Kızıldeniz’deki tersânelerde yapılan gemilerle oluşturulan donanmalardır. Hind Deniz Seferleri’ndeki başarısızlığın en büyük sebebi de, budur. Ne yazık ki, lojistik destek düzenli olarak sağlanamamıştır.

·         Osmanlı’ya coğrafyanın önemini anlatmaya çalışan Piri Reis’in bir dedikodu uğruna boynunu vurduran da büyük padişahımız Kanunî’dir. Hani Tayyip Bey’in dizide beğenmediği saray entrikaları var ya? İşte bugün bile bütün dünyanın takdirini toplayan zavallı Piri Reis onlardan birinin günahsız kurbanıdır.


Eğer Pîrî Reis’in i’dâmı konusunda gerçekten böyle düşünüyorsanız, ya câhilsiniz ya da art niyetlisiniz. Zîrâ Pîrî Reis’in neden i’dâm edildiği bilinmektedir. Bu i’dâmın sebebi, Kânûnî Sultân Süleymân Han’ın Hürmüz adasının fethedilmesi, bölgeden Portekizlilerden temizlenmesi, bunu yaparken dikkat çekmemesi ve bölgede kesin Osmanlı hâkimiyeti kurmak konusunda verdiği “hatt-ı hümâyûn”a, yânî pâdişâh emrine rağmen önce Ummân’a saldırmış ve Maskat’ı yağmalamıştır. Bunun üzerine Osmanlıların, kendi üzerine geldiğini tahmîn eden Hürmüz’deki Portekizliler, civârdaki bütün gemileri, Hürmüz’de toplamış ve kaleye çekilmiştir. Pîrî Reis ise birkaç küçük çaplı saldırıdan sonra geri çekilerek, Basra’ya gitmiştir. Zâten i’dâmının sebebi de bu olmuştur. Yânî hem pâdişâhın emrine karşı geldiği için, hem bu yüzden bozguna uğradığı için, hem de kimseyi dinlemeyip, geri çekildiği için.

Kanuni kendi zamanında bir de Malta’yı fethe yeltenmiş, oradan da Hz. Yahya şövalyelerinden sıkı bir sopa yeyip kös kös geri dönmek zorunda kalınmıştır. Bunun nedeni, bu kuşatma esnasında ateş püskürten makinalar icat eden şövalyelerin hem teknik hem de disiplin üstünlüğüdür. Bir de ağır bir yenilgi aldığımız bu savaş esnasında seksen yaşındaki büyük amiralimiz Turgut Reisimiz bir hiç uğruna şehit olmuştur.

Portekizlilerden sopa yenilmesinden sonra bir de Malta Şövâlyeleri’nden sopa yenilmiş… Savaşlar vardır ve ba’zen kazanılır, ba’zen kaybedilir. Her yenilgiyi, sopa yemek olarak görürseniz, buna cehâlet denemez. Ancak dalâlet ve gaflet arasında bulunduğunuz görülür. Savaşta yenilginin sebebleri arasında teknik zayıflık yoktur. Zîrâ böyle bir durum, söz konusu değildir. Yenilgide ada coğrafyası ile savaşın başında Turgut Reis’in şehîd düşmesinin payı büyüktür. Bununla berâber Turgut Reis’in bir hiç uğruna şehîd düştüğünü iddiâ etmek ise tam bir aymazlık alâmetidir. Zîrâ Türklerde, târîhin her döneminde savaşta ölmek, önemsenmiştir. Hattâ Teñrici Türklerde, yatağına eceli ile ölen bir kişi, korkak kabûl edilirdi.

Bununla berâber söylemekte fayda var. Malta’nın fethinin Kânûnî Sultân Süleymân Han’dan isteyen ve bunun için çaba harcayan, Turgut Reis’tir. Zîrâ bu büyük Türk denizcisi, biliyordu ki, Malta’nın fethi ile hem bütün Akdeniz, Türk kontrolüne girecek, hem de Avrupa’nın direnişi büyük ölçüde kırılacaktı. Tabiî, bunu sizin bilmemenize şaşırmamak gerekir. Zîrâ târîhçi değilsiniz.

Kanuni kendi devrinde cereyan eden coğrafi keşiflerden hiçbir şey anlamadığı için kısa zamanda Amerika’lardan gelen gümüş Osmanlı iktisadını allak bullak ederek torunu III. Murat zamanında ilk devalüasyonu yaşamamıza neden olmuştur. Yerim olsa o zaman medreselerde başlayan ve öğrenci şekaveti ile doruğa çıkan rezillikleri yazacağım.

Kânûnî Sultân Süleymân Han, coğrâfî keşifleri tâkib ettirmiştir. Hattâ Avrupalıların attığı her adımı tâkib ettirmiştir. Ancak Okyanus Avrupalıları’nın (İngiltere, İspanya, Portekiz) mücâdele alanı doğrudan, Osmanlı toprakları ya da denizleri olmadığı için arada büyük bir mücâdele yaşanmamıştır. Bununla berâber sizin, kalkıp, Sultân III. Murâd Han zamânında yaşanan devalüasyonu dedesine bağlamanız, gerçekten açıklaması çok güç bir durumdur. Bu yorum ile Türkiye’nin günümüzdeki durumunu Atatürk’e bağlamak arasında hiçbir fark yoktur. Aynı câhilâne tavırdır.

