28 Haziran 2015 Pazar

HAÇLI SEFERLERİ’NİN BİLİNMEYEN TARAFI: HAÇLI ORDULARI’NIN HAÇLI TÜRKLERİ


            Şimdiye kadar Haçlı Seferleri ve Haçlılarla ilgili sayısız çalışma yapılmıştır. Aynı şekilde bu savaşların taraflarından birini oluşturan Türklerle ilgili de sayısız çalışma yapılmıştır. Ancak Haçlı Seferleri’ne Haçlı ordularının içerisinde katılan Hristiyan Türklerle ilgili bir çalışma yapılmamıştır.
            Ancak, elbette ki, bu konuda bir çalışma olmaması, bu konudaki gerçekliğin üzerini örtemez. Son dönemde yazılan Haçlı Seferleri ile ilgili kaynaklarda bilgiler sınırlı olsa da, birinci el kaynak olarak nitelenen kaynaklarda, yeteri kadar bilgi bulunmaktadır.
            Bu arada şu noktayı da, vurgulamamız gerekir. Haçlı ordularında yer alan Türklerin bir kısmı farklı Avrupalı devletlerin, bir kısmı da bizzât kendi başbuğlarının emri altında yer almışlardır.
            Bununla berâber öncelikle Haçlı Seferleri’ne bakmamız gerekiyor. Bilindiği gibi Haçlı Seferleri, Papa II. Urbanus’un 27 Kasım 1095 târihinde, Fransa’nın iç kesimlerinde yer alan Clermont’ta toplanan konsilde, Müslümân Doğu’ya yönelik bir seferi îlân etmesiyle başlamıştır. Tabiî olarak sonraki târihlerde (1101, 1147, 1189, 1202) tekrarlanmıştır. Elbette sonraki seferlerin hiçbiri birincisi kadar etkili ve kuvvetli olmasa da, Haçlı seferleri düşüncesi ortadan kalkana kadar bölgedeki etkisini sürdürmüştür.
            Haçlı Seferleri’nin ortaya çıkmasında, en temel sebep, Avrupa’nın içinde bulunduğu ekonomik durumdur. Ticâret yollarının Müslümân toplumların elinde olması, ekonomik olarak büyük sıkıntılar yaşayan Avrupalı Hristiyan toplumlar üzerinde önemli etkilere yol açmıştır. Dînî bir harekât gibi sunulmasına rağmen seferlerin, tamâmen ekonomik amaçlara dayandığını göz ardı edemeyiz. Hattâ bu konuda bâzı târihçiler, Haçlı Seferleri’nin tanımını şu şekilde yapmaktadır:
            “Haçlı Seferleri ortaçağda, Avrupalıların Akdeniz ticaretinden, dolayısıyla merkezî dünya ticaretinden daha çok pay elde etmek için Akdeniz ticaret yollarını Avrupalılara kapayan İslam devletlerini yararak, Doğu Akdeniz ticaret kavşakları ve limanları aracılığıyla ipek ve baharat ticareti yollarını ele geçirdikleri askerî harekâtın adıdır.”[1]
            Bu durumu şöyle niteleyebiliriz. Hindistan’dan ya da Çin’den gelen ürünler, en fazla İslâm ülkeleri üzerinden geçmekte ve Avrupa’ya bu şekilde ulaşmaktadır. Dolayısıyla bu ürünler, Avrupa’ya ulaştığında aşırı yüksek fiâtlara sebep olmaktadır. Oysa Doğu Akdeniz bölgesi ele geçirilebilirse, Kızıldeniz kıyılarına da ulaşılmış olur ve İpek ya da Baharat yolu gibi uluslar arası ticâret yollarının varış noktası, ele geçirilmiş olur. Kızıldeniz kıyılarında kurulacak tersâne ve limanlar ile de deniz yoluyla Hindistan ve Çin’e ulaşmak zor değildir. Tabiî Avrupa’nın bu düşüncesi, ancak coğrâfî keşiflerle berâber gerçekleşmiştir.
            Avrupalıların, deniz yoluyla doğrudan Hindistan’a ve Çin’e ulaşmayı öğrendiği coğrâfî keşiflere kadar İpek, Baharat, Kürk ve benzeri uluslar arası ticâret yolları için sürekli savaşlar yapılmıştır. Öz olarak Türk-Çin, Bizans-İrân, Türk-İrân, Arap-Bizans, Arap-İrân, Türk-Bizans savaşlarının temelinde bu vardır. Diyebiliriz ki, Haçlı Seferleri, bu savaşlara, Avrupa’nın tek ve büyük bir güç olarak dâhil olup, bu yolları kendi kontrolüne alma çabasıdır. Elbette bu çabada, Müslümânların cihâd, gazâ gibi dînî kavramları kullanması gibi Hristiyanlar da haç ve Îsâ gibi dînî kavramları kullanmışlardır.
            Avrupalı toplumların her kesimi için de bu seferler, büyük bir kurtuluş kapısı olarak görülmüştür. Kilise için dînî ve ekonomik gücünü arttırma fırsatı; krallar, prensler ve diğer yöneticiler için yeni topraklar ile ekonomik ve siyâsî gücünü arttırma fırsatı; sıradan halk için ise bir şekilde zengin olma ya da öldüğünde cennete gitme fırsatı. Ama ne olursa olsun, Papa II. Urbanus’un başlattığı birinci seferden îtibâren Haçlı Seferleri, Avrupalı toplumların geneline hitâb etmeyi başarmıştır.
            Bununla berâber Haçlı Seferleri’nin Papalık merkezli Katolik Avrupa’nın dışında ikinci ayağını ise Bizans oluşturmaktadır. Her ne kadar sonradan, Bizans için bir felâkete dönüşmüş olsa da, Müslümân Türklere (Selçuklu) karşı Bizans için Haçlı Seferleri kurtarıcı olmuştur. Zîrâ Malazgird Meydân Muharebesi’nden hemen sonra Türk kitlelerinin Anadolu’ya girmeye başlaması ile berâber Bizans, çok kısa sürede bütün Anadolu’yu kaybetmiştir. Öyle ki, 1078-1080 dolaylarında İstanbul ve Çanakkale boğazlarına kadar Türkler ulaşmayı başarmıştır. Dolayısıyla Bizans için Haçlı Seferleri, kaybettiği topraklarının bir kısmını geri almak için fırsat olmuştur. İznik, Kütahya, İzmir ve daha birçok şehri geri almışlardır. Özellikle 19 Haziran 1097 târihinde İznik’in geri alınışı tamâmen Haçlı ordularının başarısıdır. Bununla berâber dönemin Bizans imparatoru Aleksios Komnenos, bu yardımın karşılığında yapması gerekenleri yapmamıştır.[2] Bu ise sonraki seferlerde, Haçlıların Bizans’a karşı olumsuz tavır ve fikrin içerisinde olmasının sebepleri arasında olmuştur.
* * *
            Çalışmamızın konusunu oluşturan Haçlı orduları içerisinde yer alan Haçlı Türklerle ilgili olarak öncelikle şunu söylememiz gerekir. Bunların bir kısmı, Katolik Hristiyanlığı benimseyen, yâni Papa’ya dînî bağlılığı olan Türkler iken, bir kısmı da Ortodoks Hristiyanlığı benimseyen, yâni Bizans’a dînî bağlılığı olan Türklerdir. Birinci kısımdakiler, genelde Avrupalı orduların içerisinde ya da kendi başbuğlarının emrinde yer alırken, ikinci kısımdakiler daha ziyâde Bizans ordusunda yer almıştır. Bunun dışında Anadolu çevresindeki Gürcü, Ermenî ve benzeri devlet ve devletçiklerde de Hristiyan Türklerin varlığı, bilinen bir gerçektir.
            Haçlı Türklerin büyük çoğunluğunu Kumanlar oluştururken, çok az bir kısmını da Hristiyan olan Peçenek, Oğuz ve benzeri Türk boyları oluşturmuştur. Bu noktada bâzı Haçlı kroniklerinden ve dönemin Arap kaynaklarından alıntılar yapacağım.
            4. Haçlı Seferi’nin önde gelen isimlerinden olan Fransız mareşal Geoffroi de Villehardouin ile yine 4. Haçlı Seferi’nin önemli isimlerinden olan ve “İmparator Henri” olarak bilinen Henri de Valenciennes’in kronikleri ile 1. ve 2. Haçlı Seferleri’ni gören ve kaleme alan Arap kökenli İbn Kalânisî’nin eseri, bu noktada bize ışık tutmaktadır.
            Şimdi 1. ve 2. Haçlı Seferi’nden başlayabiliriz.
            1. ve 2. Haçlı Seferleri’ni gören Arap kökenli İbn Kalânisî, Haçlıların yanında savaşan bir Türk birliğinden şöyle söz etmektedir:
            “Böylece şehirlerine yakın olduğu için ahali başlarına gelen talihsizliklerden şikâyet ederek Tarablus’u elinde bulunduran Kadı Fahr’ül Mulûk Ebû Ali ‘Ammâr b. Muhammed b. ‘Ammâr’a başvurdu. [Kadı] isteklerine kavuşmaları için onlara yardım edeceğine ve oraya bir birlik göndereceğine söz verdi. Ordusundan dikkate değer derecede büyük bir birliği onlara gönderdi. Ordu şehre girdi ve Türklere karşı yerli halk da onlara katıldı. Böylece Türkleri yendiler, onları şehirden atarak şehri ele geçirdiler.”[3]
            Burada anlatılan olayda doğrudan Türkler ifâdesinin geçmesi çok ilginçtir. Zîrâ o dönemde Türkler, genellikle Selçuklu ve ona bağlı beylik ve atabeylikler için kullanılırdı. Bununla berâber burada ifâde edilen Türklerin başında bulunan Tâcü’l Mulûk, Müslümân bir Türk’tür. Onun emrindeki Türklerin ise çoğu Hristiyandır. Ancak burada dikkâte değer bir nokta vardır. İbn Kalânisî, eserinin birçok yerinde Türklere ilişkin övgülerde bulunmaktadır. Haçlı ordularına karşı (Frenkler diye geçmektedir), Selçuklu, Artuklu ve benzeri Türk orduları için de Türkler ifâdesini kullanmaktadır. Yâni çeşitli Türk boy ve hânedânlıklarını ayrı ayrı ele almamakta, sâdece ırk adıyla değerlendirmektedir.
            Başka bir kısımda da Hristiyan Gürcülerin saldırısı anlatılmaktadır. İbn Kalânisî, bu kısımda Türkler ya da Kumanlar dememektedir. Ancak o dönemdeki Gürcü Krallığı’nın ordusu, tamâmen Kumanlardan oluştuğu için bunu da eklemek gerekmektedir.
            “Bu sene [515 senesi (29 Mart 1121 – 18 Mart 1122) – K.A.K.] Gürcülerin Durûb’da ortaya çıktıkları ve Melik Tuğrul’un topraklarına girdikleri haberi geldi. Melik Tuğrul, Sâhib -i Haleb Emîr Necme’d-Dîn İl-Gâzî b. Artuk’tan, Türkmenlerden ve Emîr Dübeys b. Sadaka b. Mazyad’dan yardım istedi. Onun bu davetine icabet ettiler. Gürcü ordusu korku içinde kaçtı.” [4]
            Ayrıca İbn Kalânisî, “Durkubûliyye” dediği, Haçlı ordusunun içinde görev yapan ve Müslümân Türklerin eline esîr düşen, Haçlı Türk askerlerinden de söz etmekte ve şöyle demektedir:
            “Komutanları, kale ve illerinin valilerinden her biri tek başına bir at üzerine oturtuldu; hepsi de zırhlarını, miğferlerini kuşanmış vaziyette idiler ve ellerinde de bayraklar vardı. Piyadeler, yani Sercündiyye ve ed-Durkubûliyye ise üçer dörder ya da bundan az ve çok olmak üzere birbirlerine bağlanmışlardı.”[5]
            Ayrıca 3. Haçlı Seferi dönemindeki muharebelerden biri olan Arsuf Muharebesi’nde de Türkopol denilen Haçlı Türk askerlerini görüyoruz. İngiliz kralı 1. Richard emrinde savaşan bu Türklerin sayısı, bâzı kaynaklarda on bini bulmaktadır. Ancak bu sayı, abartılı olsa da, birkaç bin civârında Türk kökenli paralı askerin Haçlı saflarında savaştığını söyleyebiliriz.
            İbn Kalânisî’nin, “Durkubûliyye” dediği, Bizans kaynakları üzerinden de “Türkopol” olarak nitelendirilen bu paralı Türk askerleri, ilk olarak Bizans ordusunda görülmüştür. Sonrasında ise hem Bizans, hem de çeşitli Avrupalı ülkelerin ordularında yer almışlardır. Osmanlı döneminde Karaman Rûmları denilen ve 1923 tehcîriyle Yunanistan’a gönderilen topluluğun, bunların ardılları olduğunu söyleyen birçok ciddî târihçi bulunmaktadır.
            Bunun dışında kendi başbuğunun emrinde savaşan Türkler de bulunmaktadır. Gerçi Balkanlarda yaşanan olaylardan dolayı çoğunluğu Haçlılara karşı savaşsa da, bir kısmının Haçlıların yanında savaştığı da görülmektedir.
            Bu konuda 4. Haçlı Seferi sırasında bizzât olayların içinde olan Fransız mareşal Geoffroi de Villehardouin, şöyle demektedir:
            “357. O geceyi de öyle geçirip Paskalya bayramının perşembe sabahını ettiler (14 Nisan 1205) ve ayini dinleyip yemek yediler. O sırada Kumanlar çadırlara kadar koşarak geldiler; ve alarm verildi ve herkes silahlarına koştu ve düzenli savaş birlikleri kamptan çıkıp daha önce konuşulduğu gibi saf tuttu.”[6]
            Burada görüldüğü gibi Kumanlar, önemli bir görevde değiller. Ancak bir nevî gözcü ya da haberci gibi oldukları görülüyor. Bununla berâber baskını yapanlar da Valak Kralı Kaloyan’ın emrindeki Kumanlar ile Valaklardır. Buna göre Kumanların arasında da farklılığın olduğunu söyleyebiliriz. Villehardouin, devâmında şöyle demektedir:
            “358. İlk önce Kont Louis birliğiyle birlikte dışarı çıktı ve Kumanların peşinden gitti ve onları takip ettiğini İmparator Baudouin’e bildirdi. Heyhat! Akşam yaptıkları düzenlemeyi ne çabuk unutmuşlardı! Kumanları böyle iki fersah izleyip uzun süre kovaladılar. Ve sonra Kumanlar onlara doğru döndü ve haykırmaya ve ok atmaya başladılar.”[7]
            Burada Bulgar Kralı Kaloyan’ın emrinde Bizans için savaşan bir Kuman-Valak ordusunun olduğunu görüyoruz. Sonraki kısımlarında da Kaloyan’ın Kuman-Valak ordusunu, yine Bizans’a yardım için gönderdiğini görüyoruz.
            “404. Ve Valak ve Bulgar Kralı Kaloyan da köşesine çekilmemişti; çok zengin ve güçlü bir adamdı ve çok sayıda Kuman ve Valak topladı. Noel’den üç hafta sonra onları Romania [Doğu Roma - K.A.K.] topraklarına, Hadrianapolis ve Didymoteikhon’dakilere yardım etmek üzere gönderdi; onlar da bundan güç ve cesaret alarak daha çok akın yapmaya başladılar.”[8]
            “410. Kumanlar ve Valaklar ve Bizanslılar muzaffer bir biçimde, iyi atlar ve iyi zırhlar ele geçirerek geri döndüler.”[9]
            “461. O zaman Kaloyan kendi orduları ve gelip ona katılmış büyük bir Kuman ordusuyla birlikte Valakia’dan [şimdiki Romanya – K.A.K.] çıktı ve Romania’ya girdi. Ve Kumanlar Konstantinopolis kapılarına kadar geldi.”
            Görüldüğü gibi Bizans’a destek veren Kumanlar, Haçlı ordularına karşı önemli savaşlar vermişlerdir. Bununla birlikte kroniklerde adı geçen ve Bulgar kralı olarak yer alan Kaloyan’ın kim olduğunu da, bu konuyu kavramak adına bilmek gerekir.
            Kaloyan, Kuman Türkleri’nden bir Bulgar kralıdır. Bir Hristiyan olan Kaloyan ile Papa III. Innocentius’un yazışmaları, oldukça ilginçtir. Bu yazışmalarda Papa, Bulgar kilisesi ile Katolik kilisesinin birleşmesini istemiş ve Bulgar ülkesinde bir piskoposluk ile siyâsî destek teklîf etmiştir. Bununla berâber Haçlıların davranışlarından ve Bizans’ın yardım isteklerinden dolayı sürekli olarak İstanbul’a yerleşen Haçlı ordularıyla savaşmak durumunda kalmıştır. Kaloyan zamânında Bulgar krallığı, İstanbul’u, Edirne’yi, Selânik’i kuşatabilecek bir güce dönüşmüş ve büyük bir Balkan devleti hâline gelmiştir. Bununla berâber Kaloyan, 1207 yılında kendi gibi Kuman olan Manastır adında bir Kuman başbuğu tarafından öldürülmüştür. Ondan sonra yerine gelen yeğeni Boril ise yengesi ile evlenmiştir.[10] [11] [12]
            Kaloyan’ın yaşamına ve dönemin Bulgar devlet yapısına bakıldığında, Bulgarların henüz Slavlaşmadığını ve hâlâ Türk özelliği gösterdiğini görmekteyiz. Kaloyan’in ölümü ile Osmanlı Türkleri’nin Balkanlara gelmesi arasındaki aşağı yukarı yüz elli yıllık sürede bu asimilasyonun ilerlediğini ve ne yazık ki, Osmanlı Türk egemenliği altında tamamlandığını görüyoruz. Bu ise dîn farklılığının sonuçlarının yıkıcı bir göstergesidir.
* * *
            Sonuç olarak, elbette genele bakıldığında Haçlı saflarında yer alan Türklerin sayısının pek fazla olduğunu söyleyemeyiz. Ancak yine de azımsanamayacak kadar bir Türk gücünün de, Haçlı saflarında yer aldığını görmekteyiz. Bununla berâber bu gücün çoğunluğunun Kumanlardan oluştuğu ise açıkça ortadadır.
            Türkler, çoğunlukla İslâm’a inanan ve bu yüzden de bu savaşların bir tarafını oluşturan millet konumundadır. Hattâ az sayıdaki Arab hükümdâr ya da komutanı saymazsak, neredeyse tek başına Haçlı Seferleri’nin Müslümân tarafını oluşturmuşlardır. Ancak bununla berâber savaşın karşı tarafında da Türklerin Hristiyan soydaşlarının da olduğunu görmemiz gerekiyor.
            Haçlı Seferleri’nde var olan Haçlı Türklerin varlığı bilinmeden, incelenmeden, Anadolu’nun Türkleşmesi, Bizans’ın yıkılması ve daha birçok unsurun anlaşılması mümkün değildir.
KAYNAKÇA
·         Ayönü, Yusuf, "Batı Anadolu'daki Türk Yayılışına Karşı Bizans İmparatorluğu'nun Kuman-Alan Topluluklarını Balkanlardan Anadolu'ya Nakletmesi", Türk Tarih Kurumu Belleten Dergisi, c.76, s.276, y. 2012 Ağustos
·         de Villehardouin, Geoffroi; de Valenciennes, Henri, IV. Haçlı Seferi Kronikleri, s. 106, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi, İstanbul, 2008  
·         Demirkent, Işın, "Haçlı Seferleri Düşüncesinin Doğuşu ve Hedefleri", ”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, s.35, İstanbul, 1994
·         Gökbel, Ahmet, "Kıpçaklar ve Kumanlar", Türkler Ansiklopedisi, c.2, s.1301, Ankara, 2002
·         İbn Kalânisî, Şam Tarihine Zeyl, I. ve II. Haçlı Seferleri Dönemi, s.9, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi, İstanbul, 2015
·         Kırpık, Güray, “Haçlılar ve İpek Yolu”, Bilig Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, Bahar 2012, s.61, ss.173, Ankara 2012
·         Küçüksipahioğlu, Birsel, “Birinci Haçlı Seferi'nin Bir Görgü Tanığı: Raimundus Aguilers”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, s.59, ss.19, İstanbul, 2014
·         Runciman, Steven, Haçlı Seferleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu, 2008
·         Stoyanov, Valeri, "Bulgar Tarihinde Kumanlar (XI-XIV. Yüzyıllar)", Türkler Ansiklopedisi, c.2, s.1415, Ankara, 2002




