Türklerin Müslümânlaşması üzerine çeşitli iddiâlar mevcûddur. Bu
konuda sayısız kitâb ve makâle yazılmıştır. Kimine göre Türkler, kendi istekleriyle
Müslümân olmuştur. Kimine göre Arablar tarafından kılıç zoru ile Müslümân
yapılmışlardır[1].
Bu iki iddiâ, içerisinde bir takım doğrular barındırmakla berâber, genel olarak
yanlıştır. Türklerin Müslümânlaşma sürecini, yedi basamakta incelemek gerekir.
1.
Rakîb ve düşmân
boylara karşı üstünlük elde etmek isteyen ba’zı Türk boylarının, stratejik
olarak Müslümân olmaları.
Müslümânlığı seçen ilk Türk boyları, bunu stratejik olarak
yapmıştır. Böylece başta Abbâsî hilâfeti olmak üzere birçok Müslümân devletin
desteğini almak istemişlerdir. Bu amaçla 922 yılında İtil Bulgar Hanlığı, Almuş
Han döneminde İslâmiyet’i “resmî devlet dîni” olarak kabûl etti. Böylece
İslâm’ı ilk kabûl eden Türk yönetimi oldu. Burada dikkât çeken nokta şudur.
İtil Bulgarları, 9. yüzyılda Müslümânlaşmaya başladılar. Bu arada Bulgar
hanlarından da İslâm’ı benimseyenler oldu. Câmiler, mektebler inşaâ edildi.
Ancak resmî devlet dîni olarak kabûl edilmesi 922 yılını buldu. Bilindiği üzere
İtil Bulgarları’nı Karahanlılar tâkib etti.
İtil Bulgar ve Karahanlıların dışında herhangi bir devlet
yönetimine sâhib olmayan birçok Türk boyu da, bu dönemde, rakîb ve düşmân
olduğu boylara karşı destek bulabilmek için Müslümân olmuştur. Bununla berâber
destek bulmak için Müslümân olan bu Türk boylarının, çok kısa süre sonra samimî
Müslümânlar hâline geldiği görülmektedir.
2.
Arabların
yönetimine giren bölgelerde yaşayan ba’zı Türk boylarının, Müslümân
olmayanlardan alınan harac ve cizye gibi vergilerden dolayı Müslümân olmaları.
Türklerle Arabların karşılaşması, ilk olarak ikinci hâlife Hz. Ömer
döneminde olmuştu. Bu dönemdeki kısa süreli çarpışmalar, Emevî hilâfeti
döneminde uzun süreli savaşlara, işgâllere ve katlîamlara dönüşmüştü. Arabların
Mâverâünnehr bölgesini ele geçirmelerinden sonraki dönemde işgâl ve
katlîamlarla berâber Türkleri zorlayan bir diğer husus, vergi meselesi idi.