Yanlışlarınızı tek tek size yazdıktan sonra dileğim, bir daha târîhle ilgili hiçbir yorum yapmamanız, hiçbir yazı yazmamanızdır. Zîrâ târîh, böyle bir câhilliği kaldırmaz. Yazdıklarınız cehaletten kaynaklanmıyorsa, bu durum, bir art niyet göstergesidir ki, aslâ kabûl edilemez.

KUTLU ALTAY KOCAOVA

3 Aralık 2012

"Jeolog Celâl Şengör'e Açık Mektûb" başlıklı yazıma, Celâl Şengör'den gelen cevâbî mektûb ve benim karşı cevâbım... 
Muhterem Kutlu Bey,

banim kanuni yazımı tenkid eden yazınızı okudum. Bu cevabını bence Cumhuriyet bilim Teknik'e göndermelisiniz. Orada size belegelerle cevap vermek hoşuma gidecektir, zira siz belli ki benim tarih konusundaki yayınlarımı ve faaliyetimi bilmiyorsunuz. Bir Almanca tarih dergisini yöneten büyük bilim tarihçisi Sayın Prof. Dr. Fuat Sezgin, Osmanlı'nın Hind Okyanusu politikasını anlatan bir kitabın eleştirel tanıtımını benden istemişti., Bu yazı yayımlanmıştır. Tarih öğretmeni olduğunuzu söylediğiniz halde sanırım literatürü izlemiyorsunuz. İzleseniz hem benim tarihteki araştırmalarımı öğrenir, hem de kendi yazdıklarınızın tarihsel destek ve mantıktan yoksun olduğunu görürdünüz (şunu htırlatayım: Ben ABD Jeoloji Derneğinin bilim tarihi bölümünün de bir yıl başkanlığını yaptım. Ayrıca benim tarih bilgimi Sayın Prof. Dr. ilber Ortaylı'ya da sorabilirsiniz)

Saygılarımla,

Celal Şengör

---------------------------------------------------------------------------------

Sayın Celâl Bey,

Târîhle ilgili yayınları, mümkün olduğu kadar tâkib etmeye çalışıyorum. Tabiî söylediklerinize göre "bilmediğiniz" şeklindeki yorumlarımı geri alıyorum. Ancak bence, sizin kariyerinizdeki biri için bu çok daha ağır bir mes'eledir.

Cevâb verdiğiniz için teşekkürler...


Esen kalınız...

KURT YÜREKLİ KUZU - DURSUN ÖNKUZU


-  Vahşîce biçimde öldürülen millîyetçi öğrenci Dursun Önkuzu'nun ve bütün şehîdlerimizin azîz hâtırâsına... - 

                Yerde aydınlık bir şekilde yatan bedenine bakıyordu. Gündüz sa’atleri olmasına rağmen, her yer karanlıktı. Hattâ öyle ki, gece bile bu kadar karanlık değildi. İşte bu karanlığın içerisinde, bir güneş suretinde yatan bedenine bakıyordu. İyi de, bu nasıl oluyordu?

            Yurdun pencerelerinden birinin önündeydi. Kendine baktı, havadaydı. Uçmuyordu, lâkin havada asılı gibi duruyordu. Bir ân, sâdece bir ân baktı. Daha fazla değil. İçeride birileri, nasıl geberttik, bir faşist eksildi gibi sözler söylüyor. Besbellî bir ölüme seviniyorlardı. Peki, ama niye?

            Bir ândan daha fazla bakamadı, pencereden içeriye. O bir ân bile bütün düzenini alt etmeye yetmişti. Yeniden yerdeki güneşe gözlerini dikti. Herkes başında toplanmıştı. Hattâ polis bile gelmiş. Ancak yerdeki güneşi gördükten sonra harekete geçmişti. Bunlar olurken, o, olanların hiçbirini görmüyordu. Görmesinin bir önemi de yoktu, zâten.

            Bir ara yerdeki güneşin yüzü, yana çevrildi. Bunu fotoğraf çekmek isteyen polis fotoğrafçısı yapmıştı. Ancak o, sâdece yüzün döndüğünü gördü ve gözlerine inanamadı. Yerdeki güneş, kendisiydi. Hemen kendini yokladı. Hâyır, dedi, olamaz. Ama olmuştu, ölmüştü. O ân, gözlerinden bir damla yaş döküldü. Bu yaş, kendi gibi mânevî değil, bilâkis maddî idi. Gözlerinden akan bir damla yaş, yerdeki güneşin gözlerine değdi ve kan olarak aktı.

            Bir anda her yer aydınlanmaya başlamıştı. Ama yine de yerdeki güneş, o kadar aydınlıktı ki, göklerin güneşi, onun yanında sahte kalıyordu. Bunlar olurken, neden öldüğünü düşünmeye başladı ve biraz önce bir ânlık içeri baktığı pencere, aklına geldi. O pencerenin bulunduğu odada, kendisine yapılanlar aklına geldi, işkenceler, aklına geldi. Edilen küfürler, hakâretler aklına geldi.

