23 Kasım 2015 Pazartesi

KURT YÜREKLİ KUZU - DURSUN ÖNKUZU


-  Vahşîce biçimde öldürülen millîyetçi öğrenci Dursun Önkuzu'nun ve bütün şehîdlerimizin azîz hâtırâsına... - 

                Yerde aydınlık bir şekilde yatan bedenine bakıyordu. Gündüz sa’atleri olmasına rağmen, her yer karanlıktı. Hattâ öyle ki, gece bile bu kadar karanlık değildi. İşte bu karanlığın içerisinde, bir güneş suretinde yatan bedenine bakıyordu. İyi de, bu nasıl oluyordu?

            Yurdun pencerelerinden birinin önündeydi. Kendine baktı, havadaydı. Uçmuyordu, lâkin havada asılı gibi duruyordu. Bir ân, sâdece bir ân baktı. Daha fazla değil. İçeride birileri, nasıl geberttik, bir faşist eksildi gibi sözler söylüyor. Besbellî bir ölüme seviniyorlardı. Peki, ama niye?

            Bir ândan daha fazla bakamadı, pencereden içeriye. O bir ân bile bütün düzenini alt etmeye yetmişti. Yeniden yerdeki güneşe gözlerini dikti. Herkes başında toplanmıştı. Hattâ polis bile gelmiş. Ancak yerdeki güneşi gördükten sonra harekete geçmişti. Bunlar olurken, o, olanların hiçbirini görmüyordu. Görmesinin bir önemi de yoktu, zâten.

            Bir ara yerdeki güneşin yüzü, yana çevrildi. Bunu fotoğraf çekmek isteyen polis fotoğrafçısı yapmıştı. Ancak o, sâdece yüzün döndüğünü gördü ve gözlerine inanamadı. Yerdeki güneş, kendisiydi. Hemen kendini yokladı. Hâyır, dedi, olamaz. Ama olmuştu, ölmüştü. O ân, gözlerinden bir damla yaş döküldü. Bu yaş, kendi gibi mânevî değil, bilâkis maddî idi. Gözlerinden akan bir damla yaş, yerdeki güneşin gözlerine değdi ve kan olarak aktı.

            Bir anda her yer aydınlanmaya başlamıştı. Ama yine de yerdeki güneş, o kadar aydınlıktı ki, göklerin güneşi, onun yanında sahte kalıyordu. Bunlar olurken, neden öldüğünü düşünmeye başladı ve biraz önce bir ânlık içeri baktığı pencere, aklına geldi. O pencerenin bulunduğu odada, kendisine yapılanlar aklına geldi, işkenceler, aklına geldi. Edilen küfürler, hakâretler aklına geldi.

* * *

            Bir sandalyeye oturtulmuştu. Elleri ve ayakları, sandalyeye bağlıydı. Arkasında sarı yıldızlı, kızıl bir “şey” asılmıştı. Sürekli soru soruyorlardı. Soru sorarken, küfür ve hakâret ediyorlardı. Ne Türklüğü, ne Müslümânlığı, ne annesi, ne kardeşleri, ne babası… Küfür ederken, hiçbir değerini bırakmıyorlardı.

            O ân içlerinden biri, grubun lideri olan, tâm karşısına geçti. “Herkesin ismini vereceksin” dedi. “Bu okulda okuyan bütün faşistlerin isimlerini, adreslerini vereceksin” dedi. Cevâb vermedi. Zâten ne sorularına, ne küfürlerine, ne de hiçbir sözlerine cevâb vermiyordu. Tâm bir tevekkül hâlinde kendini Allah’a teslîm etmişti. Sonunu biliyordu. Buradan kurtuluşu, ancak şehâdetle mümkün olacaktı. Bu önce bir his, sonra bir tahmîn, sonra da bir kaynağı bilmediği bir bilgi hâlini almıştı.

             Grubun lideri olan kişinin üzerinde hâkî yeşil bir parka, boğazlı bir kazak vardı. Bıyıkları, ba’zılarının pos bıyık dediği, ba’zılarının ise Stalin bıyığı dediği bıyık şekliydi. Boyu, biraz uzundu. Üniversitede okuyordu, ancak bu onun cehâletini ortadan kaldırmamıştı. Atıp, tutmayı seviyordu. Devrim yapacaklardı. Önce bayrağı değiştireceklerdi. Sonra devletin adından başlayarak Türk adı nerede geçiyorsa, sileceklerdi. Ardından sıra Müslümânlığa gelecekti. Gericiler, diyordu, bir tâne bırakmayacağız. Ya yeni düzene uyacaklardı, ya da yok olacaklardı. Bütün fabrikalara, atölyelere, çiftliklere, tarlalara, işçiler adına el konulacaktı. Ama ne tûhâf ki, hayâtında bir gün bile ne tarlada, ne de herhangi bir fabrika ya da atölyede çalışmamış olan bu kişi, kalkmış, her şeye işçiler adına el koyacağız, diyordu. Ama işçiler değil, bunlar el koyacaktı.

            Bunun için ise işe, faşistleri ortadan kaldırarak başlayacaklarmış. Daha faşist ve faşizm kelîmelerinin ne olduğunu bilmeyen bu kişilerin gözünde, vatanını, Türklüğünü ve dînini seven herkes, faşistti. Bu yüzden faşistlerin, üniversitede okumalarına izin vermeyeceklerdi. Onları, derslere sokmayacaklardı. Çoğu garibân âilelerin evlâdları olan ve tek dertleri okumak olan bu gençlere, izin vermeyeceklerdi. Çünkü onlar gibi olmayan herkes, yok edilmeliydi.