[1] Kırpık, Güray, “Haçlılar ve İpek Yolu”, Bilig Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, Bahar 2012, s.61, ss.173, Ankara 2012
[2] Küçüksipahioğlu, Birsel, “Birinci Haçlı Seferi'nin Bir Görgü Tanığı: Raimundus Aguilers”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, s.59, ss.19, İstanbul, 2014
[3] İbn Kalânisî, Şam Tarihine Zeyl, I. ve II. Haçlı Seferleri Dönemi, s.9, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi, İstanbul, 2015
[4] a.g.e., s.85
[5] a.g.e., s.201
[6]  de Villehardouin, Geoffroi; de Valenciennes, Henri, IV. Haçlı Seferi Kronikleri, s. 106, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi, İstanbul, 2008  
[7] a.g.e
[8] a.g.e., s.121
[9] a.g.e., s.122
[10] Gökbel, Ahmet, "Kıpçaklar ve Kumanlar", Türkler Ansiklopedisi, c.2, s.1301, Ankara, 2002
[11] Stoyanov, Valeri, "Bulgar Tarihinde Kumanlar (XI-XIV. Yüzyıllar)", Türkler Ansiklopedisi, c.2, s.1415, Ankara, 2002
[12] a.g.e., s.1434

27 Haziran 2015 Cumartesi

ÖMRÜMÜN SON GÜNÜ



"Doğu Türkistan'da işgâlci Çin devleti ve halkı tarafından katledilen, organları çalınan ve fuhûşa zorlanan bütün Türk çocuklarına"             
       

         Gözlerini kapattı. Zâten benzeri her durumda aynısını yapıyordu. Gözlerini kapatıyor ve bu iğrençliğin geçmesini bekliyordu. Kör olmayı öyle çok isterdi ki, ama işte, onun elinde değildi. Gerçi onun elinde olsa, ölmeyi de çok isterdi. Hattâ çoktan ölmüş olurdu. Ama ölmek de, elinde değil.

            Doğduğu gün, Doğu Türkistan’ın en kötü günlerinden biri yaşanıyordu. Gerçi Doğu Türkistan için günlerin birbirinden farkı yok ki… Hepsi kötü ve hepsi, birbirinden kötü. Ama doğduğu gün kadar kötüsünü yaşamamıştı. Tâ ki… Bir doğduğu gün, bir de…

            Doğumlar, genelde evde olurdu. Ancak kanama çok şiddetli olduğunda ya da bebeğin ters dönmesi gibi durumlar olduğunda hastaneye gidilirdi. Bu yüzden hem anne, hem bebek ölümleri, sık yaşanırdı. Babasının korkusu da, buydu. Ya kanama şiddetli olur da, hastaneye yetiştiremezsek? Eşini çok seviyordu. Kolay değil, âilelerin aralarındaki düşmânlığa rağmen birbirlerine âşık olmuşlar ve her şeyi göze alıp, evlenmişlerdi. Âilelerinin reddini bile umursamamışlar, bütün zorluklara, acılara berâber direnmişlerdi. Eşini ve ilk evlâdını kaybetme ihtimâlini göze alamazdı. Hâyır, dedi, ebe kadına, doğum, hastanede olacak. Bu cümle, o kadar kesin ve net bir biçimde söylenmişti ki, hiç kimse îtiraz edememişti. Oysa, karnı olması gereğinden büyüktü. Büyük ihtimâlle ikiz olabilirdi. Çinliler ise ikinci çocuğu yasaklamıştı. Ne olacak? Vaz mı geçilecek? Vazgeçilebilecek mi? Hangisi?
            
Ebe kadın ve diğer yaşlı kadınların tahmîni doğru çıkmıştı. İkiz geliyordu. Tabiî, doktorlar, bunu hemen hastane yönetimine bildirmiş ve yönetim de birkaç polisi göndermişti. Gönderilen polislerden ikisi, Hui idi. Yâni Müslüman Çinli. Doğumun hemen ardından doktorlar, annesini, polislerle berâber zemîn katta bulunan bir odaya almışlardı. Bu arada bebeklerin de kaydını yapmaya başlamışlardı. Neler olacağı belliydi. Zâten doktorlar, bağırıyorlardı. “Tek çocuk yasasını bilmiyor musunuz? Siz, Uygurlar, hep böylesiniz. Çok câhilsiniz” gibi sözler, odada yankılanıyordu. Polisler, doktorların uyarısı ile Hoten’deki Çin yönetimini aradılar ve ne yapmaları gerektiğini sordular. Genel yanıt, bebeklerinin ikisinin de devlet kontrolüne alınması yönündeydi. Babası, bunu duyduğunda kulaklarına inanamadı. Bu arada Hui olan iki polis, odanın tuvaletinde abdest almış, namaza hazırlanıyordu. Namazın ardından babası, polise yaklaştı ve yalvarmaya başladı. Ne istiyorlarsa, yapacağını söylüyordu ama yeter ki, ikizlerine dokunmasınlar, onları almasınlar. Aldığı yanıt, sâdece bir yumruk oldu.

            İkizlerin doğum kaydı yapıldıktan sonra, doktorun izniyle bebeklerden biri, annesine verildi. Ama bu, sâdece birkaç dakikalık bir izindi. Hemen geri alınacaktı. Diğerinin bir sâniye bile verilmesine izin vermemişlerdi. Polisler, aralarında konuşurken, “Sen devleti kandırmaya çalışırsan, başına gelene katlanacaksın” diyorlardı. O ân, annesinin gözleri babasına takıldı ve haykırmaya başladı, “Alihan, kaç. Kızımızı kurtar”. Polisler ne olduğunu anlayana kadar, babası, kızı kucağında pencereden kaçmış, koşuyordu. Polisler arkasında bağırmış, koşmuş, hattâ bir iki el ateş bile etmiş, ama nâfile, yakalayamamışlardı. Bunun acısını ise zavallı kadından çıkarmışlar ve yataktaki kadını dipçik darbeleri ile öldürmüşlerdi.

* * *

            Kızına eşinin adını koymuştu. Zeynep… Aslında dünyâya yeni gelen birine, ölen birinin adını koymak doğru mudur, bilemem ama eşini çok seviyordu ve yavrusu ile berâber adının da yaşamasını istiyordu. Sonraki günlerde Alihan, Hoten’in dış semtlerinde küçük bir eve yerleşmişti. Bu semtin ilginç bir özelliği vardı. Yeni gelenlerin ne olduğu, hemen anlaşılırdı. Özellikle Çin’in zulmüne uğramış bir garibanı hemen tanırlardı. Aynı şekilde Çin adına çalışan mankurtları da hemen tanırlardı. Babası ise her şeyden çok sevdiği eşini ve bir yavrusunu kaybetmenin acısını, her şeyi ile yaşıyordu. Öyle ki, onu gören herkes, tek kelîme bile etmese, oturup, onunla berâber ağlayabilirdi. Ama ağlamamaları gerekiyordu. Çünkü babası, aranıyordu…

            Tam on iki yıl bir şekilde yaşamayı sürdürdüler. Tâ ki, o iğrenç ayın, iğrenç gününe kadar…

            Zeynep, çok hastalanmıştı. Hastaneye götürmek gerekiyordu. Semtte devreye giren bâzı kişilerin yardımıyla sahte bir isim ve âile adıyla hastaneye yatırılmıştı. Ancak yatak ücreti, ilaç masrafı ve doktorların kendileri için istedikleri ekstra ücret, Alihan’ı çökertmişti. Aklına kaynatası geldi. Durumu, fenâ değildi. Düşmânlık vardı ama sonuçta onun da torunuydu. Nereden bilecekti ki, nefret ve kinin, en büyük ihanetlere yol açacağını…

            Adreslerini bizzât kaynatası, Hoten’deki parti yöneticisine bildirmişti. Devlet, derhâl harekete geçmişti. O günün, akşamında da Zeynep, hastaneden taburcu edilmiş ve evine gelmişti. Babası, artan parayla kızına çok güzel bir sofra kurmuş, baba kız, yemek yiyorlardı. O ân… O bir sâniyelik ân… İşte felâket oydu. O ân, polisler, eve girmiş ve daha kapıyı açar açmaz Alihan’ı öldürmüşlerdi. Zeynep, o ân susmuş ve öfkesini, nefretini rûhuna aktarmıştı.

            On iki yaşındaki Zeynep, devlet tarafından önce bir yurda yerleştirilmiş, sonra da ne iş yaptığı çevrede bilinen bir parti görevlisine teslîm edilmişti. Bu kişinin yaptığı işi, çevrede herkes bilir, herkes ondan tiksinir, nefret eder ve herkes ona giderdi. Zeynep, onun herkes için hazırladığı bir eşyâydı, artık. Yaşı önemliydi, çünkü birçok kişi yaşı için geliyordu.

            Zeynep, ilk gün, ölmeyi çok istedi. Saldırdı, vurdu, ama öldüresiye dövüldü. O gün, intihâr etmek istedi, olmadı. Ölmek için Allah’a duâ etti, ölmedi ve gözlerini kapamayı öğrendi. Böylece görmüyordu. Zâten hissizleşmişti.

             * * *

            O gün, yine gözlerini kapattı. Bugün sondu. Banyoya geçti. Camı kırdı ve en büyük cam parçası ile boğazını kesti. Yaşamak istemiş, yaşatmamışlardı. Önce annesinin, sonra babasının, sonra da kendisinin canını almışlardı. Bu almak değildi, aslında. Çalmışlardı.

            Aşağılık herif, odaya girdiğinde yerde yatan bir cansız çocukla karşılaştı. Onun çocuk olduğu, daha şimdi akıllarına geliyordu. O esnâda ruhunun yükseldiğini fark etti. Ama ağlıyordu. Önce o iğrenç oda ve yurt, sonra Hoten gözlerinde küçüldü ve gökler açıldı. İlk gördükleri annesi ile babası idi. Ağlıyorlardı. Bu arada bir kurdun uluması ile bütün gökler sarsıldı. Bu, her ne kadar tanımasa ve korksa da Börü Han’dı ve ona şimdiye kadar, babası ve annesinin dışında, olmadığı kadar sevgiyle bakıyordu. Sonrasında atlıların dört nala gelen sesleri duyuldu. Göklerden aşağı târihin kahramanları geliyordu ve hepsi, başlarında Çingiz Kağan olarak Zeynep’in önünde diz çöktüler ve tek dizlerini yere vurdular. O ân, Tel Âfer’den Fâtıma, Kerkük’den Mehmet, Karabağ’dan Ali Haydar, Bayırbucak’tan Kemâl, Kırım’dan Ahmet’in de ruhları geldiler ve atlılar, hepsinin önünde diz çöktüler. Her birinin gözünden ikişer damla kanlı gözyaşı aktı.

            Zeynep’in dedesi, intikâmını almanın sevinci ile uyurken, onu alnına düşen iki damla uyandırdı. Elini alnına götürdüğünde bunun kan olduğunu gördü. Kendi torununun kanı… O esnâda sâdece onun duyabileceği şekilde, bütün gökleri bir ses kapladı. Bu bir kurt sesiydi idi ve Börü Han’ın adâlet isteyen ulumasıydı.

KUTLU ALTAY KOCAOVA

27.06.2015

26 Haziran 2015 Cuma

KURT YÜRÜYÜŞÜ



Vakit, gece yarısını geçmiş, ay, zirvedeki yerini koruyordu. Kurtlar ise hâlâ kendilerine uygun bir yer bulabilmiş değillerdi ve bu halleriyle tehlikedeydiler. Çünkü daha önce bilmedikleri bu yerin, onlara getireceği tehlikeler belli değildi. Önceden yaşadıkları yerden kaçmak zorunda kalmışlardı. Daha doğrusu insanların deyimiyle, göç etmek zorunda kalmışlardı. Yaşadıkları ormanın büyük bir bölümü, çıkan bir orman yangınıyla yok olmuş, canlıların çoğu da ölmüştü. Bu kurtlar ise kurtulmayı başaran ender canlı topluluklarından biri idiler. Hepsinin açık mavi gözleri, boz yeleleri ve ince, uzun bacakları vardı. Görünüşte bu topluluğun kurtlarının, diğer kurtlardan pek bir farkı yoktu. Biri hariç. Önderleri, Börü-Han. Bu yüzden Börü-Han’dı, O. Bu yüzden önderdi ve gerçek bir önderdi.

Birden ileri fırladı ve diğerlerinin önüne geçti. Yaptığı bir baş hareketi ile diğerlerinin durmasını sağladı ve en yakındaki kayanın üzerine çıktı. Etrafı izlemeye ve koklamaya çalıştı. Görme, duyma, düşünme ve koku almada üstüne yoktu. Sanki tepelerin ardındaki görürdü.

Doğa, yalnızca insanların aralarındaki savaşlara sahne olmaz. Diğer canlılar arasında da sık sık savaşlar yaşanır. Doğanın kuralıdır, bu. Yaşamak için savaşmak. Bu bazen aynı tür canlılar arasında da yaşanır ve özellikle kurtlarda bu sık yaşanan bir durumdur. Ama insanların, iç ve dış, her türlü savaşları nasıl acı ise, diğer canlılarında aynı şekilde acıdır.

Düşünceler arasında başını kaldırdı, Börü-Han ve ulumaya başladı. Bunu yapmaktaki amacı, bilmedikleri bu bölgede kendilerinden başka kurtlarda var mı, anlamaktı. Arkasından kendi topluluğu da, bu ulumaya eşlik etti. Bir süre uluduktan sonra sustular ve beklemeye başladılar. Başka bir ses gelmedi ve anladı ki Börü-Han, bölgede kendilerinden başka kurt yok.

Börü-Han, kayadan indiğinde arkadaşlarına, kayanın dibinde toplanmalarını buyurdu. Geceyi orada geçireceklerdi. Sabah olduğunda ise av bulmaya çıkacaklardı. Çünkü bir süredir bir şey yememişlerdi. Kendileri neyse ama sürüde yavrular vardı, dayanamazlardı. Kurtlar uyumuştu. Börü-Han ise düşüncelere dalmış tekrar, onunla birlikte gelenleri düşünüyordu. Bir an önce bir şey yapması gerekiyordu. Sürüye baktı. Yalnızca Boz-Yele vardı, kendisi ile birlikte gelebilecek. Bir de gözcü gerekirdi, sürüye. Bunun içinde Uzun-Bacak’tan başkası uygun düşmezdi. Derken, Boz-Yele ve Uzun-Bacak’ı uyandırdı, Börü-Han. Uzun-Bacak’ı orada gözcü bırakıp, kendisi Boz-Yele ile birlikte bir bilinmeze doğru yola çıktılar. Bilmedikleri bu yerde, bir gece vakti avlanacaklardı. Uzun-Bacak’ta bulunduğu yerden onlar için Tanrı’ya dua ediyordu, ava giderken, av olmasınlar diye, sağ salim gelsinler diye.

Geldiklerinde güneş doğmak üzereydi ve bütün kurtlar ayaktaydı. Yavrular oyunlarına bile başlamışlardı. Bir tane Börü-Han, bir tane de Uzun-Bacak, iki koyun avlamışlardı. Nereden bilsinlerdi ki, avladıkları bu hayvanlar, onlar için yaşam mücadelesinin en tehlikeli kısmını başlatacağını.

Bu hayvanları daha önce hiç görmemişlerdi, tanımamışlardı. Yaşadıkları ormanda bunlar yoktu, yalnızca zaman zaman dağlarda, bunlara benzer dağ keçilerini görüyorlardı, o kadar. Dağ keçisi avlamayı seviyordu, Boz-Yele. Bu yüzden de, bu hayvanları avlamak hoşuna da gitmişti.

Hemen yemeye başladılar. Erkek kurtlar, dişi kurtlar, yavru kurtlar ve tabii ki, Börü-Han. Kısa sürede koyunları bitirdiler. Kemiklerini bile sıyırmışlardı. Artık karınları duymuştu ve bulundukları yeri terk etme zamanı gelmişti. Her şeye rağmen, bulundukları yer güvenli değildi. Kötü şeyler olacağını sezinliyordu, Börü-Han. Topluluğunun başında, şerefli ve başı dik bir şekilde yürüyordu, Kurtların Hanı. Tehlike ise çanlarını çalmaya başlamıştı. Köylüler, ağıla girildiğini ve iki koyunun kayıp olduğunu anlamışlardı. Hırsızların, ağıla girdiğini ve iki koyunu çaldığını düşünüyorlardı. Kurtlar ise akıllarına bile gelmiyordu. Gelmesi de mümkün değildi. Zira on yıldır, bölgede kurtlara rastlanmıyordu. Ama artık zaman değişmiş ve uzaklardaki bir felaket, burayı da etkilemişti.

Köylüler, hemen silahlanıp, hırsızları aramaya başladılar. Saatlerce, günlerce aradılar, bulamadılar. Tâ ki o güne kadar...

Kanyondan çıktıklarının, üçüncü günüydü ve hâlâ o uçsuz bucaksız bozkırdan çıkamamışlardı. Börü-Han, böyle bir ortamda, topluluğunu korumak için elinden geleni ve hatta ötesini yapıyordu. Yine bu şekilde uğraşırken, etrafı gözlemek için oradaki bir kayaya çıktı ve etrafı izlemeye başladı ve yaşamının en tehlikeli bölümünün başladığını anladı.

Başını kaldırdığında, at üzerinde, elinde silah bulunan bir insanın bulunduğunu gördü. Gerçi şimdiye kadar ne at, ne insan, ne de uzun demir görmüştü ama yine de anlamadığı bu şeylerden hoşlanmadı. Hemen kayadan indi ve diğer kurtların, yakınlardaki bir ine saklanmalarını sağladı. Kendi ise görünmeden atlıyı izlemeye başladı. Boz-Yele ve Uzun-Bacak’ı yanına çağırdı. Onlara yavruları saklamalarını ve dişilerle birlikte, gösterdiği gibi dizilmelerini söyledi. Dört yavru vardı, sürüde. Onları güvenli bir şekilde sakladılar. Kendileri de, her biri yanlarında eşleri olacak şekilde yerleştiler. Eğer atlı, inlerine doğru gelecek olursa, bunlar hep birlikte ona saldıracaklardı. Börü-Han, planı böyle yapmıştı.

Hepsi gergindi. Herhangi bir kötü olasılığa kendilerini hazırlıyorlardı. Bu sırada da Börü-Han’ın eşi olan Hatun-Börü kendince dua etmeye başladı. ,

 “Ey, bizi yaratan Tanrı!

Yardımını bizden esirgeme. Gücümüze güç ekle. Korkuyu bizden uzak tut. Yüreklerimizdeki cesareti arttır. Yavrularımızı her türlü tehlikeden uzak tut. Kaderimizde burada ölmemiz varsa, ölelim. Ama yavrularımız yaşasın.

Ey, yeri bize yurt kılan Tanrı!

Senin gücünü hep üzerimizde hissettik. Yine hissetmek istiyoruz. Bizi koru. Bizi bu bozkırdan sağ salim çıkart. Biliriz ki, sen en güçlüsün; senin isteyip de yapamayacağın yoktur.”

Hatun-Börü, böyle dua ederken, her şey olup bitmiş ve Tanrı, en azından şimdilik isteğini kabul etmişti. Atlı adam, inin yakınlarına geldiğinde, Börü-Han’la göz göze gelmişti. Bir kurtla karşılaşmanın verdiği korkuyla karışık şaşkınlık, adamın yüzünden okunuyordu. Karşısındakinin korkusunu sezmişti, Börü-Han. İçinden ona, git diyordu. Derken adamın ona doğrulttuğu uzun demir, ister istemez bir korku yarattı, Kurtların Hanı’nda. Daha önce hiç görmediği bu nesnenin, kendisine zarar verecek bir şey olduğunu hissetmişti. Adam ise kurdun yalnız olmadığını düşünerek ve nişancılığına güvenmeyerek, atını çevirip kaçtı.

Kurtlar, rahat nefes almışlardı. Ama tehlike geçmiş değildi. Biri geldiyse, yakında diğeri de gelebilirdi. Üstelik diğeri, bunun kadar korkak olmaya bilirdi. Yapacak tek bir şey vardı. Hiç vakit kaybetmeden, bu bozkırı terk etmek.

Atlı adam, köyüne döndüğünde soluk soluğaydı. Durumu hemen köylülere anlattı. İşin şaşırtıcı yanı, on yıldan sonra ilk defa bölgede kurtların görülmesiydi. Koyunların hırsızları belli olmuştu. Diğer köylüler, bir iz bulamadıklarına göre hırsız, bu kurtlardı ve koyunlarını kurtarmalarının tek yolu, kurtları öldürmekti. Börü-Han ise bu durumu sezmiş ve bölgeyi terk etmek için inanılmaz bir çaba harcamaktaydı. Yalnızca karınlarını doyurmak için duruyor, geceleri uyumak yerine ilerliyorlardı. Diğer kurtlar bunu anlamıyor, homurdanıyor, ama Börü-Han’a olan güvenleri onu takip etmelerine yetiyordu. Güvenmekte de haklılardı. Çünkü Börü-Han, şimdiye kadar hiç yanlış karar vermemişti.