* * *

            Bir sandalyeye oturtulmuştu. Elleri ve ayakları, sandalyeye bağlıydı. Arkasında sarı yıldızlı, kızıl bir “şey” asılmıştı. Sürekli soru soruyorlardı. Soru sorarken, küfür ve hakâret ediyorlardı. Ne Türklüğü, ne Müslümânlığı, ne annesi, ne kardeşleri, ne babası… Küfür ederken, hiçbir değerini bırakmıyorlardı.

            O ân içlerinden biri, grubun lideri olan, tâm karşısına geçti. “Herkesin ismini vereceksin” dedi. “Bu okulda okuyan bütün faşistlerin isimlerini, adreslerini vereceksin” dedi. Cevâb vermedi. Zâten ne sorularına, ne küfürlerine, ne de hiçbir sözlerine cevâb vermiyordu. Tâm bir tevekkül hâlinde kendini Allah’a teslîm etmişti. Sonunu biliyordu. Buradan kurtuluşu, ancak şehâdetle mümkün olacaktı. Bu önce bir his, sonra bir tahmîn, sonra da bir kaynağı bilmediği bir bilgi hâlini almıştı.

             Grubun lideri olan kişinin üzerinde hâkî yeşil bir parka, boğazlı bir kazak vardı. Bıyıkları, ba’zılarının pos bıyık dediği, ba’zılarının ise Stalin bıyığı dediği bıyık şekliydi. Boyu, biraz uzundu. Üniversitede okuyordu, ancak bu onun cehâletini ortadan kaldırmamıştı. Atıp, tutmayı seviyordu. Devrim yapacaklardı. Önce bayrağı değiştireceklerdi. Sonra devletin adından başlayarak Türk adı nerede geçiyorsa, sileceklerdi. Ardından sıra Müslümânlığa gelecekti. Gericiler, diyordu, bir tâne bırakmayacağız. Ya yeni düzene uyacaklardı, ya da yok olacaklardı. Bütün fabrikalara, atölyelere, çiftliklere, tarlalara, işçiler adına el konulacaktı. Ama ne tûhâf ki, hayâtında bir gün bile ne tarlada, ne de herhangi bir fabrika ya da atölyede çalışmamış olan bu kişi, kalkmış, her şeye işçiler adına el koyacağız, diyordu. Ama işçiler değil, bunlar el koyacaktı.

            Bunun için ise işe, faşistleri ortadan kaldırarak başlayacaklarmış. Daha faşist ve faşizm kelîmelerinin ne olduğunu bilmeyen bu kişilerin gözünde, vatanını, Türklüğünü ve dînini seven herkes, faşistti. Bu yüzden faşistlerin, üniversitede okumalarına izin vermeyeceklerdi. Onları, derslere sokmayacaklardı. Çoğu garibân âilelerin evlâdları olan ve tek dertleri okumak olan bu gençlere, izin vermeyeceklerdi. Çünkü onlar gibi olmayan herkes, yok edilmeliydi.

            Sorgu, suâl faslı, işkence ile berâber devâm etti. Hiçbir şey söylemedi. Dilinden tek kelîme çıkmadı. Ama dilinin söylemediklerini, rûhu öyle güzel anlatıyordu ki, bunu sâdece rûhların dilini bilenler anlayabilirdi. Öyle bir tevekkül vardı ki, ne sopa, ne de başka bir işkence âleti, umrunda değildi. Ancak karşısında her türlü insânî özelliği terk etmiş, tanımadıkları bir insânı, sebebsiz yere ezerek, yok edeceğini sanan insânlar vardı ve onun tavrı, bu insânların, daha da fazla insânlıktan çıkmasına yol açıyordu.

            Grubun lideri, her şeyi planlamıştı. Neler soracağını ve neler yapacağını… Hattâ öldürmek gerekirse, nasıl öldüreceğini de… “Odamdan pompayı getirin” dedi. Hemen getirdiler, bu bir bisiklet pompasıydı. Yanındakiler, “Ne yapacağız” diye sordu. “Ağzına sokun” dedi, “Ucu, ciğerlerine kadar gitsin”. Böyle bir işkenceli cinâyet diğerlerinin aklına bile gelmemişti. Ancak hepsi, buna çok sevindiler. Bunu da zâten kahkahalarıyla bellî ettiler.

            Pompanın ucunu, ağzına sokmaları zor olmadı. Zâten işkencenin etkisi ile kendinden geçmişti. Birkaç sâniyede, pompayı epeyce soktular. Liderleri olan kişi, pompa ucunun, ciğerlerine ulaştığına emîn olduktan sonra “Tamâm” dedi. “Yeterli”. Sonra arkadaşlarına döndü ve şöyle dedi. “Biz devrimci halk savaşı veriyor ve faşist halk düşmanlarına karşı mücâdele ediyoruz. Dolayısıyla bu bir cinâyet değildir. Biz, devrimin önündeki engelleri kaldırmak için faşistlere gözdağı veriyoruz. Böylece görecek ve anlayacaklar ki, hiç kimse devrimi engelleyemez.”  