            Sorgu, suâl faslı, işkence ile berâber devâm etti. Hiçbir şey söylemedi. Dilinden tek kelîme çıkmadı. Ama dilinin söylemediklerini, rûhu öyle güzel anlatıyordu ki, bunu sâdece rûhların dilini bilenler anlayabilirdi. Öyle bir tevekkül vardı ki, ne sopa, ne de başka bir işkence âleti, umrunda değildi. Ancak karşısında her türlü insânî özelliği terk etmiş, tanımadıkları bir insânı, sebebsiz yere ezerek, yok edeceğini sanan insânlar vardı ve onun tavrı, bu insânların, daha da fazla insânlıktan çıkmasına yol açıyordu.

            Grubun lideri, her şeyi planlamıştı. Neler soracağını ve neler yapacağını… Hattâ öldürmek gerekirse, nasıl öldüreceğini de… “Odamdan pompayı getirin” dedi. Hemen getirdiler, bu bir bisiklet pompasıydı. Yanındakiler, “Ne yapacağız” diye sordu. “Ağzına sokun” dedi, “Ucu, ciğerlerine kadar gitsin”. Böyle bir işkenceli cinâyet diğerlerinin aklına bile gelmemişti. Ancak hepsi, buna çok sevindiler. Bunu da zâten kahkahalarıyla bellî ettiler.

            Pompanın ucunu, ağzına sokmaları zor olmadı. Zâten işkencenin etkisi ile kendinden geçmişti. Birkaç sâniyede, pompayı epeyce soktular. Liderleri olan kişi, pompa ucunun, ciğerlerine ulaştığına emîn olduktan sonra “Tamâm” dedi. “Yeterli”. Sonra arkadaşlarına döndü ve şöyle dedi. “Biz devrimci halk savaşı veriyor ve faşist halk düşmanlarına karşı mücâdele ediyoruz. Dolayısıyla bu bir cinâyet değildir. Biz, devrimin önündeki engelleri kaldırmak için faşistlere gözdağı veriyoruz. Böylece görecek ve anlayacaklar ki, hiç kimse devrimi engelleyemez.”  

            Sözlerini bitirdikten sonra bir göz işâretiyle, yanındakine emîr verdi ve ciğerlerine hava pompalamaya başladılar. Birkaç dakîka boyunca bu işlemi devâm ettirdiler. Artık ağzından oluk oluk kan akıyordu. Ama hâlâ ölmemişti. Yine bütün değerlerine bir dizi küfür ettikten sonra “Atın, şunu aşağıya” dedi. O ân pencere açıldı ve pencereden aşağı düştü.

            Cân verdiğinde havadaydı. Bu yüzden rûhu havada asılı gibi kalmıştı. Ancak bedeni yerdeydi ve güneş gibi parlıyordu. Ama aydınlıktan bahsedenlerin, hem rûhu, hem beyni karanlık olduğu için bunu göremediler.

* * *

            Cenâzenin yapılacağı âna kadar rûhu, orada kaldı. Ancak ertesi gün, yânî 24 Kasım 1970 Salı gününe kadar. Salı günü Tokat’ın Zile ilçesinden gelen selâ sesi ile bir ânda, kendisini tabutunun başında buldu. Biraz sonra vakit namâzının ezânı okundu ve bütün Zile ile dört bir yandan gelen kardeşler, hep berâber önce vaktin namâzını kıldılar, ardından da cenâze namâzı kılındı.

            Artık rûhu, şaşkınlık içerisinde değildi. Tam tersine erişilmesi güç bir mutluluk sarmıştı, bedenini. Ancak orada annesi ile babasını görmek, onu üzüyordu. Ama yapacak bir şey yoktu. Onlar da, oğulları üzerinden Allah tarafından “şehîd anne ve babası” olarak ödüllendirilmişti.

            Cenâze namâzı kılındıktan sonra mezârlığa geçildi ve bedeni defnedilmek üzere tabuttan çıkarıldı. O ân, iki damla göz yaşı aktı, rûhundan ve damlanın bir kısmı başına, bir kısmı da göğsüne düştü. Damlanın düşmesiyle berâber göğsünde ve başında kan görünmeye başladı ve beyaz kefeninin üzerindeki al kan, onun şehâdet berâtı oldu.

            Son küreğin atılmasından sonra rûhu, önce mezâr taşındaki “Ülkü Şehîdi Ertuğrul Dursun Önkuzu” yazısına baktı ve ardından yavaş yavaş yükseldi. O esnâda uzaklardan bir şâirin, mısrâları okunmaya başlandı. Rûhundan damlayan diğer damla ise şâirin[1] kalbine düştü ve uzaklardan gelen selâma, şi’riyle cevâb verdi.

            Önkuzu hey! Önkuzu! 
                               Önde gider Önkuzu...                  
                                                                     Anası 'Dursun' demiş...                                                                    Durmaz… Gider Önkuzu...


23 Kasım 2012

KUTLU ALTAY KOCAOVA



[1] Niyâzî Yıldırım Gençosmanoğlu

2 yorum: