26 Kasım 2017 Pazar

BİR CUMHÛRİYET İRONİSİ: BİTMEYEN TARTIŞMA -Tanrı mı, Allâh mı?-


Geri kalmış toplumların en büyük sorunlarından ve geriliğinin işâretlerinden biri de, tartışmaları hep sözcükler üzerinden yürütmeleri ve bir türlü konuların özüyle ilgilenmemeleridir. Günümüzde maâlesef, bunu Türkiye’nin bütün kesimlerinde, hâlâ görebiliyoruz.

Türkiye’nin cumhûriyet döneminde en uzun süre devâm eden, en anlamsız ve saçma tartışması, Allâh mı, yoksa Tanrı mı tartışmasıdır. Ancak ilginç bir şekilde bu tartışma, Türklerin dînî kurallara göre yönetilen yüzlerce yıl boyunca gündeme gelmeyip, laik kurallara göre yönetilen dönemde başlamış olmasıdır. Bu üzerinde durulması gereken bir durumdur ve bunu yapacağım.

İşin İslâm ilâhiyâtı açısından yorumuyla -benim alanım, konum ve ilgim dâhilinde olmadığı için- ilgilenmeyeceğim. Ancak Türk târihi ve sosyolojisi üzerinden hareket edeceğim.

Bilindiği gibi Türkler, târih boyunca Tanrı adını kullanmışlardır. Bu konuda ufak tefek farklı söyleyişler olsa da, hepsinin ortak noktası Tanrı adıdır. Dileyenler, “Türk Çok Tanrıcılığı: Tengricilik”[1] adlı makâlemin girişinde yer alan bu farklı söyleyişleri görebilir.

Bununla berâber Türklerin Tanrı adını üç farklı anlamda kullandığını görebiliyoruz. Birincisi, gök; ikincisi, Allah; üçüncüsü de, tapınılan her şey. Bu konuda Kâşgarlı Mahmûd, ünlü eseri Divânü Lugâti’t Türk’te şöyle demektedir:[2]

tengri. Allah; azze ve celle [aziz ve celîl olan (muhterem ve ulu)].
Şu atasözünde de geçer,
toyın tapugsaq, tengri sewinçsiz: Kâfirlerin din büyüğü Cenab-ı Hakk’a tapınmak ister, ama Allah (Onun büyüklüğü artsın) için bir iş yapan, ancak bunu başaramayan kimseyi anlatmak için kullanılır.
Şu dizelerde de kullanılır,
            tün kün tapun tengrike boynamagıl
qorqup angar eymenü oynamagıl
            Allah’a gece gündüz ibadet et ve bu işten şaşma
            O’ndan kork ve korkunda ve çekinmeden oyunbaz olma
Kâfirler -Allah’ın gazabı üzerlerine olsun- göğe tengri derler; aynı zamanda azametli gördükleri her şeyi, örneğin bir dağı ya da bir ağacı da tengri olarak adlandırır ve önünde secde ederler. Bunlar bilge bir adama da tengriken derler. Bunların sapkınlıklarından kaçarak Allah’a sığınırız.”

Görüldüğü gibi Kâşgarlı Mahmûd, bir Müslümân Türk olarak Tanrı adını, Allah anlamında kullanmakta ve bunu yaparken de, Müslümân olmayan Türklerin de ne şekilde kullandıklarını bize göstermektedir. Ayrıca Türk târihinin en önemli eserleri arasında yer alan Tonyukuk Yazıtları’nda da “Teñri Umay, iduk yer suv, bana berdi erinç” ifâdesi yer almaktadır. Mehmet Ölmez[3] ve Talat Tekin, “Teñri Umay” şeklinde okurken ve “Umay Tanrı, kutsal yer-su, bize yardım etti” diye çevirmektedir. Hüseyin Nâmık Orkun ve Muharrem Ergin ise ayrı ayrı okumayı tercih etmektedir. Elbette konumuz Umay adı olmadığı için üzerinde çok duracak değilim ama görünen o ki, Türkler için Tanrı, hem bir özel ad, hem de bir sıfattır.

Gelelim İslâm’ın Türkler arasında iyice yerleşmeye başlaması ile berâber Tanrı adının kullanımına…

Müslümân Türklerin dînî anlamda en önemli isimlerinden biri olan Hacı Bektâş-ı Velî, kaleme aldığı Makâlât adlı eserinde oldukça sık bir biçimde Tanrı adını, Allah adıyla berâber kullanmıştır. Oldukça bol kullandığı için sâdece üç örnek yeterli olacaktır diye düşünüyorum.

"Hâzıhî Makâlât-ı Şerîf-i Hazret-i Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî (Kaddesa'llâhu sırrahu'l-azîz ve rahmetu'llâhi teâlâ)[4]
Bi'smil'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm.
Şükr ü minnet ü sipâs ol Tanrı tebâreke ve teâlâ hazretine olsun"[5]

Dikkât edilirse, yüklemdeki fiîli saymazsak, tek Türkçe sözcük Tanrı adıdır. Bu kısmı, günümüz Türkçesi’ne çevirecek olursak,

“Bu eser, şerefli Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin (Allah onun azîz sırrını kutsassın ve Allah’ın rahmeti üzerine olsun.
Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla.
Şükür ve minnet ve hamd, mübârek ve yüce Tanrı hazretine olsun.”