            Sözlerini bitirdikten sonra bir göz işâretiyle, yanındakine emîr verdi ve ciğerlerine hava pompalamaya başladılar. Birkaç dakîka boyunca bu işlemi devâm ettirdiler. Artık ağzından oluk oluk kan akıyordu. Ama hâlâ ölmemişti. Yine bütün değerlerine bir dizi küfür ettikten sonra “Atın, şunu aşağıya” dedi. O ân pencere açıldı ve pencereden aşağı düştü.

            Cân verdiğinde havadaydı. Bu yüzden rûhu havada asılı gibi kalmıştı. Ancak bedeni yerdeydi ve güneş gibi parlıyordu. Ama aydınlıktan bahsedenlerin, hem rûhu, hem beyni karanlık olduğu için bunu göremediler.

* * *

            Cenâzenin yapılacağı âna kadar rûhu, orada kaldı. Ancak ertesi gün, yânî 24 Kasım 1970 Salı gününe kadar. Salı günü Tokat’ın Zile ilçesinden gelen selâ sesi ile bir ânda, kendisini tabutunun başında buldu. Biraz sonra vakit namâzının ezânı okundu ve bütün Zile ile dört bir yandan gelen kardeşler, hep berâber önce vaktin namâzını kıldılar, ardından da cenâze namâzı kılındı.

            Artık rûhu, şaşkınlık içerisinde değildi. Tam tersine erişilmesi güç bir mutluluk sarmıştı, bedenini. Ancak orada annesi ile babasını görmek, onu üzüyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Onlar da, oğulları üzerinden Allah tarafından “şehîd anne ve babası” olarak ödüllendirilmişti.

            Cenâze namâzı kılındıktan sonra mezârlığa geçildi ve bedeni defnedilmek üzere tabuttan çıkarıldı. O ân, iki damla göz yaşı aktı, rûhundan ve damlanın bir kısmı başına, bir kısmı da göğsüne düştü. Damlanın düşmesiyle berâber göğsünde ve başında kan görünmeye başladı ve beyaz kefeninin üzerindeki al kan, onun şehâdet berâtı oldu.

            Son küreğin atılmasından sonra rûhu, önce mezâr taşındaki “Ülkü Şehîdi Ertuğrul Dursun Önkuzu” yazısına baktı ve ardından yavaş yavaş yükseldi. O esnâda uzaklardan bir şâirin, mısrâları okunmaya başlandı. Rûhundan damlayan diğer damla ise şâirin[1] kalbine düştü ve uzaklardan gelen selâma, şi’riyle cevâb verdi.

            Önkuzu hey! Önkuzu! 
                               Önde gider Önkuzu...                  
                                                                     Anası 'Dursun' demiş...                                                                    Durmaz… Gider Önkuzu...


23 Kasım 2012

KUTLU ALTAY KOCAOVA



[1] Niyâzî Yıldırım Gençosmanoğlu

26 Ekim 2015 Pazartesi

BİR İSTİKLÂL DÂVÂSI: DOĞU TÜRKİSTAN


"Sovyetler Birliği ile komşu olan devletler, her şeyden önce bu devletle iyi geçinmesi gerekir."[1]
Tevfik Rüştü Aras

            1991 yılında Sovyetler Birliği dağılana kadar, Türkiye’de hep, “tek bağımsız Türk devleti Türkiye” sözü söylenirdi. Elbette bu söz, yanlış sayılmasa bile tam olarak doğruyu yansıttığı da söylenemez. Zîrâ 20. yüzyılın ilk yarısında çok sayıda Türk devleti kurulmuştu. Elbette bunlar, pek uzun süre yaşamamışlardı. En sonuncusu da 1949 yılında yıkılmıştı. Bu devletin adı Doğu Türkistan Cumhûriyeti idi.

            Doğu Türkistan, târihin erken dönemlerinden beri Türklerin yurdu olmuş bir bölgedir. Bununla berâber târih boyunca birkaç defâ Çin istilâsına uğramıştır. Son istilâ hareketi ise 1877 yılında gerçekleştirilmiştir. O dönemde küçük çaplı ve daha ziyâde yerel unsurlar hâlinde olsa bile kendi yönetimine sâhib olan Doğu Türkistan, Sultân Abdûlazîz Han döneminde Osmanlı saltanat ve hilâfetine biâd etmişti. Osmanlı yönetimi de, buna karşılık olarak Kaşgar’da hüküm süren Yâkub Beğ’e “emîrü’l Müslîmin” ünvânı vermişti. Ancak Çin yönetiminin başlattığı istilâ hareketi ile berâber 1877 yılında bu devlet yıkılmış ve Doğu Türkistan, Çin yönetimi altına girmişti. Çin ordusu, hemen bir işgâl yönetimi kurmuş ve 11 yıl boyunca Doğu Türkistan’da işgâl yönetimi var olmuştur. Ancak 1888 yılına gelindiğinde Çin, burada bir genel vâlilik oluşturmuş ve bir eyâlet yönetimi meydâna getirmişti. Genel vâliliğin adı ise “yeni sınır” anlamına gelen, Sinkiang olmuştu.