Zîrâ Müslümân olmayanlardan alınan harâc ve cizye, Müslümânlardan alınan öşür
ve zekâta göre oldukça yüksekti. Harâc[2],
harâc-ı mukâseme ve harâc-ı muvazzaf olarak ikiye ayrılırdı. Harâc-ı mukâseme
ile Müslümân olmayanların ektikleri ürünlerden, her hasattan sonra 1/2, 1/3,
1/4, 1/5, 1/10 gibi çeşitli oranlarda alınırdı. Bu oran, arâzinin verimi ve
çiftçinin mâl varlığına göre belirlenirdi. Cizye ise Müslümân olmayanların
ödedikleri ve İslâm devleti’nin koruması altında yaşamaları için her yıl
ödedikleri bir vergi idi. Bu vergi, bizzât Kur’an-ı Kerîm’de belirtilmiştir[3]. Bununla
berâber İslâm âlimlerinin bir kısmı, âyette “kitâp verilenler” ifâdesinden
dolayı, sâdece Hristiyan, Yahûdî ve Mecûsîlerden alınabileceğini söylerken
(İmâm Şafiî, İmâm Ebû Hânife gibi), bir kısmı ise “Allah’a ve âhiret gününe
inanmayan” ifâdesinden dolayı da bütün gayrî Müslimler için olduğunu söyler
(İmâm Mâlik, İbn’ül Cehm gibi). Bununla berâber uygulamada görünen, genel
olarak Müslümân olmayanların tümünden alındığı şeklindedir. Ancak burada şöyle
bir fark bulunur. Hristiyan ve Yahûdîler, ibâdetleri yapabilirken, diğerlerinin
bu imkânı yoktur. Ayrıca cizye mikdârı, yöneticiler tarafından gayrî Müslimleri
fazla zorlamayacak şekilde belirlenebilen, değişken bir mikdârdır. Bu arada
harâcda olduğu gibi kişinin zenginliği ve bölgenin verimliliği, cizye mikdârını
değiştirmektedir. Buna karşılık Müslümânlardan alınan vergi, öşürdür ve yıllık
hasadın 1/10’u vergi olarak alınır. Bu konuda İmâm-ı Âzâm Ebû Hânife’nin
görüşü, vergisi alınacak ürünün, doğal ortamında bir yıl boyunca bozulmadan
saklanabilmesi gerektiğidir. Müslümânlardan alınan bir diğer vergi ise
zekâttır. Mâlûm olduğu üzere zekât, İslâm’ın en önemli ibâdetleri arasında yer
alır ve belli bir gelirin üzerinde olanların, yıllık gelirlerinin 1/40’ını
vermeleri gerekir.
Görüldüğü gibi Müslümân olmayanların ödedikleri vergiler, çok daha
ağırdır. Devletin aslî sâhibi olmadıkları için cân, mal ve dînlerini korumak
için daha ağır bir verginin altında yer alırlar. İşte bu sebeble, özellikle
Mâveânünnehr bölgesi ile daha aşağı kesimlerde yaşayan ve çiftçilik ile uğraşan
birçok Türk boyu, İslâm’a geçmiştir.
3.
Emevîler
döneminde zulümden korkan ba’zı Türk boylarının Müslümân olmaları.
Emevî ve özellikle Irak vâlisi “zâlim” nâmlı Haccâc ile onun
emrindeki Horasân vâlisi Kuteybe bin Müslim dönemi, hem Türkistan, hem de bölge
Türklüğü açısından çok kanlı ve zulüm dolu bir şekilde geçmiştir. Ondan öncesinde
de Türkler ile Arablar arasında çeşitli savaşlar olsa da, bu denlisi aslâ
olmamıştır.
Türkler ile Arabların ilk karşılaşması, ikinci hâlife Hazretî Ömer
döneminde yaşanmıştır[4]. İbn’ül
Esîr’in ünlü eseri “El Kâmil fi’t Târîh”te, Îrân’daki Sâsânîler ile yapılan
ünlü Kadîsiye Savaşı’ndan sonra Arabların, ba’zı Türkleri esîr ettiği
bilinmektedir. Sâsânî Fars hükümdârı 3. Yezdigird döneminde yapılan bu savaşta
ele geçirilen Türk esîrler karşısında Arabların çok şaşırdığı ayrıca, Bizans
İmparatoru ve Batı Göktürk Kağanı (eserde “Türk hakanı” olarak geçmektedir.)
tarafından hükümdâra gönderilen hediyelerin dikkât çekici olduğu
belirtilmektedir.
Dolaylı olarak gerçekleşen bu ilk karşılaşmanın ardından yine Hz. Ömer
döneminde Îrân’ın fethedilmesi sürecinde Sâsânîler, Türk kağanından yardım
istemişler ve bir Türk ordusu, Sâsânîlere destek için gelmiştir. Ancak İbn’ül
Esîr’e göre çok küçük çaplı bir çatışmanın ötesine geçmeden Türkler, geri
dönmüştür.[5]
Bununla berâber Îrân’ın fethinden sonra artık Türkler ile Arablar,
doğrudan karşı karşıya gelmeye ve savaşmaya başlamışlardır. Bu konuda İbn’ül
Esir, söz konusu eserinin “Türk İllerine Yapılan Gazâlar”[6]
başlıklı bölümde şunları yazmaktadır.
“Hz. Ömer'in Abdurrahman b. Rabîa'ya Türk illerine gaza yapmasını
emretmesi üzerine Abdurrahmân, Bâbu'l-ebvâb'dan çıkıp Türk illerine doğru yola
koyulmuştu. Onun bu sefere çıktığını gören Şehriyâr, Abdurrahmân'a: «Ne yapmak
istiyorsun?» diye sorunca, Abdurrahmân: «Belencer ve Türk illerinin fethini
diliyorum» diye cevap vermişti. Şehriyâr: «Onların Bâbu'l-ebvâb'ın dışında bizi
karşılamalarına ve şehrin dışında bir yerde çarpışmamıza gönlümüz pek razı
olmaz» deyince, Abdurrahmân ona, şöyle karşılık vermişti: «Bizim ise onlarla kendi
illerinde, bulundukları yerlerde gaza etmeden ve onlarla orada çarpışmadan
gönlümüz razı olmaz. Vallahi Emîrü'l-mü'minin bize izin verdiği takdirde
aramızda öyle insanlar vardır ki onlara ileriye gitmek üzere izin verildiği
takdirde ta Rum illerine varabilirler. Şehriyâr: «Kimdir onlar?» diye sorunca
Abdurrahmân: «Onlar Rasûlullah (s.)'ın, kendisiyle sohbet etmiş yakın
arkadaşlarıdır. İşte o insanlar cihad işine büyük bir niyet ve samimiyetle
girmişlerdir. Onların bu halleri başarı elde ettikleri sürece devam edecek ve
bu inançları devam ettikçe onları kimse yenemeyecek, onların bu hallerini
değiştiremeyecektir» demişti. Müslümanlar Hz. Ömer zamanında Belencer üzerine
bir gaza yapmış ve bu arada şöyle demişlerdi: «Biz, böyle bir fethe cesaret
ederken önümüzde meleklerle birlikte Abdurrahmân'ın düşman üzerine yürüyüp
onları ölümle korkuttuklarını gördüğümüzden dolayı bu işe cesaret ettik.
Gerçekten düşman sürekli olarak kaçıp kalesine sığınmıştı. Arkasından
Abdurrahmân'ın ganimetlerle ve zaferle geri döndüğünü ve onun beyaz atının tâ
Belencer'den yüz fersah öteye kadar vardığını, geri döndüklerinde onlardan bir
tek kişinin bile şehit edilmediğini görmüştük.
Aynı şekilde Abdurrahmân, Hz. Osman zamanında da daha önce olduğu
gibi birçok zaferler elde etmiş ve birçok gazalar yapmıştı. Onun bu başarıları,
Hz. Osman'ın gerçekten İslam üzere olan Küfe ehlinin, valilerinin
değiştirilmesiyle bir sürü fitne ve fesada uğramalarına kadar sürmüştü.
Abdurrahman b. Rabia, Türk illerine doğru birçok akınlar yapmış bulunuyordu. Bu
arada Türkler de büyük bir ordu hazırlayıp öfke ve gazapla intikam almak üzere
müslümanlar üzerine gelmiş ve onlardan bir atlı müslümanlara doğru bir ok atıp
bir askeri şehit etmişti. Onun emrinde bulunan arkadaşları da birden kaçmaya
başlamış, bu arada son derece şiddetli çarpışmalar olmuştu.”
Hz. Ömer döneminde, hicrî 22, milâdî 642-643 yılların yapılan bu
savaşın ardından, bu sefer üçüncü halîfe Hz. Osmân zamânında da savaşlar
olmuştur. Bu savaşların en önemlisi, Belencer Savaşı’dır. İbn’ül Esîr, bu
savaşta Türklerle Hazarların birlikte olduğunu söyler. Türk derken, kastı
şüphesiz (Batı) Kök Türklerdir. Hicrî 32, milâdî 652-653 yıllarında[7]
kuzey Kafkasya’daki Belencer’de yapılan bu savaşta Türkler, Arabları bozguna
uğratmış ve Arab ordularının komutanı Abdûrrahman savaş meydânında ölmüştür. Bu
savaşta Türklerin, klasik taktikleri olan Turân taktiğini uyguladıkları
kaynaklarda yer almaktadır. Arab komutanı Abdûrrahman’ın ölmesinden sonra
Hazarlar, ona büyük saygı gösterdiler. Hattâ cesedini büyük bir özenle koruyup,
sakladılar. Onun için yaptıkları mezâr, bir nevî tapınak işlevi gördü. Yağmur
duâsına çıkacakları zamân ya da herhangi bir savaş öncesi, düşmânlarını yenmek
için mezârının başına gelip, ona duâ ederlerdi.[8]
Hz. Osmân döneminde yapılan bu savaşın ardından Emevî hilâfetine
kadar Türk-Arab çatışması yaşanmamıştır. Ancak bu noktada, Emevî öncesi
çatışmalarla, Emevî dönemindekileri birbirinden ayırmak gerekir. Zîrâ ilk
dönemdeki çatışmalar, küçük çaplı (Belencer Savaşı hâric) meydâna gelmiştir.
Bununla birlikte bu dönemde sivil Türklere karşı bir katlîam gerçekleşmemiştir.
Emevî hilâfeti döneminde ilk çatışmalar, 1. Muâviye döneminde Merv
vâlisi El Hakem bin Amr ile yanındaki isimlerden Mühelleb’in Ceyhun ırmağı
kıyısına sefere çıkmaları ile başlamıştır. İbn’ül Esîr’in yazdıklarına göre[9]
Hakem bin Amr, bu sefer sırasında çevresindeki bütün yollar ve dağlar, Türkler
tarafından tutulduğu için sıkışmışlar, ancak ele geçirilen bir Türk esîrin yol
göstermesi ile kurtulmuşlardır.
Sonraki süreçte 682-683 yıllarında Herât yakınlarında bir Türk
ordusu ile Arablar arasında yaşanan başka bir savaş daha dikkât çekmektedir.
Emevî döneminde yapılan bu savaşların şiddeti, yıllar geçtikçe artmaktadır. Bu
dönemden en büyük savaş, hicrî 79, milâdî 698-699 târîhlerinde Sicistân
bölgesinde yaşanmıştır[10].
Hâlife Abdûlmelik döneminde Haccâc tarafından Sicistân vâliliğine atanan
Ubeydullah bin Ebî Bekre, bir süre beklemenin ardından kendilerine bağlı olan
ve harâc ödemekle yükümlü olan Türk hükümdârı Rutbil’in üzerine sefere çıktı.
Bu seferin sonunda Rutbil, 700 bin dirhem[11] [12]
para ödemeyi kabûl etti.
Bu dönem, hem Kafkasya, hem Türkistan, Türk-Arab savaşları
açısından kesintisiz savaş dönemi olarak nitelenebilir. Bir yandan Arab komutan
ve vâlilerin, Türkistan’da yaptıkları akınlar ve katlîamlar ile Kafkasya’da
yaptıkları akınlar; bir yanda ise Hazarların güneye doğru yaptıkları akınlar.
Haccâc’ın bölgeye Kuteybe bin Müslim’i ataması ile berâber mücâdele
ve savaşın seyri de değişmiştir. 706 yılında Beykent Savaşı, 707 yılında
Numeşkes ve Râmisene Savaşları, 708 yılında Buhârâ’nın işgâli[13], 714
yılında Kaşgar’ın alınması, 716 ve 717 yıllarında Cürrân ve Tâberistân
Savaşları, aynı yıl Cürcân’ın işgâli, Kuteybe bin Müslim ve 715 yılında yerine
vâli olan Yezid bin Mühelleb döneminde gerçekleştirilmiştir. İbn’ül Esîr,
Cürcân’ın ikinci defâ işgalinden önce Yezid bin Mühelleb’in şöyle dediğini
yazar.
"Eğer onları yenersem, kanlarıyla değirmen döndürüp o öğütülen
undan yemedikçe kılıcı bırakmayacağım."[14]
Bununla berâber Türkistân’ın dışında Kafkasya’da da çok kanlı
savaşlar olmuştur. Hattâ denilebilir ki, Türkler ile Arablar arasında yaşanan
en sert ve şiddetli savaşlar, Hazar-Arab savaşlarıdır. Ba’zen Arab orduları,
Kafkas Dağları’nı aşmış ve büyük bir istilâya girişmiştir. Ba’zen ise Hazar
Türk orduları, Kafkas Dağları’nı aşmış, Âzerbaycan ve Doğu Anadolu bölgelerini
istilâ etmişlerdir. Ancak 737 yılında Arabların bölgedeki vâlisi Mervân komutasındaki
çok büyük bir Arab ordusu, sefere çıkmış ve çok sayıda Hazar şehrini ele
geçirmiştir. Bu arada Hazarların başkenti bile Arabların eline geçmişti. Bu
târîhte Hazar kağanı ve âilesi, bütünüyle Müslümân olmuştu. Hazarlar, ancak bu
şekilde kurtulmuşlardı. Gerçi Emevîlerin, çıkan Abbâsî isyânı ile
uğraşmalarından sonra Hazarlar, İslâm’ı terk etmiştir. Ancak bir süre savaş
olmamıştır. Emevî hilâfetinin devrilip, yerine Abbâsî hilâfetinin kurulması ile
Türkistân’da Türk-Arab savaşları bitmiş, yerini ortaklık almıştır. Ancak
Kafkasya’da Türk-Arab savaşları bir süre daha devâm etmiştir. Ancak Hazarların
karşısında bu sefer Arab komutanlar değil, Türk komutanlar görülmeye
başlanmıştır.
Görüldüğü üzere Emevî dönemi, Türkler için sürekli savaş ve zamân
zamân katlîam dönemi olmuştur. Bu yüzden Emevî işgâline uğrayan bölgelerdeki
birçok Türk boyu, korkudan dolayı Müslümân olmuştur. Ancak burada başta Kuteybe
bin Müslim olmak üzere Arab vâlilerin, Müslümân yapma amacı güttüklerini
sanmıyorum. Çünkü Müslümân olmayanlardan alınan harâc ve cizye gibi vergiler,
Müslümânlardan alınan öşür ve zekâttan çok daha ağırdı. Bu yüzden devlet için
çok ciddî bir gelir kaynağı idi. Bundan dolayı zorla Müslümân yapmanın ekonomik
olarak, Beyt’ül Mâl denen hazîneye ciddî bir zarârı olacaktır. Ama tabiî olarak
birçok boy, kurtuluş yolunu Müslümân olmakta bulduğu için toplu hâlde Müslümân
olmuşlardır.
4.
Müslümân
Arablarla yapılan savaşlarda esîr düşen Türk asker ve komutanlarının Müslümân
olmaları ve kısa sürede makâm ve mevki elde etmeleri.
Emevî ve Abbâsî döneminde esîr edilen ba’zı Türk asker ve
komutanlar, Abbâsî döneminde yükselmiş ve kısa sürede makâm ve mevki sâhibi
olmuştur. İkinci Abbâsî halîfesi Mansûr zamânında çok sayıda Türk komutan,
devlet ve orduda önemli mevkilere gelmiştir. Hattâ halîfe Hârûn Reşid’in
oğullarından Mu’tasım, annesinin Türk olmasının da etkisiyle, tamâmen
Türklerden oluşan özel bir birlik kurmuştu. Daha sonra halîfe Mu’tasım,
Samarra’yı bir şehir hâlinde yeniden düzenleyerek, Türk askerlerine âid bir
şehre dönüştürmüştü.
Bu dönemde yapılan savaş ve seferlerde, genelde Türk komutanları
görüyoruz. Bu dönemde ünlü Türk komutanı Afşın, hem Bizans’a karşı, hem de Fars
asıllı isyâncı Babek’e karşı çok önemli zaferler kazanmıştır ve İslâm ordusunun
başkomutanı olmuştur. Bunun dışında Tolunoğlu Ahmed, Muhammed bin Toğaç gibi
yarı bağımsız devletlere sâhib olan Türk komutanları da olmuştur.
Bu yetenekli Türk komutanlarının kısa sürede yükselmesi, birçok
Türk boyunun dikkâtini çekmiştir. Bu yüzden de birçoğu Müslümân olmuş ve kimisi
paralı asker olarak, kimisi gönüllü olarak Abbâsî ordusunda önemli görevlere
gelmişlerdir.
5.
Ba’zı Müslümân
derviş ve misyonerlerinin etkisinde kalan ba’zı Türk boylarının Müslümân
olmaları.
Türk - Arab savaşlarının bitmesinden sonra çok sayıda Arab ve Fars
dervişinin, Türkistân’da dolaşması ve Türklere, İslâm’ı anlatması da, Türklerin
Müslümânlaşmasında etkili olmuştur. Bu konuda en bilinen isim, Hoca Ahmed
Yesevî’nin de hocası olan ve Nakş-ı Bendî târikâtının pîrleri arasında sayılan
Yusûf el Hemedânî’dir. 11. ve 12. yüzyılın en ünlü mutasavvıflarından olan
Hemedânî, Merv, Buhârâ, Semerkand, Herât ve bölgedeki birçok yerde dolaşmış ve
irşâdda bulunmuştur. Zâten türbesi de Merv’de bulunmaktadır.
Hemedânî’nin dışında türbesi Kars’ta bulunan Ebû’l Hasan Herekânî,
hem Kafkasya’da, hem Türkistân’da uzun süre dolaşmıştır. Ayrıca Fars asıllı Ebû
Yezid el Bestâmî’de Türklerin Müslümân olmasına katkı sağlayan bir başka
derviştir.
Yeni bir dînin kabûlü noktasında misyonerlerin rolünü inkâr etmek,
büyük bir hat’a olur. Ancak burada bahsettiğimiz, Hristiyan misyonerliğinden
çok farklı bir misyonerliktir. Daha ziyâde dervişlik şeklindedir.
6.
Önceden
Müslümân olan Türk boylarının, Teñrici, Budist ve Nastûrî Hristiyan Türk
boyları üzerlerine açtığı gazâ ve cihâd seferleri sonucunda birçok Türk boyunun
Müslümân olması.
