Güneş, yeni batmıştı. Annem,
ağabeyim ve ben, korkudan birbirimize sarılmıştık. Ağlamayı unutalı ise çok
olmuştu. Babam, ben iki yaşındayken, çalışmak için gittiği Kugark’ta Ermenîler
tarafından yakılarak öldürülmüştü. Babamı hiç hatırlamıyorum, öldüğünü de yeni
öğrendim. Daha doğrusu, sonsuzluğa ulaşınca öğrendim. Annem, babamın öldüğünü
hiç söylemedi. Sâdece bizi yok etmek isteyen Ermenîlere karşı kahramanca savaştığını
söylemişti.
Bundan dört yıl önce, Kasım
1988’de o zamanki adıyle Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde yer alan Kugark’a
gitmişti. Arkadaşlarıyla berâber gitmişlerdi. Gittikten birkaç gün sonra,
babamların kaldığı yere Ermenîler saldırmış, babam ve arkadaşlarının hepsi
öldürülmüştü. Üstelik çoğunu da yakmışlardı.
İşte bu gün… Artık yolun
sonundayız. Top atışı da başladı. Zâten birkaç aydır, sürekli top atışı
yapıyorlar. Aylardır Ermenîlerin kuşatması altındayız. Canları istedikçe top
atışı yapıyorlar. Daha dün, mahallede en yakın arkadaşımı kaybettim.
Top oynuyorduk. Annem çağırdı. O
sırada bir ses duydum ve ağlamaya başladım. Halbûki daha bir şey görmemiştim
ki. Annem feryâd figân dışarı fırladı. Bana sarılarak, ağlamaya başladı. İşte
elli metre ileride, en yakın arkadaşım Ali Ekber yatıyor. Aslında yatmıyor
bile. Çünkü organları, her yere fırlamış. Annesi geliyor, ağlıyor, çıldırıyor.
Sıra bize ne zaman gelecek? Bugün
mü, bu gece mi, yoksa yarın sabah mı? Ses kesildi. Ne gârip. En küçük bir çıt
bile yok. Kasabaya sis çöküyor. Derler ki, fırtına öncesi sessizlik. Bu mudur,
aceb? Annem bana sarılıyor, ben ağabeyime sarılıyorum, ağabeyim anneme
sarılıyor. Korkuyoruz. Ölüm korkusu dedikleri, bu mudur aceb? Annem, ölümden
korkmadığını, bizim de korkmamamız gerektiğini söylüyor.
İşte başladılar. Uzaktan mermi ve
bomba sesleri geliyor. Ses giderek yaklaşıyor. Kamyon sesleri ve otomobil
sesleri duyuluyor. Kamyonun sesi kesildi. İşte, birileri iniyor. Ermenîce bir
şeyler konuşuyorlar. Anlamıyorum. Annem ağlamaya başlıyor. Ağabeyim, on üç
yaşında. O ağlamıyor. Ekmek bıçağını kapmış, “Anne” diyor, “sana ve kardeşime
dokunmaya kalkarlarsa, o Ermenî itlerini gebertirim”. Annem cevap vermiyor.
Postal sesleri ve silâhların mekanizma sesleri duyuluyor. Ermenîler yine
aralarında bir şeyler konuşuyor.
Kapıyı çalıyorlar, annem bize
daha sıkı sarılıyor. O sırada kapı kırılıyor ve işte içerideler. Ağabeyim,
kahramanım, şehîd ağabeyim, elindeki bıçağı ile saldırıyor ama o tiz ses. O bir
mermi sesi, ağabeyimi yere yıkıyor. Ağabeyim can çekişiyor.
Bağırmaya başlıyorum. Askerlerden
biri bana vuruyor. Annemi götürüyorlar. Hâyır, yapmasınlar. O sırada bir Ermenî
geliyor, bana bakıyor. Bakma, demek istiyorum, sesim çıkmıyor. Bıçağını
çıkarıyor ve bana saplamaya başlıyor. İlkinden sonrasını hatırlamıyorum. O an
can vermişim. Vücûduma kaç defâ bıçak girdiğini hatırlamıyorum. Bize bunu neden
yaptıklarını da anlamıyorum. Neden ki? Biz, onlara hiçbir şey yapmadık. Türk
olduğumuz için mi? O sırada vücûdumu terk eden rûhum, Ermenîleri izlemeye
başlıyor. Hiçbir şey yapamıyorum ve bu beni çıldırtıyor.
Beni öldüren asker, yanındakilere
dönüp, “Bir Türk’ü daha geberttik” diye övünmeye başlıyor. O sırada annem,
çoktan can vermiş. Ağabeyim ise hâlâ yaşıyor. Saldırdığı asker, sırf işkence
olsun diye evdeki çivilerle, ağabeyimi, duvara çiviledi. Ağabeyim kendine
geldikçe, can acısıyla bağırıyordu. O ân, askerlerden biri annemin tek göğsünü
kesti ve ağabeyim ağzına tıkadı. Daha
sonra ise Ermenî askerleri çekip gitti.
Ama daha hiçbir şey bitmemişti.
Bir Ermenî asker daha açık olan kapıdan girdi. Ölen cesetlerimizi görünce
üzüldü. Ama üzülmesi, insânî duygularından değil, bu işkenceleri yapanın
kendisi olmadığı içindi. Bir ara gözleri, ağabeyime takıldı. Ağabeyim hâlâ
yaşıyordu. Ermenî’nin gözleri, bir anda sevinçle doldu. Bıçağını çıkardı ve
ağabeyimin derisini yüzmeye başladı. Ağabeyim ise hemen can verdi.
Annem yanıma geldi, ağlıyor.
Bende ağlıyorum. Babam ise bize bunlar olurken, yanımızda olamadığı için
ağlıyor. İşte ağabeyim, o da geldi. Daha sonra sabaha kadar bütün arkadaşlarım,
anne, babaları, sonra bütün Hocalı geldi. Sabaha kadar 613 kişi geldi.
Neden? Aklım almıyor. Bizi
tanımayan bu Ermenîlere, biz ne yaptık ki? Ben ne yapmış olabilirim? Ben altı
yaşındaki Ali Rıza Ekberoğlu, ben ne yapmış olabilirim? On üç yaşındaki
ağabeyim, Mehmed Ali, ne yapmış olabilir? Annem Fatıma, ne yapmış olabilir?
Sâdece Türk olduğumuz için
öldürüldük. Ama Türk olunca, ölüm mü gerekir? Hadi öldürüldük, neden bizi kimse
anmıyor? Türk olduğumuz için mi? Ama Türk olunca, unutulmak mı gerekir?
* * *
Turan, gözlerini açtığında her
yanı ter içindeydi. Daha önce ne Hocalı kasabasını duymuştu, ne de Hocalı’da
Ermenîlerin Türklere yaptığı soykırımı duymuştu. İyi de, böyle bir şey nasıl
olabilirdi ki? Hemen bilgisayarını açıp, Hocalı soykırımını araştırmaya
başladı. Sonra bir sayfa ve bir şiîr buldu. Şiîri okuduğunda aklı başından
gitti.
Kardeşinden
habersizsin, düşünmezsin Turan.
Söyleseler
bilmezsin, söyle nedir Turan?
Hocalı'da kardeşin
ölmüş, yanmaz için bir an.
Kardeşine yanmayan
yüreğin, neye yanar bir an?
25 Şubat 2011
KUTLU ALTAY KOCAOVA