            İşgâle karşı ise Doğu Türkistan istiklâl mücâdelesi, hiçbir zaman hız kesmemiş ve iki defâ başarıya ulaşmıştır. İlk olarak 12 Kasım 1933 târihinde Kaşgar’ın Könci mahallesinde “Gök Bayrak”ın göndere çekilmesiyle Şarkî Türkistan İslâm Cumhûriyeti kuruldu ve cumhurbaşkanlığına Hoca Niyaz Hacı getirildi. Ancak 1934 yılında Sovyet Kızılordusu’nun bu genç cumhuriyete saldırısı ve işgâl hareketi ile berâber bu Türk devleti târihe karıştı.

            Yazımın girişinde belirttiğim söz, dönemin Türkiye Dış İşleri Bakanı olan Tevfik Rüştü Aras’ın Türkiye’den tanınma taleb eden Doğu Türkistan’ın Türkiye temsilcisi Mustafâ Kenüi’ye söylediği sözdür. Türkiye’den tanınma taleb eden ve bunun için Atatürk ile görüşmek isteyen Mustafa Kenüi'yi Tevfik Rüştü Aras, engellediği gibi Kenüi’ye de aklı sıra böyle akıl vermektedir. Henüz 11 yıl evvel İstiklâl Savaşı’nı kazanmış bir ülkenin, dış işleri bakanı… Ayrıca Mustafâ Kenüi’nin görüştüğü birkaç devlet görevlisinden daha benzeri cevâblar almış, bâzıları buna Çin’i de eklemiştir.

            Bununla berâber Doğu Türkistan İstiklâl Savaşı, cumhuriyet ordusunun tamâmen yok olduğu 1937 yılına kadar devâm etmiştir. Ancak cumhûriyet ordusunun yok olması, bir milletin istiklâl savaşını yok etmez. Doğu Türkistan İstiklâl Savaşı, devâm etmiş ve 12 Kasım 1944’de Doğu Türkistan Cumhûriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Bu ikinci cumhûriyetin başına ise Ali Han Töre getirilmişti. Ali Han Töre’nin yaptıklarından rahatsız olan Sovyetler Birliği ve Çin, cumhûrbaşkanını Gulca’daki Sovyet konsolosluğuna görüşme için da’vet etmiş, ancak konsolos binâsında alıkoyup, Sovyetler Birliği’ne kaçırmışlardı. Dünyânın herhangi bir yerinde bu şekilde kaçırılan belki de tek devlet başkanı, Ali Han Töre’dir. Daha sonra onun yerine cumhûrbaşkanı olan Ahmet Cân Kâsımî de, Eylül 1949 yılında bindiği uçağın Sovyetler tarafından düşürülmesiyle öldürüldü. Aralık ayında ise Çin Halk Kurtuluş Ordusu (Çin iç savaşında Mao Zedung tarafından kurulmuş ve hâlâ Çin Halk Cumhûriyeti’nin ordusudur) tarafından Doğu Türkistan’ın işgâli ile berâber ikinci cumhûriyet de târihe karışmıştır.

* * *

            Doğu Türkistan Cumhûriyeti’nin yıkıldığı günden beri bölgede sık sık olaylar yaşanmakta, zaman zaman bu olayların bir isyân ya da bir istiklâl hareketi hâlini aldığı görülmektedir. Bu ise topraklarını kaybeden bir toplumun en doğal hakkıdır. Bununla berâber Çin yönetiminin en küçük olaya bile nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Öldürmeler, mülklere ve mallara el koymalar, âileleri dağıtma, saç ya da sakal kesme, işkence ve daha birçok akla hayâle gelmeyecek cezâ yöntemleri…

            Buna karşılık Doğu Türkistanlı birçok Uygur ve Kazak Türkü, çâreyi göç etmekte bulmuştur. Çoğunluğu Türkiye’ye gelmek zorunda kalmış, bir kısmı ise ABD’ye yerleşmiştir. Doğu Türkistan mes’elesinde, bâzı kişilerin Çin yandaşlığı yapmasında da asıl etken de budur.

            Bilindiği gibi Türkiye, bu konularda genel olarak hep, karşı tarafı kızdırmayalım, düşüncesi ile hareket etmiştir. Bu yüzden de Dünyâ Uygur Kongresi lideri Râbiâ Kadir’e vize vermemiştir. Tabiî olarak aynı durumun Güney Âzerbaycan Türkleri’nden olan ve GAMOH örgütünün lideri Mahmut Ali Çöhreganlı’nın da başına geldiğini söylemek gerekir. Genel olarak Türkiye, dikta yönetimlerinden kaçan muhâlif isimlerin pek barınabileceği bir ülke olamamıştır. Bu durum ise bu kişilerin, ABD ya da başka ülkelerin yolunu tutmasına yol açmıştır.

            Türkiye’de eskiden beri sol hareketlerin içerisinde güçlü bir Maoist damar bulunmaktadır ve bu damarın en önemli temsilcisi ise Aydınlık hareketi ile onun lideri Doğu Perinçek ve başına geçtiği örgüt ve partiler oluşturmuştur. 1969 yılında, yasadışı olarak kurulan Türkiye İhtilâlci İşçi Köylü Partisi adıyla organize olan yapı, hemen ardından yasallaşmış ve Türkiye İşçi Köylü Partisi, Sosyalist Parti, İşçi Partisi ve son olarak da Vatan Partisi’ni çıkarmıştır. Bu arada Türkiye’de Maoist çizginin bir diğer temsilcisi ise İbrâhim Kaypakkaya tarafından kurulan yasadışı Türkiye Komünist Partisi – Marksist Leninist / Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (günümüzde Maoist Komünist Parti / Halk Kurtuluş Ordusu)’dur.

            Aydınlık hareketi olarak bilinen yapının, 80’li ve 90’lı yıllarda Apocu, 28 Şubat ardından ise Kemalist-ulusalcı bir görünüm almasına rağmen bünyesindeki Maoist ya da en azından Çin hâkimiyeti kaybolmamış ve sürmüştür. Öyle ki, bu yapı, günümüzde ulusalcı kanadı, büyük oranda kendi içinde eritmiş ve kendisini Atatürkçü, tam bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist olarak görenler, Çin yandaşı olmakta bir sakınca görmemiştir.

            Türkiye’de Doğu Türkistan mes’elesinde Türkçüler ve bâzı milliyetçi ve İslâmcı grubların dışında en çok yazanlar da bunlardır. Ancak bunlar için Doğu Türkistan mes’elesi, ABD ve genel olarak Batı emperyalizminin Çin’i yok etmek için kullandığı bir konudur ve bölgede kesinlikle herhangi bir sorun yoktur. Bu konuda özellikle en etkili kalemlerinden olan gazeteci Bânu Avar’ın yazdıklarını okumak gerekmektedir. Kendisi Doğu Türkistan konusunda duyarlılık gösterenler için sosyal medyada yer alan sayfalarında şöyle demektedir:

“Türk milliyetçilerini dış Türklere odaklayıp ana vatanı bölme oyunu 1. Dünya Savaşında da sahneye konmuştu.”

“Birileri sahte Türkçülük maskesiyle Amerikan emperyalizminin goygoycusu olacak, samimi Türkçüleri arkasına takıp felç edecek, ‘Uygurların, Güney Azerbaycanlıların hakkı derken kendi ülkesinde yok edilecek, ‘Türküm’ demek yasaklanırken bakacak, yasalardan ‘TÜRK’ sözünün kaldırılması konuşulurken seyirci kalacak, Türkiye’nin bölünmesi için Anayasa hazırlanırken eli kolu bağlı kalacak, ama Uygur, Güney Azerbaycan diye ayağa fırlayacak, Türklük ‘gazı’ da bu yolla alınmış olacaktır.”  

            Doğu Türkistan’daki yaşanan Çin zulmünün gündeme gelmesini ABD oyunu olarak sunan ve böylece Çin’i aklamaya çalışan bu yapının doğruyu söylemediği ise ortadadır. Zîrâ ABD ile Çin arasında çok güçlü bir ekonomik işbirliği vardır. Ekonomisi tamâmen ihrâcata dayanan Çin’in ABD’ye yönelik ihrâcatı, CIA verilerine göre 2014 yılında %16,9 olmuştur. Yıllık 2,343 trilyon dolar ihrâcat yapan Çin’in ABD’ye yılda yaklaşık 400 milyar dolar ihrâcat yaptığını söyleyebiliriz. Avrupa Birliği, Japonya, Avustralya, Kanada gibi Batılı emperyalistler olarak nitelenen ülke ve birlikler de eklendiğinde, rakam yarı yarıya olmaktadır. [2] [3]

            Bu rakamlara baktığımızda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, ne ABD’nin ne de Batı’nın Çin’i yok etmek ya da parçalamak gibi bir düşüncesi yoktur. Üstelik olsa bile bunun yolu, Doğu Türkistan’da yaşananlara dâir gündem yaratmak değil, doğrudan Çin’in ihrâcatına zarar vermekten geçer. ABD Kongresi’nin destek aldığı bilinen Dünyâ Uygur Kongresi’nin almış olduğu yardım, bu mes’eleyi ABD’nin yörüngesine sokmayacağı gibi, öz olarak bakıldığında İstiklâl Savaşı yıllarında yaşanan Türk-Sovyet ilişkisine benzetebiliriz. Nasıl ki, İstiklâl Savaşı yıllarındaki Sovyet desteği, Türkiye’yi Sovyet yörüngesine sokmadıysa, varlığı en düşük seviyede olan Amerikan siyâsî desteği de Doğu Türkistan’ı ABD yörüngesine sokmayacaktır.

      Kendilerine bilimsel sosyalist diyen ve Karl Marks’ın izinden gittiğini söyleyenlerin, Marksizm’in “her olayın temelinin ekonomiye dayandığı” ilkesini unuttuklarını görmek ise gerçekten ibret verici bir hakikattir.

            * * *

            Doğu Türkistan mes’elesi, bizler için farklı bir ülkede yaşanan bir olay değildir. Tûrancılık, bütün dünyâ Türklüğünü, tek millet olarak görmek ve dağınık hâlde bulunan bu milleti birleştirmek ülküsüdür. Dolayısıyla bizim için Doğu Türkistan mes’elesi, bir kardeş ülkenin ya da milletin değil, bizzât bizim sorunumuzdur. Bizim için Ankara, İstanbul, Astana, Ürümçi, Ötüken, Lefkoşa, Bâkû ve Kırım aynıdır. Dolayısıyla Türkçüler, Doğu Türkistan mes’elesinde gönülden hareket ederler.

            Birileri Doğu Türkistan’da yaşanan katliâmların üzerini birkaç sahte fotoğraf üzerinden örtmeye kalksa da, birileri Doğu Türkistan’da yaşanan katliâmların üzerini birkaç aptalca olay üzerinden örtmeye kalksa da, bunu başaramayacaklar ve binlerce yıllık Türk yurdu, yeniden istiklâline kavuşacaktır. Yaşananlar göstermiştir ki, Tûrancılık dışındaki bütün millîyetçi akımlar sakattır ve yok olmaya mahkûmdur.

KUTLU ALTAY KOCAOVA

07.07.2015




[1] http://www.hurgokbayrak.com/yeni_sayfa_150.htm
[2] https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/ch.html
[3] http://english.mofcom.gov.cn/article/zt_chinastatistics2014/news/201501/20150100862375.shtml

15 Eylül 2015 Salı

KÖY ENSTİTÜLERİ

“Bu umumî şartlardan sonra bendeniz, bu kânûnda bir noktayı mahzûrlu görüyorum: O da 3. maddesi hükmile Köy Enstitüleri'ni, yalnız köy ilk okullarını bitiren çocuklara hasrediliyor. Şehir ve kasaba çocuklarının köylerle temasını kesiyor. Hâlbuki dünyânın her tarafında bu temâsı çoğaltmak için yeni yeni tedbirler alındığını görüyoruz. Büyük şehir çocuklarının köylere gitmelerini te'mîn için bütün milletler yarış ediyorlar. Biz ise, bir iki şehrimiz müstesnâ, İstanbul, İzmir, Bursa gibi diğerleri zâten mâhiyeti itibârile ufak olan ve halkının büyük bir kısmı ziraât yâni köy işlerile meşgul olan kasabamsı şehirlerde ve kasabalarımızın mekteblerinden çıkan ve belki de babasının ziraâtla ve yâhûd meyvacılıkla meşgul olan çocukları bile köylere almıyoruz. Şu hâlde 40 - 50 sene sonraki hayâtı tasvîr edersek memleketimiz ikiye ayrılmış olacaktır. Biri köylünün kendi ruhile terbiyesi, biri de şehirli kısmı. Hâlbûki bugün görüyoruz, gerek iktisâdî ve gerekse siyâsî bir takım doktrinlerle tıpkı ahlâkî mes'elede arzettiğim gibi büyük büyük teşekküllerle büyük devletler çok meşgûl oluyorlar. Biz şehir ve köy çocuklarına böyle birbirlerile kaynaştıracak yerde bir sâfiyet-i fikrîye ile ayırırsak, sonra acaba bu köylere başka taraflardan yapılacak telkînlerle günün birinde biz bu şehirlilerin karşısında başka fikirlerle onları mücehhez bulmaz mıyız?”

Kâzım Karabekir – 17 Nîsân 1940 – Köy Enstitüleri hakkında TBMM görüşmeleri

"Bendenizce Köy Enstitüleri, memlekette ilmî bir sûrette köylüyü kalkındırmak ve köylüyü terbiye etmek ve köylüye cihânı anlatmak için büyük bir teşebbüstür. Fakat bu teşebbüs köylüyü, şehre getirmek teşebbüsü değildir. Köylünün köyüne, arâzisine sevgi ile bağlı olarak köyünde çalışması için yapılmıştır."

Kâzım Nami Duru (Manisa Milletvekili) - 17 Nîsân 1940

"Arkadaşlar; bu kânûnla bizim yaptığımız şey, bir kopya değildir. Fakat indî, uydurma bir iş de değildir. Bizim yaptığımız bu işi, Bulgaristan'da başka mâhiyette görürsünüz, Meksika'da başka şekilde bulursunuz. İlk öğretim mes'elesini bundan bir asır evvel hâlletmiş memleketlerde de başka şekillere tesâdüf edersiniz. Biz hiç bir memleketin ilk tahsîl mes'elesini hâllederken aldığı tedbîrleri aynen almadık. Hepsinin târîhini biliyoruz, câhîli değiliz. Bunları kendi memleketimizin fiîlî hakîkatine ve içtimaî realitesine uyarak yapmış bulunuyoruz."

Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel - 17 Nîsân 1940

            Köy Enstitüleri, kurulduğu dönemden beri Türk eğitim sistemi içerisinde tartışılan kurumlar olmuşlardır. 1940’lı yılların köy eğitiminin temelini oluşturan bu yapı, bir kesim için muhteşem bir eser iken, bir kesim için ise tam tersi bir şekilde bozguncu bir yapıdır. Bu okullarla ilgili yapılan her iki yorumda, bilimsellikten uzak yorumlardır. Peki, Köy Enstitüleri’nin gerçekte durumu nasıldı?

            Köy Enstitüleri, 1940 yılında kurulmuş olan köy öğretmen okulları ile köy eğitim merkezleri denilebilecek kurumlardır. Geçmişteki köy öğretmen okulları ile ba’zı köy okullarının Alman nasyonel sosyalizmi ile Sovyet komünizmindeki “kollektivist” köy-tarım okullarının, Türkiye koşullarına uyarlanmasıyla oluşturulmuş kurumlardır. Her ne kadar gerek dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel,  gerek dönemin İlköğretim genel müdürü İsmâil Hakkı Tonguç ve diğer birçok kişi, Köy Enstitüleri’nin tamâmen millî bir kurum olduğunu ve hiçbir yerden etkilenme olmadığını söyleseler de, Köy Enstitüleri’nin kuruluşundan önceki yıllardan hem Almanya’da, hem de SSCB’de kurulan “kollektivist” köy-tarım okullarının, hem programı, hem hedefi ile Köy Enstitüleri arasında çok sayıda benzerlik bulunmaktadır. Kaldı ki, dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in yukarıda alıntı yaptığım sözlerinde, sistemin, birçok ülkeden alınmış olduğu ortaya çıkmıştır.

            Yukarıda alıntı yaptığım üç konuşmada, “Köy Enstitüleri Hakkındaki Kânûn”un TBMM’ne sunulduğu 17 Nîsân 1940 târîhinde yapılmıştır. Kâzım Karabekir Paşa’nın konuşmasının tamâmına bakıldığında, genel olarak Köy Enstitüleri ile ilgili övücü sözler söylemektedir. Ancak alıntı yaptığım kısımda da görüleceği gibi bu kurum ile ilgili çekincelerini belirtmiştir. Gerçi Hasan Âli Yücel, buna, kendince bir cevâb verse de, bu cevâb, sâdece geçiştirme amacı taşıyan bir cevâb olmuştur.

         Karabekir Paşa’ya göre bu okulların kuruluş kânununda, sâdece köy çocuklarına açık olduğunun yer alması, köylü ve şehirli ayrımına yol açacaktır ve köy çocukları ile şehir çocuklarının farklı bir kültüre sâhib olmalarına yol açacaktır. Eğitimin en önemli amaçlarından biri, milleti birbirine yaklaştırma ve bölünmeyi engellemektir. Oysa böyle bir ayrımın, kânûnun 3. maddesine eklenmesi, devletin, bizzât kendi ayağına kurşun sıkması demektir. Kaldı ki, bu kurumun kaldırılmasından sonra yaşananlar ve birçok enstitü me’zûnunun yaptıkları, açık bir şekilde Karabekir Paşa’nın ne kadar haklı olduğunu göstermiştir.

            Bununla berâber Köy Enstitüleri’nin bir Türkiye modeli ortaya koymuş olduğu muhakkaktır. Manisa milletvekili Kâzım Nami Duru’nun da ifâde ettiği gibi asıl mes’ele, köylünün köyünde kalarak, yaşamasını te’min etmektir. Oysa bilindiği üzere o dönemde 17 milyon olan Türkiye nüfusunun büyük bölümü köylerde yaşamaktadır. Bu yüzden de sanâyîleşmek isteyen ve fabrikalar açan Türkiye için bu aslâ kabûl edilemez bir durumdur. Zîrâ sanâyîleşmek için şehirlerde yeteri kadar işçi nüfûsuna ihtiyâc vardır. Bu ise ancak köyden, kente göç ile te’min edilebilirdi. Enstitüler ise bunun önüne geçtiği için Türkiye’nin sanâyileşmesi için ciddî bir engel teşkîl etmesi ihtimâli belirmiştir. Tabiî olarak Türkiye’nin sanâyîleşmesini, Köy Enstitüleri engelledi, gibi bir genelleme bilimselliğe ve gerçeğe uymaz. Ancak payını inkâr etmekte yanlış olur.

            Dışarıdan bakıldığında “köycü” gibi görünen bu kurum, var olduğu dönemde köylüye dönük “angarya” uygulaması, öğrencilerle berâber “köylüyü terbîye” gibi uygulamalardan dolayı köylerde de zamân zamân tepkiyle karşılanmıştır.


         Sonuç olarak bakıldığında Köy Enstitüleri’ni kuşbakışı olarak incelediğimizde, yanlış zamânda, yanlış amaçlarla, yanlış şekilde programlanmış ve yapılandırılmış, olumlu bir kurum olarak niteleyebiliriz. Bu yüzden de önce içi boşaltılmış ve işlevsizleştirilmiş, sonra da kapatılmıştır. Dışarıda olan her şeyi, aynen Türkiye’ye almanın, bunu yaparken de Türkiye’ye uyup uymayacağını düşünmeyenlerin, bu kurumların ortadan kaldırılmasında en büyük payı olduğu unutulmamalıdır.     

22 Kasım 2012

KUTLU ALTAY KOCAOVA