Hacı Bektâş-ı Velî, eserinin bir başka kısmında da şöyle demektedir[6]:

"... bu kadar acâyibler ve garâyibler Tanrı teâlâ'nun 'lebbeyk' dimeklügiyle ve hem ol velînün 'Yâ Rabbi' dimeklüginden kopar ve sühan-ı ilâhî didükleri budur."

Bu sözü de günümüz Türkçesine şu şekilde çevirebiliriz.

“… bu kadar acâyib ve garib işler, Yüce Tanrı’nın “lebbeyk (benim sevgim ve bağlılığım sanadır)” demesiyle ve hem o velînin “Yâ Rabbi” demesinden kopar ve ilâhî söz dedikleri budur.”

Bu konudaki üçüncü örneğimizde de Hacı Bektâş-ı Velî, şöyle demektedir[7]:

“Kul, Çalab Tanrı'ya kırk makâmda irer, dost olur. Onı şerî'at içinde, onı tarîkat içinde, onı ma'rifet içinde, onı hakîkat içindedür.”

Bu kısım, günümüz Türkçesine oldukça yakın olduğu için çevirmeye gerek yok. Bununla birlikte bu üç örnek ile Hacı Bektâş-ı Velî’nin Tanrı adını, Allah anlamında kullandığını ortaya koyduğumu sanıyorum.

Kânûnî Sultân Süleymân’ın ünlü Şeyhü’l İslâm’ı Ebû’s Suûd Efendi’nin fetvâları da bu konuda önemli birer târihî belge niteliği taşımaktadır ve yine bu konuda üç örnek üzerinden hareket edeceğim.

“Mes’ele: Zeyd, hamr içip mahallesine gelse, Amr’a “bre Tanrısını ve Peygamberini –hâşa- filan ettiğim” lafziyle edepsizlik eylese, o mel’ûna ne lâzım olur?
Elcevap: Kâfirdir, katli helâldir. Avreti bâindir, ehl-i İslâm’dan dilediği kimseye varır.”[8]

“Mes’ele: Hâşâ, “Tanrı’dan korkmazım” diyen Zeyd’e şer’an ne lâzım olur?
Elcevap: Kâfir-i mahzdır. İslâm’a gelmezse, katl olunur.”[9]

“Mes’ele: Zeyd Amr’a “bana Tanrı’yı buluver”dedikte Amr Zeyd’e “Kur’ân ile âmil olup, Peygamber’e iktidâ edicek, bulursun” deyicek, Zeyd “anlara ne amel, ben anlarsız bulurum” yahut “buldum” dese Zeyd’e ne lâzım olur?
Elcevap: Katli lâzımdır, zındıktır.”[10]

Fetvâların içeriği ile ilgilenmediğimi yazının başında belirtmiştim. Bununla berâber bu üç fetvâ da, bize Ebû’s Suûd Efendi’nin Tanrı adını, Allah adı olarak kullandığını göstermektedir.

Osmanlı döneminde medreselerde Arabça öğretiminde kullanılan temel kaynaklardan biri olan ve bir manzûm sözlük olarak yüzyıllarca kullanılan Subha-i Sıbyân, bu noktada önemli bir veri olarak karşımızda durmaktadır. 1624 yılında Bosnalı Ebu’l-Fadl Muhammed bin Ahmed er-Rûmî tarafından yazılan bu eserde Allah adının açıklamasında şöyle denilmektedir[11]:

“Allah: Tanrı. Bir ismi Rahmân.”

Bu noktada Osmanlı edebiyâtında da örnekler vardır ama sâdece bir örnekle yetineceğim. Fâtih Sultân Mehmed’in oğlu olan ve Osmanlı târihi açısından oldukça önemli bir kişi olan Cem Sultân, Türkçe dîvânındaki şi’rlerinden birinde şöyle demektedir[12]:

“Bir dahı ‘ışkuñ ile belâ-keş yaratmadı
Mülk-i cihânda Tañrı te’âlâ benüm bigi”

Büyük ölçüde anlaşılır olsa da, günümüz Türkçesine şöyle çevirebiliriz:

“Bir daha aşkın ile belâ çeken yaratmadı
Dünyâ mülkinde Yüce Tanrı benim gibi”

Burada da Cem Sultân’ın Tanrı adını, Allah anlamında kullandığı belli olmaktadır.

Bu örneklerin yeterli olduğunu düşünüyorum. Cumhûriyet devrine kadar devâm eden bu durum, sonraki süreçte inanılmaz bir hızla değişime uğramıştır. Bana göre bu durumun temelinde ezânın dilinin değiştirilmesi, yâni Türkçe ezân yer almaktadır. Allâhû ekber sözünün, Tanrı uludur diye çevrilmesi; cenâzelerde de Allâhû ekber sözüne bir dönem izin verilmemesi, bu yönde atılan adımlar, halkın zihninde Tanrı adının kötü bir şekle bürünmesine yol açmıştır. Diyebiliriz ki, bu durum halkın zihninde ciddî bir travma ya da kriz yaratmıştır. Bu durum ise hep birlikte anılan bu iki adın, birbirinden çok büyük bir hızla kopmasına yol açmıştır.

Ayrıca laiklik ilkesi ile olan karşıtlığı ortada iken Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin öğün yemeklerinde, yemek duâsı adlı bir toplu ve zorunlu uygulamanın olması da insanların zihninde etki yaratmış olabilir, diyebiliriz. Zîrâ dayatılanlar, çoğu zaman ters teper. Laik, demokratik, modern ve millî olduğu iddiâsını güden bir dönemde Türklerin binlerce yıldır kullandıkları bir isme, üstelik birçok defâ toplu dîn değişimi yaşamasına ve etkilenmemesine rağmen, yönelik tavır ortaya çıktıysa, üzerinde düşünmek gerekir. Böyle bir ironinin ortaya çıkışı ve çözümü üzerinde akıl yürütmek gerekir. Nedenlerini ortaya koyduğumuza göre şimdi de neler yapılması gerekenlerden söz edelim.

Allâh ve Tanrı tartışmasının bir ân bitmesi gerektiği gibi bu iki ismin birbirinin karşıtı ya da alternatifi olmadığı ortaya konulmalıdır. Tekbîr (Allâhû ekber) ve “Tanrı Türk’ü korusun” gibi kalıplaşan sözlerde oynama yapılmamalı ve olduğu gibi hareket edilmelidir. Ayrıca Allâh adının kökenine dâir anlamsız tartışmalardan uzak durulmalı, Allah yerine Tanrı denilmeli gibi sözler söylenmemelidir. Aynı şekilde de içinde Tanrı geçen sözleri de Allah diyerek düzeltme yoluna gidilmemelidir. Hattâ aynı cümle içinde kullanılsa, bence olumlu da olur. Ayrıca yabancı sinema ve dizilerin çevirisinde de dikkât edilmeli, İngilizce God sözcüğünü, doğru olsa bile Tanrı yerine, İlâh gibi sözcüklerle çevirmelidir. Bununla berâber bunlar işin halka yönelik durumudur ve sosyolojik bir konudur. İşin özü ise laikliğin yerleşmesinin sağlanması ve herkesin inandığı değerlerin saygılı bir tavrın geliştirilmesini sağlamaktır.

            Bilmek gerekir ki, Türklerin çok büyük çoğunluğu Müslümândır ve Müslümân Türkler için Allah adı, en yüce isimdir. Söz ve tavırlarda bunu göz önünde bulundurmak gerekir.

KUTLU ALTAY KOCAOVA

26.11.2017



[1] Kocaova, Kutlu Altay, “Türk Çok Tanrıcılığı: Tengricilik”, http://kutlualtayyazilari.blogspot.com.tr/2016/07/turk-cok-tanriciligi-tengricilik.html (Erişim târihi: 26.11.2017)
[2] Kâşgarlı Mahmûd, Divânü Lugâti’t Türk, s.551, Kabalcı Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2005
[3] Ölmez, Mehmet, Orhon-Uygur Hanlığı Dönemi Moğolistan’daki Eski Türk Yazıtları, Metin-Çeviri-Sözlük, s.181, BilgeSu Yayıncılık, 2. Baskı, Ankara, 2013
[4] Burada Hacı Bektâş-ı Velî’ye sanki başka birinin ettiği duâymış gibi görünse de, bu durum tasavvûftan kaynaklanmaktadır.
[5] Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli, Alevî-Bektâşî Klasikleri 2 - Makâlât, s.43, Türkiye Diyânet Vakfı, Birinci Baskı, Şubat 2007, Ankara
[6] a.g.e., s.59
[7] a.g.e., s.68
[8] Düzdağ, Ertuğrul (haz.), Kanunî Devri Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi Fetvaları, s.143, Kapı Yayınları, Haziran 2012
[9] a.g.e., s.142
[10] a.g.e., s.141
[11] Uzun, Tacettin, "Arapça-Türkçe Sözlüklerin Öncüsü Sayılan Subha-i Sıbyân", Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, y.2, s.6, ss.98, Yaz 2002, Ankara
[12] Ersoylu, İ. Halil (haz.), Cem Sultan’ın Türkçe Divan’ı, s.225, Türk Dil Kurumu Yayınları, İkinci Baskı, Ankara, 2013 Temmuz

24 Eylül 2017 Pazar

KÜRD REFERANDUMU VE TÜRKİYE-IRAK SINIRI

Görsel: Bugün îtibâriyle Kuzey Irak ve çevresindeki güçlerin hâkimiyet durumu. Sarı renk, Kürdlerin kontrolündeki bölgeleri, pembe renk, Irak yönetimi, koyu gri ise IŞİD kontrolündeki bölgeleri göstermektedir.

            Önümüzdeki pazartesi günü, Ortadoğu târihinin en önemli olaylarından biri yaşanacak. Irak Kürdistan Bölgesi Yönetimi lideri Mesûd Barzânî, bölgesinin bağımsızlığı için referandum yapacak. Gerçi, gerek komşu ülkeler, gerek dünyânın birçok ülkesinden bu konuda farklı tepkiler gelse de Barzânî, referandumu yapacak gibi gözükmektedir. Bununla berâber bizim konumuz, referandumun yapılıp yapılamayacağından ziyâde Türkiye ile Irak arasındaki antlaşma ve sözleşmeler üzerinden hukûkî durumu değerlendirmektir.

            Türkiye ve Irak arasındaki sınır, 5 Haziran 1926 târihli ve resmî adı “Hudûd ve Münâsebât-ı Hasenet Hemcivâri Muahedenâmesi” olan Türkiye-Irak sınır antlaşmasına göre çizilmiştir. Bu antlaşmanın, Türkiye, Irak ve İngiltere olmak üzere üç taraf ülkesi bulunmaktadır ve Türkiye-Irak sınırı boyunca olabilecek birçok şeyi karâra ve hükme bağlamıştır.

            Türkiye’nin Musul ve Kerkük üzerinde hak sâhibi olduğu iddiâsında bulunanlar, genel olarak antlaşmanın beşinci ve onuncu maddeleri üzerinden hareket etmektedirler. Bu yüzden bu maddeleri incelemekte fayda var.

            “Madde 5. — Tarafeyn-i akîdeynden her biri birinci maddede tasrih edilen hatt-ı hudûdu kati ve taarruzdan mâsun olmak üzere kabâl ve bunu tâdile mâtuf her türlü teşebbüsten tevakki etmeyi taahhüd eyler.”[1]

            Günümüz Türkçesine çevirirsek, antlaşmanın taraflarının, birinci maddede belirtilen sınırlara yönelik her türlü saldırıdan korumak üzere, önceki hâline dönüştürmeye yönelik her türlü girişimden uzak duracaklarını taahhüd edeceği belirtiliyor.

            Bu madde, hem Türkiye’nin, hem de Irak’ın sınırları değiştirmeye yönelik her türlü adımdan uzak duracağını belirtiyor. Dolayısıyla bu madde üzerinden Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde kurulacak bir Kürd devleti hakkında hareket hakkından söz etmek imkânsızdır.

            Şimdi de dokuzuncu ve onuncu maddelere bakacak olursak,

            “Madde 9. — Müsellah bir veyâ birkaç eşhâs civâr hudûd mıntıkasında bir cinâyet veyâ cürüm îka ettikten diğer hudûd mıntıkasına ilticâya muvaffak oldukları takdirde bu son hudûd mıntıkası memûrini işbu eşhâsı silâhlariyle ve yağma ettikleri eşya ile birlikte kanûna tevfikan tebaâsı bulundukları tarafın memûrine teslim etmek üzere tevkîf etmeye mecburdur.

Madde 10. — Muahedenin işbu faslının tatbîk edileceği hudûd mıntıkası Türkiye'yi Iraktan tefrîk eden bütün hudûd ile bu hudûdun bir ve diğer tarafında yetmiş beşer kilometre derinlikte bulunan mıntıkadır.”[2]

            Bu iki madde, dikkât edilirse, birbiriyle bağlantı olan maddelerdir. Türkiye’nin hakkı olduğuna dâir iddiâların temeli olarak görülen onuncu maddenin sebebi dokuzuncu maddede belirtilmektedir. Elbette onuncu madde, hem Türkiye’ye, hem de Irak’a birbirine müdâhale etme hakkı veriyor. Ancak bu müdâhale, ancak suçlulara yönelik bir tâkib harekâtından başka bir şey değil. Dikkât edilirse dokuzuncu maddede silâhlı kişi ya da kişilerin, suç işledikten sonra diğer ülkeye kaçmasını şart koşmakta ve bu şarta uygun olarak yapılacak müdâhaleyi de 75 kilometre ile sınırlı tutmaktadır. Dolayısıyla bu maddenin Mesûd Barzânî’nin yapacağı Kürdistan referandumu ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Türkiye, zâten sık sık PKK’ya karşı bu maddeye göre hareket etmiş ve adım atmıştır. Ancak Barzânî yönetiminin uluslararası hukûk açısından PKK ile benzer olduğunu söyleyemeyiz. Zîrâ biri, BM tarafından resmî olarak terör örgütü olarak kabûl edilirken, diğeri bütün dünyâ ve BM tarafından resmî bir varlık olarak kabûl edilmekte ve Türkiye, İrân gibi komşularıyla özel anlaşmalar yapabilmektedir. Dolayısıyla suçlularla ilgili bir maddenin Barzânî için uygulanması imkânsızdır. Kaldı ki, uygulansa bile Türkiye sınırı ile Erbil arasındaki mesâfe kuş uçuşu, 90 kilometre;  Musul arasındaki mesâfe 100 km; Kerkük arasındaki mesâfe ise 250 kilometre civarındadır. Yâni yine 75 kilometrelik hattın dışında kalmaktadırlar.

            Bununla birlikte on birinci madde ile antlaşmanın uygulanması için Irak tarafında Musul ve Erbil mutasarrıflarının görevli olduğu belirtilmiştir. Ancak sonraki yıllarda Irak’ın yapısı değişmiş ve Dohuk ilinin de ortaya çıkmasından dolayı Musul’un Türkiye ile sınırı kalmamıştır. Yâni böylece bu madde, hükümsüz kalmıştır.

            Antlaşmanın on ikinci maddesi ise bizim için daha fazla önem arz etmektedir. Madde şu şekildedir:

“Madde 12. - Türkiye ve Irak memurları diğer taraf tebaâsından olup, bilfiil onun arâzisinde bulunan aşâiri rüesa, şeyh veyahut diğer azâsı ile resmî veyâ siyâsî mahîyeti hâiz her nevi muhabereden istinkâf edeceklerdir. Tarafeyn-i âkideyn hudûd mıntıkasına bir veyâ diğer devlet aleyhine müteveccih hiçbir gûna propaganda teşkilâtına ve içtimaa müsaâde etmeyeceklerdir.”[3]

Bu madde ile Türkiye ve Irak, birbirlerine karşı hiçbir olumsuz propagandaya izin verilmeyeceğini belirtmiş oluyor. Ancak birçok açıdan çok önemli olan madde, uzun yıllar evvel hükmünü yitirmiştir. Hattâ diyebiliriz ki, 1991 yılındaki Çekiç Güç ve Irak’ın 36. paralelin kuzeyine çıkmasının yasaklanmasıyla, Irak’ı vuran uçakların Türkiye’den havalanması, Barzânî ve Talâbânî gibi Kürd liderlerin Irak aleyhine Türkiye tarafından desteklenmesi, hem maddenin hükümsüz kalmasını, hem de bu maddeyi ihlâl edenin Türkiye olduğunu göstermektedir.

Görüldüğü gibi 1926 târihli sınır antlaşmasının Türkiye’ye yönelik bir müdâhale hakkı vermediği görülmektedir. Bununla birlikte Kürdistan Devleti’nin kurulmasıyla, bu antlaşmanın hükmünü yitirdiği ve geçersiz olacağı da söylenebilir. Bu mantıklı olan bir görüştür. Elbette artık Türkiye ile Irak, sınır paylaşmıyorsa, sınır antlaşması da anlamını yitirir. Ancak bu da Türkiye’ye bir müdâhale hakkı tanımaz. Yâni uluslararası hukûka göre antlaşma ile belirlenmemiş bir bölgeye müdâhale hakkı söz konusu değildir. Kaldı ki, tam tersine bu sefer Kürdistan yönetimi ile antlaşma yapma gereği çıkar ki, bu da resmî olarak tanıma anlamına gelir.

Bununla berâber gözden kaçan bir unsur var ki, o da bu antlaşmanın üçüncü tarafının İngiltere olduğu gerçeğidir. Bu da her ne olursa olsun, İngiltere’yi de hesâba katmak gerektiğini gösteriyor. Kaldı ki, İngiliz raporları, bu antlaşma ve imzâlanması konusunda oldukça sert ifâdeler barındırmaktadır. Ali Satan’ın derlediği “İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye: 1925-1926” adlı eserde şu ifâdeler yer almaktadır:

“Türklerin İtalya korkusu, 5 Haziran’da Ankara Antlaşması’nın imzalanmasını kesinlikle kolaylaştırdı. Bu korku hâlâ canlı olduğundan, Türklere bizi kışkırtamayacakları konusunda güvenilebilir. İtalya ile aralarında doğabilecek bir anlaşmazlıkta bizi müttefik değilse bile potansiyel tarafsızlar olarak tutmak hususunda elbette hassas olacaklar.”[4]

İngilizlerin bu ifâdeleri, Ankara Antlaşması ile istediklerini aldıklarını göstermektedir.

Türkiye ile Irak arasındaki bir diğer antlaşma da, 29 Mart 1946 târihinde imzâlanan “Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması”dır. Bu antlaşma, TBMM tarafından 5 Eylül 1947 târihinde onaylanmış ve 12 Eylül 1947 târihinde de Resmî Gazete’de yayınlanmıştır. Bu antlaşmanın en önemli maddesi ise dördüncü maddedir. Söz konusu madde şöyledir:

“Madde 4 - Antlaşan Taraflar, Taraflardan birinin ülke bütünlüğüne veyâhut hudûd dokunulmazlığına karşı herhangi bir saldırma tehlikesi görüldüğünde veyâ saldırma yapıldığına Birleşmiş Milletler Teşkilâtının yetkili organına hemen haber vermeyi taahhüd ederler.”[5]

Bu madde, Türkiye’nin yapabileceği şeyin en fazla Birleşmiş Milletler’e başvurmak olduğunu göstermektedir. Kaldı ki, Türkiye, Irak’a yönelik iki Körfez Savaşı’nda da havaalanlarını ve üslerini saldıran taraf olan ABD ve müttefiklerine açarak, bu maddeyi ihlâl etmiştir. Ayrıca aynı antlaşmanın bir sonraki maddesinde de taraf ülkelerin aralarındaki her türlü anlaşmazlığı Birleşmiş Milletler gözetiminde ve barış içerisinde çözecekleri de taahhüd edilmektedir.

Devletler, her zaman atacağı adımları iki ölçüye göre atarlar. Birinci ölçü, güçtür. Yâni gücünüz varsa, bu gücünüze orantılı olarak adımlar atabilirsiniz. ABD ve Rusya, birçok işgâli buna göre gerçekleştirmiştir. İkinci ölçü, meşrûiyettir. Türkiye, Kıbrıs Barış Harekâtı’nı buna göre gerçekleştirmiştir. Yine aynı şekilde Karabağ Savaşı sırasında Ermenistan’ın Âzerbaycan toprağı olan Nahçıvan’a saldıramamasında, yine Rusya’nın 2008 Gürcistan Savaşı sırasında Batum’u vuramamasında bunu görüyoruz.  Yâni atacağınız adımların meşrû olması gerekir. Bu ise ancak antlaşmalarla, yâni uluslararası hukûk ile sağlanır. Eğer siz, eski haklarınızdan resmî olarak vazgeçmişseniz, dünyânın değişen konjöktrüne bağlı olarak ileride söz hakkınızı kaybedebilirsiniz.

Bu yüzden bir konu hakkında konuşurken, evvelâ antlaşmalara ve uluslararası hukûk belgelerine göre hareket etmek, bu belgelere analiz yapmak gerekmektedir. Türkiye ve İrân, elbette Kürd yönetimine karşı sınırlarını kapatabilirler, ekonomik yaptırım uygulayabilirler ve Birleşmiş Milletler gibi uluslar üstü örgütlerin devreye girmesini isteyebilirler. Ama resmî olarak varlığını kabûl ettikleri bir yapıya karşı, ayrılmak istedikleri ülke (burada Irak) talebde bulunmadıkça, askerî harekât düzenleyemezler. Dolayısıyla ne yapılacaksa, Irak ile berâber yapılmalıdır. Bir askerî harekât düzenlenecekse de, Irak’ın onayı ve talebi sağlanmalıdır. Aksi takdirde işgâlci durumuna düşmek ve sonucunda Kuveyt’i işgâl etmiş Saddam Hüseyin görüntüsüne düşmek tehlikesi bulunmaktadır ki, bu çok büyük bir tehlikedir.

23 Eylül 2017

KUTLU ALTAY KOCAOVA




[1] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 115 inci İçtima, 7.6.1926 Çarşamba, s.25
[2] a.g.e., s.26
[3] a.g.e., s.26
[4] Satan, Ali (der.), İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye 1925-1926, s.94, Birinci Baskı, İstanbul, Kasım 2013
[5] T.C. Resmî Gazete, 12 Eylül 1947 Cuma, s.6705, ss.1

9 Eylül 2017 Cumartesi

TÜRKİYE EĞİTİMİNİN SORUNLARI 3 - Dînîleşme

         

            Türkiye, her ne kadar anayasasına göre laik bir ülke olsa da, yaşanan uygulamalar eğitim alanında laikliği geri plana atmakta ve git gide dîne dayalı bir anlayışı hâkim kılmaktadır. Zorunlu olarak okutulan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin yanına eklenen üç seçmeli dîn dersi, okulların çoğunluğunun imâm hâtib okullarına dönüştürülmesi, bilimsel derslerin müfredâtının dînî inançlara göre oluşturulması ve Diyânet İşleri Başkanlığı’na okul açma yetkisinin verilmesi…

            Sorunun boyutunu göstermek bakımından kurumsal dînî eğitimden, dîn eğitimi dışındaki dînî etkiye doğru gideceğim. Öncelikle Diyânet İşleri Başkanlığı’na açtığı okula ve diğer eğitim kurumlarına bakalım.

            5 Ekim 2016 târihinde TC Diyânet İşleri Başkanlığı ile başkanlığa bağlı Türkiye Diyânet Vakfı’nın ortaklaşa projesi olan Reyyan Anaokulu’nun açılışı yapıldı[1]. Konu ile ilgili haber yazısında, 3-6 yaş grubu çocuklara, başta Kur’ân-ı Kerim eğitimi olmak üzere birçok alanda eğitim verileceği belirtilmektedir. Ayrıca yine Diyânet İşleri Başkanlığı, 4-6 yaş grubu için “Kur’ân Kursları” düzenlemektedir[2].

            Öncelikle hem MEB’nin mevcûd ana okulu müfredâtına göre, hem de eğitimbilimcilerin ortaya koyduğu ilkelere göre okul öncesindeki çocuklara okuma-yazma eğitiminin verilmemesi gerekir. Bunun belli başlı sebebleri vardır[3] [4] [5]. Buna göre çocuğun ilkokula başladığında okuldan sıkılması, arkadaşlarından ileride olmanın getirdiği tepeden bakma ya da arkadaş edinememe, sorumluluk bilincinin oluşmaması, çocuğun yazmaktan kaçınması, öğretmeni ayrı bir çalışma planı yapmaya zorlama gibi durumlardan dolayı okuma-yazma eğitimi için ilkokulu beklemek gerekli görülmektedir. Okul öncesi eğitiminde yapılması gereken, sâdece ilkokula ve okuma-yazmaya eğitimine hazırlıktır.

            Eğitim bilimleri açısından durum böyleyken, devlete bağlı bir kurum olan Diyânet İşleri Başkanlığı, 3-6 yaş arasındaki çocuklar için Kur’ân-ı Kerîm eğitimi vereceğini söylemekte ve bir yıldır da vermektedir. Yine 4-6 yaş grubundaki çocuklar için de Kur’ân-ı Kerîm eğitimi verilmektedir. Bununla berâber buradaki sorunlardan biri de bu yaş grubundaki çocuklara, Arab alfabesiyle okuma-yazma öğretildiği gerçeğidir. Diyânet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı “Kur’an Kursları Etkinlik Kitabı 2 – 4-6 Yaş Grubu” adlı kitâbın, “Kitabımı Tanıyorum” kısmında Arab harfleriyle Allah, Muhammed ve İkrâ yazmaktadır[6]. Aynı kitâbın devâmında da “Beni Tanı Oyunu” başlığında Fâtihâ Sûresi’nin adı verilmeden Arabça hâli verilmekte ve ne olduğunu tanınması istenmektedir[7].

            Şu ân kullanmakta olduğumuz Lâtin alfabesiyle okuma yazma öğrenmek bile söz konusu yaş grubu için doğru değilken ve ilkokul dönemine dâir sorunlar taşımaktayken, bir devlet kurumunun bunu göz ardı edip, üstelik farklı bir alfâbeyi öğretmesinin, eğitimbilimsel açıdan, hiçbir açıklaması yoktur. Ayrıca yine bütün eğitimbilimcilerin üzerinde mutâbık oldukları konu, sezgisel düşünme ve öğrenme aşamasında olan bu çocukların dîn, âhiret, tanrı gibi soyut kavramları algılamasının mümkün olmadığı gerçeğidir. Ünlü İsviçreli psikolog Piaget’ye göre 4-6 yaş arası çocuğun “sezgisel dönem”idir ve bu dönemde çocuk, mantık kuralları yerine sezgileriyle düşünürler ve problemleri de mantıkları yerine sezgileriyle çözmeye çalışırlar[8]. Söz konusu dönem çocuklarının ahlâkı[9], kendilerinin istedikleri şeylerden ibâret görmeleri gerçeği ortadayken, ideolojik sebeblerle inanç kurallarını dayatıp, öğretmeye çalışmak, tam anlamıyla fâciâdır. Bir de üstüne üstlük Arab yazısı gibi sağdan sola yazmaya ve okumaya alışan çocukların, ilkokulda soldan sağa yazılan Lâtin yazısını öğrenmeye çalışırken, neler yaşayacağını, nasıl travmalar geçireceğinin göz önünde bulundurulmaması da, ayrı bir fâciâdır.

            Bunun yanında resmî kimliği olmasa da, dînî eğitim verilen birçok anaokulu bulunmaktadır. Maâlesef, bunlar kendilerine “sıbyan mektebi” adını vermekte ve kontrol dışında, hiçbir eğitimbilimsel birikimi olmayan kişiler tarafından çocuklar, eğitime tâbi tutulmaktadır.

            Bunun dışında MEB tarafında birçok okul, imâm hatib okullarına (lise ve ortaokul) çevrilmiş, yeni yapılan okulların çoğu imâm hatib okulu olarak yapılmış ve el konulan okulların tamâmı imâm hatib okullarına dönüştürülmüştür. 2002-2003 eğitim-öğretim senesinde Türkiye genelinde 450 imâm hatib lisesi varken, 2016-2017 senesinde 1408’de yükselmiştir[10] [11]. Sâdece bir yılda 259 adet artış yaşanmıştır. Ayrıca ortaokul seviyesinde de liselerin bünyesinde olmayan 2367 adet imâm hatib ortaokulu açılmıştır. Buna göre ortaokul ve lise seviyesinde dînî eğitim veren, toplam 3775 okul bulunmaktadır. Bu okulların ortaokul kısmında ise 657020 öğrenci, lise kısmında ise 634406 öğrenci okumaktadır. Toplamda 1 291 426 öğrenci, bu okullarda okumaktadır. Buna göre liselerde okuyan 5 513 731[12] öğrencinin 634406 kadarı, yâni %11,5’i imâm hâtib liselerinde okumaktadır. Ortaokullarda okuyan 5 519 688 öğrencinin de 657020 kadarı, yâni %11,90’ı imâm hâtib ortaokullarında eğitim görmektedir.

            Bunların dışında bir de zorunlu “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersi bulunmaktadır. 1948 yılında Türkiye’de seçmeli olarak dîn dersi verilmeye başlanmış ve 1982’ye kadar bu şekilde devâm etmiştir. Laik bir ülke açısından vatandaşlarına inancın öğretilmesi noktasında bu elbette doğal ve olması gereken bir durumdur. Bununla birlikte 1982 yılına gelindiğinde ise anayasaya eklenen bir madde ile zorunlu bir hâle getirilmiştir. Bu konuda anayasanın 24. maddesinde konuyla ilgili kısım, şu şekildedir[13]:

“Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta-öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.”

Bir dersin zorunlu olup olmamasını anayasa maddesi ile düzenlemek, oldukça ilginç bir durumdur. Laik bir ülkenin vatandaşlarına, herhangi bir dîni öğrenmeye zorlamasının açıklaması olamaz. Elbette ülkenin çoğunun inandığı bir dîni tanımak için seçmeli olarak okutulmalıdır ama ancak azınlık mensûbu olanlara, bu dersi görmeyebilirsin, demek laiklik ile çelişen bir durumdur. Kaldı ki, özellikle Alevî İslâm inançlı birçok Türk, gerek Türkiye mahkemelerine, gerekse de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurularda bulunmuşlardır. Türkiye mahkemelerinde bir sonuç alamasalar da, AİHM’de genellikle zorunlu dîn derslerine karşı kararlar verilmiştir[14].

Bununla birlikte 4+4+4 olarak bilinen “kesintili zorunlu eğitim” sisteminin kabulü ile berâber seçmeli olarak üç yeni dîn dersi verilmeye başlanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim, Peygâmberimizin Hayâtı ve Temel Dînî Bilgiler adı altında seçmeli dersler de verilmeye başlanılmıştır.

Bunların dışında özellikle son dönemde bilimsel konularda ve alanlarda, dînî referanslarla hareket etmek, özellikle biyoloji derslerine dînî kaynaklarla ele almak ve özellikle evrim karşıtı bâzı dînî grupların, okullarda “bilim eğitimi” adı altında bilim karşıtı çalışmalar yapması, maâlesef oldukça yaygınlaştı. Son dönemdeki müfredat değişikliği ile evrim gerçeğinin biyoloji ders müfredatından çıkarılması, fen bilgisi derslerinde kesinlikle söz edilmemesi, evrimden söz eden öğretmenlerin soruşturma gibi sorunlarla yüz yüze bırakılması, eğitimin dînîleşmesinin ciddî bir göstergesidir. Hükûmete oldukça yakın olan Eğitim Bir Sen’in hazırladığı müfredât raporunda[15] Atatürkçülük konularının kaldırılması, Atatürk’ün bir târihî karakter gibi öğretilmesi, TC İnkılâp Târihi ve Atatürkçülük dersinin kaldırılması, buna gerekçe olarak ise toplumun dînî hassasiyetlerine uygun olmaması gibi durumlar, aslında bütün gerçeği ortaya koymaktadır.

Son olarak ilgili sendikanın müfredât raporunda yer alan bir paragraf, aslında bütün gerçeği, olduğu gibi ortaya koymaktadır ve bu gerçek, Türk eğitimi açısından tam bir felâket doğuracaktır.

“Bununla birlikte, seçmeli din ve değerler eğitimi dersleri ise, velilerin ve öğrencilerin talepleri göz önüne alınarak İslam dinini sevdirmeyi ve benimsetmeyi esas alan ve gerektiğinde uygulamaya da yer verecek şekilde yapılandırılmalıdır.”[16]

Öğrencilerine bir dînî benimsetmeye esâs alan eğitim…

Kutlu Altay KOCAOVA

18 Ağustos 2017





[1] Türkiye Diyanet Vakfı, Haberler / Reyyan Anaokulu Diyanet kampüsünde eğitim hayatına başladı… https://www.diyanetvakfi.org.tr/tr-TR/site/haberler/reyyan-anaokulu-diyanet-kampusunde-egitim-hayatina-basladi--1986 (Erişim târihi: 17.08.2017)
[2] Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Hizmetleri Genel Müdürlüğü, 4-6 Yaş Grubu Kur'an Kursları
[3] Okula Başlamadan Önce Çocuklara Okuma Yazma Öğretmek Doğru mu?, http://www.egitimsaglik.com/2013/10/okula-baslamadan-once-cocuklara-okuma.html (Erişim târihi: 17.08.2017)
[4] Başar, Murat, "Okuma Yazma Öğrenerek İlkokula Başlayan Çocukların Karşılaştıkları Sorunların Değerlendirilmesi", EKEV Akademi Dergisi, y.1, s.1, ss.281, Yaz 2013
[5] Çelenk, Süleyman, "İlkokuma-Yazma Öğretiminde Kuluçka Dönemi", Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, y.2003, c.36, s.1-2, Ankara
[6] Kur'an Kursları Etkinlik Kitabı 2, s.73, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara, 2015
[7] a.g.e., s.76
[8] Pedagoji Derneği, Çocuğun Bilişsel (Zihinsel) Gelişimi - Piaget, http://www.pedagojidernegia.com/upload/editor/2016031804436-0.pdf (Erişim târihi: 17.08.2017)
[9] Wright, Derek; Croxen, Mary (çev.Öngen, Demet), "Ahlak Yargısının Gelişimi", Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, c.22, s.1, Ankara, 1989
[10] Eğitim Sen, 2016-2017 Örgün Eğitim İstatistikleri: Eğitimde Yaşanan Çöküşün Temel Göstergeleri, s.6, 4 Nisan 2017, Ankara
[11] T.C. Millî Eğitim Bakanlığı, Millî Eğitim İstatistikleri, Örgün Eğitim (1. Dönem), 2016/'17, s.148, Ankara, 2017
[12] a.g.e., s.122
[13] TBMM, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Kanun No.:2709, Kabul Tarihi: 7.11.1982 https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa82.htm (Erişim târihi: 18.08.2017)
[14] Kap, Derya, "Türkiye'de Zorunlu Din Dersi Uygulaması", Akademik Perspektif http://www.ikv.org.tr/images/files/58-61%20AKADEMIK%20PERSPEKTIF%20KASIM%202014_58-61%20(1).pdf (Erişim târihi: 18.08.2017)
[15] Eğitimciler Birliği Sendikası, “Gecikmiş Bir Reform Müfredatın Demokratikleşmesi”,  Ankara, Ocak 2017
[16] a.g.e., s.17