Topluluk yürüyordu. Her zamanki gibi yine önde Börü-Han vardı. Diğerleri, onu hiç böyle görmemişlerdi. Tehlikeden kurtulmak için kaçıyorlardı. Dört gün sürdü, kaçışları. Ama hâlâ bu uçsuz bucaksız bozkırdan kurtulamamışlardı. Üstelik tehlike yaklaşıyordu. Dördüncü günün sonlarında ormanlık bir alanın yakınlarına geldiler. Topluluk kurtulduklarını düşünüyorlardı. Beraberindekileri kurtarmak için olağanüstü bir çaba harcayan Börü-Han, topluluğun en arkasına geçmişti. Kafasında bir şeylerin dolaştığı belli oluyor ama ne düşündüğünü kimse bilmiyordu. Derken tam kurtulduk dedikleri bir anda at sesleri duyuldu. Kurtlar, başlarını çevirdikleri anda üzerlerine ellerinde silahlarıyla, atlıları görünce neye uğradıklarını şaşırdılar.

Börü-Han, hemen karar vermiş ve diğerlerine olanca hızla ormana kaçmalarını emretmişti. Kendi ise tam tersi yönde bozkıra doğru kaçmaya başladı. Bir anda atlılar, ne yapacaklarını şaşırdılar. Ormana kaçan sürüyü mü kovalasalardı, yoksa bozkıra doğru koşan kurdu mu kovalasalardı?

Kurtlar, ormana girmişti. Börü-Han ise bozkırda tek başına koşuyor ve adamları üzerine çekmeye çalışıyordu. Beş atlıdan oluşan avcı ekibi, ikiye bölünmeye karar verdi. Üçü Han’ın, ikisi de diğer kurtların peşinden gidecekti. Kurtlar, ormanda saklanacak bir yer bulmuş ve kendilerini kurtarmıştı. Onları bulamayan avcılar ise geri dönmüş, bozkırda Börü-Han’ı kovalayan arkadaşlarının yanına gitmişlerdi.

Börü-Han, uçsuz bucaksız bozkırda, bir kaya ve kaya kovuğu bulmuş, buraya sığınmıştı. Artık kendini bozkırın ruhuna, göklere ve yere, kutsal bildiği ne varsa ona emanet etmişti. Olan olsun artık diyordu. Öleceksem öleyim. Ama rahattı. Çünkü o delikli aletten çıkan sesi tekrar duymamıştı ve üstelik avcıların, tümü de kendi peşindeydi. Demek ki, diğerleri kurtulmuştu ve bu yüzden de hepsi kendi peşine düşmüştü. Artık daha fazla kaçmayacaktı. Eğer olduğu kovuğa gelmezlerse, ormana gidip, arkadaşlarını, ailesini bulacak; eğer avcılarda kovuğa gelirse, onlara saldıracak, en azından birini öldürecekti. Yani savaşacaktı ve şerefli bir şekilde ölecekti. Mutluydu, çünkü kendine güvenenleri korumayı ve kurtarmayı bilmişti. Kendi ömrüne mal olsa bile.

Avcılar, en sonunda onu bulmuşlardı. Artık savaşa tekrar başlayacaktı. Ya ölecekti, ya öldürecekti. Yapması gerekeni yapacaktı. Topluluğuna saldıranları öldürecekti ve kahraman gibi ölecekti. Biliyordu ki, ölümü düşünenler, kahraman olamaz. Biliyordu ki, kahraman olmayanlar, önder olamaz.

Doğrudan en öndeki avcının, boynuna saldırdı ve avcı, çok direnemeden öldü. O sırada ise üzerine mermi yağıyor ve vücudu delik deşik ediliyordu. Yavaşça gözlerini kapadı. Bozkır, orman, dağlar, nehirler, göller, gökler, yer, yıldızlar, ay, güneş... Hepsi... Bu şerefli ölümün önünde eğildiler ve kurdun, şerefli ruhu, bedenine ve hâlâ bedenine mermi yağdıran avcıları izleyerek yükseldi. Yükselen ruhu ise bütün dünyada direnişin, şerefin, yenilmezliğin sembolü oldu.

*   *   *

Artık sabah olmuş. Genç Mustafa Kemal, gördüğü bu rüyanın etkisi altında kalmıştı. Bu etki, ömrünün sonuna kadar devam edecek ve ölürken, bir insan olarak değil de, sanki bir kurtmuş gibi ölecek ve ruhu yıllar ve hatta yüzyıllar boyunca direnişin, mücadelenin, şerefin ve yenilmezliğin sembolü olacaktı. Bu ruh, nesilden nesle aktarılmaya devam edecekti ve bu akış, dünyanın sonuna kadar devam edecekti.

Eğer bu ruhun hâlen var olup olmadığını merak eden varsa, etrafına baksın. Eğer etrafında şerefli bir yaşam için mücadele eden ve sevdiklerini korumak için, değerlerini savunmak için savaşan canlılar varsa, bu ruh oradadır.

13 Temmuz 2004, Salı – Kutlu Altay KOCAOVA


KANLI GÖZYAŞI




Ağlamayı unutalı çok olmuştu… Bir gün mü, ay mı, yıl mı, o da bilmiyordu. Aslında sâdece birkaç dakîka… Ancak şu yaşadıkları karşısında her dakîka, bir yıldı ve dolayısıyla birkaç yıldır ağlamıyordu.

            Adı Fâtımâ'ydı ve annesi, onu bundan dokuz yıl evvel doğurmuştu. Evin en büyük kızı idi. İki kardeşi daha vardı. Biri altı yaşında bir oğlan, diğeri ise üç yaşında bir kızdı. Babası, doğmadan evvel “Bir kızım olursa, Hâk Muhammed hakkı için, Şâh-ı Merdân Esâdullah İmâm Ali hakkı için, Fâtımâ Ana hakkı için, İmâm Hasan ve İmâm Hüseyin hakkı için Fâtımâ adını koyacağım” demişti. Kızı olduğunu öğrendiğinde çok sevinmiş, kurbanlar kestirmiş ve bu adı koymuştu. Bu ad, ona uğur getirecek, evine bereket getirecek, imâmların kudsiyeti yardımcısı olacak diye düşünmüştü.

            Fâtımâ, söylenenleri anlayacak yaşa geldiğinden beri her gece, Fâtımâ Ana’yı ve on iki imâmın hikâyelerini dinlerdi. İşte, ilk defâ bu gece dinlemeyecekti. Gözlerini açması ile kapaması bir oldu. Annesi ile babasının bedenleri sağ tarafında, başları ise sol tarafında duruyordu. Karşısında ise kapkara kıyafetleriyle, uzun sakallı adamlar, sürekli Allah’ın adını anıyor, tekbîr getiriyorlardı.

            Sıra kendisine gelmişti. Elinde kanlı bir kılıç olan adam, şimdi Fâtımâ’nın yanındaydı. Gözlerini kapadı. Kelîme-i şehâdet getirdi. Annesi ve babası gibi “Allah, Muhammed, Ali aşkına” dedi. Tam kılıcın ineceği esnâda hareketlerinden, diğerlerinin lideri olduğu anlaşılan kişi, “Hâyır” dedi, “o, müştehattır[1]. Onun katli, sonra.”

            Fâtımâ, böyle bir kelîmeyi ilk defâ duyuyordu. Müştehat ne demekti? Hem kendisi neden ve nasıl o dediklerinden oluyordu? Anlamamıştı. Ama birazdan anlayacaktı. Kendine geldiğinde içerideki odaya götürülmüştü. Bu arada korkudan tir tir titreyen diğer iki kardeşi ise oracıkta katledilmişti. Ama Fâtımâ, henüz bunun farkında değildi.

            Diğerleri odadan çıkmış, liderleri içeriye girmişti. On, on beş dakîka sonra odadan çıktığında, yanındakilere abdest alacağını, döndüğünde bizzat kendisinin infâz edeceğini söylemişti. Bu arada Fâtımâ, sâdece susuyordu.

            Grubun lideri, geri geldiğinde Fâtımâ’nın getirilmesini emretti. Fâtımâ, onu gördüğünde içinden, susarak tekrâr yalvardı. Biraz önceki yüksek sesle yalvarmasının işe yaramadığını gördüğünden, bu sefer, susarak yalvardı. Ama kardeşlerinin cesetlerini görür görmez, buna son verdi ve en yüksek sesle, bildiği en kötü bedduâları etmeye, la'netlemeye başladı. Liderleri sâdece “Susturun şu kâfir Râfızî’yi[2]” dedi…

* * *

            Rûhu, henüz odanın içindeydi. Hemen yanında da kardeşleri ile annesi ve babasının rûhları duruyordu. Hepsi de büyük bir şaşkınlıkla evlerine, evlerindeki bu kişilere ve kendi cesetlerine bakıyorlardı.

            Fâtımâ’nın rûhu, babasının rûhuna dönerek, “Baba” dedi, “Hani adımın sâhibi, bizi koruyacaktı?”... Babası, hiçbir şey duymuyordu. Sâdece öylece durup, olanları izliyor ve o esnâda gözünden iki damla gözyaşı akıyordu. 

            Rûhları biraz daha yükselmişti. Artık evin içinde değillerdi ve kendileri gibi çok sayıda insan vardı. Tel Âfer’in sokaklarında beden olarak insân kalmamış, sâdece rûhlar duruyordu. Fâtımâ’nın çok sevdiği arkadaşlarının da rûhları gelmeye başlamıştı. Zehrâ, Zeyneb, Gökçen ve diğerleri… Fâtımâ’ya ne yapıldıysa, diğerlerine de o yapılmıştı.

            Tel Âfer’in gökleri, yüzlerce rûhla dolmuştu. Hepsinin gözünden iki damla yaş akıyor ve hepsi sâdece “Neden” diye soruyordu. Neden sorusunun cevâbı yoktu. O esnâda gökler aralanmaya başladı ve bir sesin yaklaştığını duydular. Göklerden aşağıya doğru dörtnala koşan atlılar belirmişti. Bu atlılar, tarihten kopup gelen savaşçılardı. Uzun saçları, çekik gözleri, çelik zırhları, yeleleri ve kuyrukları örülü beyaz atlarıyla gelmişlerdi.

            Her çocuğun başında bir atlı durdu. Kür Şad, Bilge Kağan, Köl Tigin, Tonyukuk, Motun Yabgu, Attila, İlteriş Kutluğ Kağan, Alp Arslan, Emîr Timur ve Gâzî Mustafâ Kemâl Paşa… Fâtımâ’nın önünde Kür Şad durmuştu. Bütün atlılar, târihin o muhteşem kahramanları, çocukların önünde eğilmiş, tek dizlerini yere vurarak, onları selâmlıyorlardı.

Fâtımâ, Kür Şad’ı bilmiyordu, tanımıyordu, daha önce hiç duymamıştı. Ama Kür Şad’ın atına binerken, o gözlere baktığında, Vey ırmağının kıyısında gerçekleşen o muhteşem ihtilâl, Fâtımâ’nın rûhuna işlenmişti. Biraz sonra Fâtımâ, rahatladığını ve huzûr bulduğunu hissetti. Kendisini bıraktı, Kür Şad’a sıkı sıkıya sarılmıştı. Biliyordu ki, o, adını aldığı kişiden daha gerçekti. O ân, diğerlerine baktı. Küçük kardeşleri, arkadaşları ve bütün çocuklar, kimin atında iseler, ona, büyük bir güvenle sarılmıştı. O ân, göklerden bir emir geldi. Atının üzerinde, muhteşem biri duruyordu. Bu, Çingiz Kağan’dı. Atlılara buyruk verdi. Gidiyoruz… Bütün atlılar, yüce Kağan’ın önünden saygıyla, selâmlayarak geçtiler. Çocuklar ise Yüce Kağan’a gülümsüyorlardı. O ân, Fâtımâ’nın gözleri, Çingiz Kağan’ın gözlerine takıldı. Yüce Kağan’ın gözlerinden iki damla kanlı yaş akıyordu…

* * *

Turân, eğlenceden yeni dönmüştü. Bugün onun doğum günüydü ve arkadaşlarıyla, sabaha kadar eğlenmiş, bütün dünyânın dertlerini unutmuştu. Zâten şimdiye kadar dert etmesi gereken neyi dert etmişti ki?

Yorgundu, içkinin de etkisiyle uyumak istiyordu. Üstünü değiştirip, yatağa uzandı. O ân, alnına iki damla düştü. Bu iki damla, Turân’ı yatağından kaldırmaya yetmişti. Hemen ışığı yaktı. Eliyle alnını sildiğinde, eline kan bulaştığını gördü. Banyoya koştu. Aynaya baktığında, iki damla kanlı yaş, yüzünün iki yanından akıyordu. Hemen yüzünü yıkayıp, temizledi. “Nerden geldi ki, bu” diye sorduktan sonra, sarhoşluğuna verip, tekrâr yatağına uzandı.

Bunlar olurken, Fâtımâ, Çingiz Kağan’a döndü ve “Benim kanım mı?” diye sordu. Yüce Kağan, merhamet dolu, sıcacık bir sesle “Evet, kızım” diye cevapladı. O esnâda Yüce Kağan, İstanbul’a bakıyor ve gözlerinde sâdece öfke ve gazab görünüyordu…

25 Temmûz 2014

KUTLU ALTAY KOCAOVA




[1] Müştehat, İslâm hukûkuna göre şehvet uyandıran kız çocuğu anlamına gelir. Yaş sınırlaması yoktur. Beş, yedi, dokuz ya da on yaşında olabileceği, İslâm kaynaklarında belirtilmiştir. (bkz. Düzdağ, Ertuğrul, Kanuni Devri Şeyhülislamı Ebussuud Efendi Fetvaları, Kapı Yayınları)
[2] Râfızî, Şiî ve Alevîleri aşağılamak amacıyla kullanılır.