Karahanlı, Gazneli, İtil Bulgar, Selçuklu ve benzeri birçok
Müslümân Türk devletinin, Müslümân olmayan Türkler üzerine gazâ ve cihâd
seferleri yaptıkları bilinmektedir. Türkistan’da kurulmuş olan ve soyunu İslâm
öncesi, efsânevî bir Türk hükümdârına, Alp Er Tunga’ya dayandıran
Karahanlılar’ın doğu bölgelerinde Maniheist ve Budist Uygurlar ile Teñrici
ba’zı Türk boyları üzerine sefere çıktıkları bilinmektedir. Yine aynı şekilde
Selçuklu hükümdârı ve Anadolu’nun yeni Türk vatanı olmasını sağlayan Sultân Alp
Arslan Han’ın Kafkasya Seferi’nde Hristiyan Kıpçaklarla savaşları[15],
Gazneliler’in Güney Türkistân ve Afganistân bölgesinde Budist ve Teñrici Türkler
üzerine yaptıkları seferler, aynı şekilde İtil Bulgar Devleti’nin Musevî,
Hristiyan ve Teñrici Türkler üzerine açtığı seferler, Müslümânlığı seçen
Türklerin, Müslümân olmayan soydaşlarını Müslümânlaştırmaya yönelik
girişimleridir. Aslında Manas Destânı’nda da bu durum çok açık bir biçimde
görülmektedir. Müslümân Kırgız Türklerinin, Teñrici Kalmuk Moğollarıyla
savaşları ve Manas’ın yaptıkları, uzun uzun anlatılır.[16]
Karahanlılar ve Selçuklu idârelerinde, Türkistân bölgesinin
Müslümânlaşması büyük oranda tamamlanmıştır. Ancak bu durumu tersine çeviren
iki olay yaşanmıştır. İlki, Moğol kökenli Kara Kitay Hanlığı’nın büyük batı
seferi ile Türkistân bölgesinin tamâmına yakınını fethetmesidir. 12. yüzyılın
en önemli olaylarından biri olan bu istilâ ile Aral Gölü’ne kadar olan bütün
Türkistân, Kara Kitayların hâkimiyetine girdi. Doğal olarak bu durum, İslâm
hâkimiyetinin geri çekilmesi anlamını da taşıyordu. Bu duruma son veren ise ne
ilginçtir ki, Kara Kitay Hanlığı’nı yıkan Çingiz Kağan olmuştur.
İkincisi ise bütün Türkistân, Çin, Îrân, Irak, Anadolu, Kafkasya,
Kıpçak eli (bugünkü Rusya), Sibirya ve Doğu Avrupa’yı ele geçiren Çingiz Kağan’ın
Moğol Devleti dönemidir. Bu dönemde de İslâm hâkimiyeti, geri çekilmiştir.
Ancak bir süre sonra Çin’deki Yuan hânedânlığı dışındaki Çağatay, İlhanlı ve
Altın Ordu hanlıklarının İslâm’ı kabûlü ile İslâm hâkimiyeti, bu bölgeye çok
daha güçlü ve köklü bir biçimde geri gelmiştir.
İslâm’ın Türkler arasında yayılmasının sebebleri arasında, Müslümân
Türklerin, Müslümân olmayan Türklere açtıkları dînî seferler, İslâm’ın Türkler
arasında yayılmasını hızlandırmıştır.
7.
Hoca Ahmed
Yesevî gibi çok sayıda Müslümân Türk dervişi ile dîn adamının ve tüccârın,
etkisi ile birçok Türk boyunun Müslümân olması.
Bilindiği üzere Pîr-i Türkistân olarak bilinen Hoca Ahmed Yesevî, birçok
mü’ridini İslâm’ı yaymaları için yeni fethedilmiş, çeşitli bölgelere
göndermiştir. Hattâ Anadolu’da hâlâ isimleri unutulmamış olan Hacı Bektâş-ı
Velî ve onun gibi birçok isim Türkistân’dan gelmiştir. Bu kişiler, geçtikleri
ve gittikleri yerlerde İslâm’ı anlatmışlar ve Müslümân olmayanları İslâm’a
da’vet etmişlerdir. Ancak bu yolculukların, sâdece Anadolu ile sınırlı
kaldığını söylemek yanlış olur. Türkistân’ın Müslümân olmayan bölgeleri,
Kafkasya, Kıpçak eli ve Balkanlar, bu yolculukların uzandığı diğer bölgelerdir.
Karahanlılar, daha çok Türkistân’ın Müslümânlaşması ile
ilgilenmiştir. Aynı şekilde İtil Bulgarları da, İtil bölgesi ve genel olarak
Kıpçak elinde faâliyet yürütmüştür. Bununla berâber Balkanlar bölgesinde
dolaşan dervişler, genel olarak Anadolu, Kırım ve Kıpçak eli üzerinden
gelmişlerdir. Bu isimlerden biri de, 13. yüzyılda yaşamış olan, Osmanlıların Balkanlarda
yaptığı faaliyetlerden çok daha önce, burada bulunan, kimliği ve kişiliği
tartışmalı Sarı Saltuk’tur. Sarı Saltuk, Dobruca merkez olmak üzere bütün
Balkanlarda adı bilinen ve varlığı üzerinde efsâneler oluşturulan biridir.
Dîn adamları dışında tüccârların etkisi de göz ardı etmemek
gerekir. Çin’in Xian bölgesi ile İstanbul arasında uzanan İpek Yolu üzerinde
gidip gelen tüccârlar ile Îrân’dan Sibirya ve İtil bölgelerine uzanan Kürk Yolu
üzerinde gidip gelen tüccârlar, İslâm’ın yayılmasında pay sâhibi olmuşlardır.
Târîhî olaylar incelenirken, aslâ tek bir sebeb üzerinden hareket
edilemez. Özellikle 200-300 yüz yıllık bir süreç içerisinde gerçekleşen
Türklerin Müslümânlaşması, ne “Türkler kılıç zoruyla Müslümân oldu”, ne “Türkler,
kendi inançlarıyla İslâm arasındaki benzerliklerden dolayı, kendi istekleriyle
Müslümân oldu” gibi basit ve yanlış yorumlarla açıklanamaz. Elbette kılıç
zoruyla Müslümân olan (Emevî dönemindeki Hazar kağanları gibi) Türkler vardır.
Ancak bunlar bir süre sonra geri dönmüşlerdir. Elbette kendi isteği ile de
Müslümân olan Türkler vardır. Ancak bu geneli açıklamak için yeterli değildir.
[1] Aydın,
Erdoğan, Nasıl Müslüman Olduk?, Kırmızı Yayınları
[2]
İmâm Ebû Yusuf, Kitâb’ul Harâc, Hisar Yayınevi, 1973
[3]
Kur’an-ı Kerîm, Tevbe Sûresi 29. Âyet. Diyânet Vakfı Meâli “Kendilerine Kitap
verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlünün haram
kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle,
küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”
[4] İbnü’l-Esir,
İslâm Tarihi - El Kamil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları, c.2 s.472-475.
[5] a.g.e., c.3 s.39-43.
[6] a.g.e., c.3 s.35-36.
[7] Bu
savaşın yılı konusunda kaynaklar arasında tam bir uyum yoktur. Genel olarak
650-655 yılları arasındaki yıllar verilmektedir.
[8]
Tereşçenko, Aleksey, Hazarlar ya da Unutulmuş Bir Halkın Tarihi Yerlerinin
Durumu Hakkında Bilinenler, Piatigorsky Jacques, Sapir Jacques, Hazar İmparatorluğu
VII ve XI. Yüzyıllar, s.42, Bilge Kültür Sanat Yayınları Ekim 2007
[9] İbnü’l-Esir,
İslâm Tarihi - El Kamil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları, c. 3 s. 463
[10] a.g.e.,
c. 4 s. 405-406
[11] Arada
ihtilâf olsa da, genellikle 1 dirhem = 2,97 gram olarak kabûl edilir. Buna göre
700 bin dirhem, 2 ton 79 kilogram gümüşe eşittir.
[12]
Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB Devlet
Kitapları, 1. Fasikül, s. 454, İstanbul,
1983
[13]
Kuteybe’nin Buhârâ’yı almasından sonra şehirde, kafa avcılığı yapıldığını ve
askerlere kafa toplanması emri verildiğini İbn’ül Esîr belirtir. (cilt 4, sayfa
485)
[14] İbnü’l-Esir,
İslâm Tarihi - El Kamil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları, c.5, s.36-37
[15] Ahmed
bin Mahmûd, Selçuknâme, Tercüman Yayınları, 1977
[16] Çorotegin,
Tınçtıkbek, Kaşgarlı Mahmud’un Divanı ve Manas Destanında Doğu Türklerinin
Savaşları, Naskali, Emine Gürsoy, Bozkırdan Bağımsızlığa Manas, s.160-165, Türk
Dil Kurumu Yayınları, 1995
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder