Börü
Han, Tanrı Dağları’nın sisli doruklarından aşağı baktığında tek bir şey
görmüştü. Umutsuzluk. “Nasıl olur” diye düşünürken, ister istemez târihteki Türk hükümdârlarına ve Mustafa Kemal
Atatürk’e baktı. Doğru ya, bağrından böyle bir önder çıkarmış bir millet nasıl
olur da, umutsuzluğa düşebilir?
Kafasındaki
bu soru işaretleriyle, tekrar insanları izlemeye koyulan Börü Han’ın
kulaklarında bir anda sessiz bir çığlık yankılandı. Ürperdi bir anda ve ok gibi
fırlayarak koşmaya başladı. Bütün atalar durmuş, Börü Han’ı izliyorlardı.
Yıldırım hızıyla koşan Börü Han, bir kayanın üzerine çıktı ve ulumaya başladı.
Onun ulumasıyla birlikte, toprak, su, ağaçlar, çayırlar, dağlar, ovalar, bütün
dünya ve hatta bütün evren… Acı dolu bir sarsılma ile sarsıldı.
Tanrı
Dağları’nın dumanlı doruklarındaki bütün atalar bile, yüreklerini hançer gibi
delen od ile o acıyı hissettiler. Peki, ne olmuştu, ne görmüştü, ne duymuştu
Börü Han? Ne olmuştu da, o böylesine ulumuş, yaratılmış ve yaratılacak olan her
şeyi sarsmıştı.
* * *
Hasan’ın
askerliği bitmek üzereydi. İki haftası kalmıştı. Artık kendini tezkereye
hazırlıyordu. Anasıyla, biricik bacısıyla, babasıyla ve dünyalar güzeli
nişanlısıyla olan telefon konuşmalarında bu durumdan duyduğu mutluluk belli
oluyordu.
Hasan,
Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde komando olarak askerlik görevini yapmaktaydı.
Tam bir Türk evlâdıydı. Hareketlerinden, konuşmasından, karakterinden Türkoğlu
Türk olduğunu belli ediyordu. Onbaşıydı. Gerek komutanları, gerekse de
arkadaşları tarafından oldukça sevilmekteydi.
Sabah
saatleriydi… Bulunduğu birliğe Genelkurmay’dan bir yazı gelmişti. Irak’ın
kuzeyine geniş çaplı bir operasyon yapılacağından söz ediliyordu. Bu
operasyonla hem Kandil Dağı’ndaki ve diğer kamplardaki teröristler yok
edilecek, hem de bölgede Türkmenlere zulmeden Kürd peşmergeleri tepelenecekti.
Komutanı
Hasan’ı çağırdı ve durumu anlattı. Ertesi sabah sınırı geçecekler ve operasyon
başlayacaktı. Komutanı, “Arkadaşlarını hazırla ve ailenle helalleş” dedi. “Ne
olur, ne olmaz”. Tam bir Türk askeri gibi selamını çakan Hasan, “Emredersiniz”
diyerek odadan çıktı.
Komutanından
aldığı emir gereği, arkadaşlarını konferans salonunda topladı ve onlarla
konuşmaya başladı.
“Arkadaşlar,
Yarın
sabah büyük bir operasyona çıkıyoruz. Irak’ın kuzeyine giriyoruz. Bizim
görevimizi doğrudan Kandil Dağı. Bu dağı temizleme görevini bize verdiler.
Diğer birliklerde, diğer terörist kampları ile peşmerge yuvalarını dağıtacak.
Kiminizle
bir yıldır, kiminizle de beş altı aydır birlikteyiz. Çok güzel anlarımız oldu.
Amma velâkin, istemeden kırmış olabileceğim arkadaşlarım olabilir. Eğer öyle
arkadaşlarım varsa, hakkını helâl etsin. Belli olmaz, dönemeyebiliriz, bir daha
görüşemeyebiliriz. Bir kahpe kurşun bizi birbirimizden ayırabilir. Hakkınızı
helâl edin!
Arkadaşlar,
Sizinle
sayısız çatışmaya birlikte girdik. Hepinizin kahramanlığını, cesaretini, kendi
özüm gibi biliyorum. Ama yine de Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da
savaşan atalarımıza, bizim yanımızda şehîd düşen arkadaşlarımıza, bizi
yetiştiren ana babamıza lâyık olmayı Allah bize nâsib etsin.
Allah’tan
dileğim, şehâdet ya da gâzîlik rütbelerinden birini bize lâyık
görmesidir.”
Hasan
uzun konuşmayı sevmezdi. Söyleyeceğini söyler, yerine geçerdi. Bu seferde öyle
oldu, söyleyeceklerini söyledi ve arkadaşlarıyla sarılıp helâlleştiler. Hava
kararmak üzereydi. Bir an önce evini arayıp, âilesi ile helâlleşmek istiyordu.
Çünkü yarınki operasyondan dolayı erken yatacaklar ve gece yarısından bir süre
sonra uyanacaklardı.
Hasan
evini aradığında, telefonu kimse açmadı. Ailesi, Hasan’ın nişanlısına gitmişti.
Hasan askerden gelmek üzereydi ve evlilik târihini kesinleştirmek gerekiyordu.
Hasan telefonu uzun uzun çaldırdıktan sonra telesekreter devreye girdi. Aslında
âdeti olmamakla beraber, ne olur, ne olmaz belki şehîd düşerim de, helâlleşemem
diyerek, telefona mesaj bırakmaya karar verdi.
“Anam,
babam, dünyâlar güzeli bacım;
Yarın
sabah, operasyona çıkıyoruz. Irak’ın kuzeyine gireceğiz. Büyük bir operasyon
olacak. Belki şehîd düşerim, belli olmaz. Eğer ben şehîd düşersem, bana
hakkınızı helâl edin. Belli olmaz, belki sizi üzmüşümdür. Gökçen’ime söyleyin,
o da hakkını helâl etsin. Çok üzdüm onu. Şimdi kapatmak zorundayım. Sizden son
bir isteğim var. Şehîd düşersem, ağlamayın…”
Hasan,
koğuşuna döndüğünde doğruca yatağına girdi ve uykuya daldı. Aslında uyuduğu da
pek söylenemezdi ama yine de o uyumaya çalışıyordu. Aklında Gökçen vardı, anası
vardı, bacısı vardı, babası vardı. Acabâ âilesi nereye gitmişti? Ya komşuya
gitmişlerdir ya da Gökçenlere. Belki de amcasına gitmişlerdi. Bunları
düşünürken, Hasan uykuya daldı.
Ailesi,
Gökçenlere gitmiş, gecenin geç saatlerinde de amcasına geçmişler ve orada
kalmışlardı. Çünkü Hasan’ın ailesi, İstanbul Pendik’te oturuyor, Gökçenler de
Büyük Çekmece tarafında oturuyordu. Amcası da nispeten oraya yakın olan
Bakırköy’de oturuyordu.
* * *
Birlik,
Kandil Dağı önlerine gelmişti. Çok sarp bir araziydi. Dağın kuzey tarafından
hiçbir şekilde yol yoktu. Dik yamaçlardan ve derin kanyonlardan oluşan bir
görünüm sergiliyordu. Sadece güneybatı tarafından giriş vardı.
Hasan,
arkadaşları ile birlikte en önde ilerliyor ve birliğin gerideki askerlerine
kolaylık sağlıyorlardı. Aynı zamanda helikopterler ve uçaklar dağı
bombardımana tutuyordu.
Dağa
doğru biraz tırmandıktan sonra Hasan, ileriki mağaralarda kıpırdanmalar gördü.
Bunlar kendilerinden olamazdı. Çünkü en öndeki birlik kendileriydi.
Kendilerinden önce kimse gelmiş olamazdı. Arkadaşlarına kayaların arasına siper
alma emri verdi ve mağaranın girişini izlemeye başladılar.
Tahminlerinde
yanılmamıştı. Zaten hiç yanılmazdı ki. Bunlar asker değildi. Düpedüz
teröristtiler. Telsizle komutanına durumu bildirdikten sonra arkadaşlarına
“Hazır olun” emri verdi ve “Ateş” emri ile birlikte çatışma başladı. Karşı
taraftan da aynı şekilde karşılık geliyordu. Bunlar Kürd terör örgütü PKK’nın,
kampın güvenliğini sağlamak için yerleştirdiği gözcülerdi. Gözcü oldukları
için sayıları azdı. Hâliyle beş on dakika içinde bu gözcüler, ortadan
kaldırıldı.
Hasan,
gözcülerin telsizle, askerlerin geldiğini örgüte bildirdiğini tahmin ediyordu.
Dikkatli olmaları gerekiyordu. Çünkü her yer kendileri için tuzak dolu
olabilirdi. Kendi canı neyse ama arkadaşlarının canı kendisine emanetti.
Arkadaşlarına baktı. Yılmaz, Oğuz, Mustafa, Murat, Ozan, Altay, Hakan, Âdil,
Serkan, Arif, Mutlu… Şehit olsalar, aileleri ne yapardı? Kiminin yeni çocuğu
doğmuştu. Daha görememişti bile. Onları düşündü ve daha dikkatli bir şekilde
ilerlemeye devam etti.
Dar
bir geçitten sessizce geçtikten sonra kendilerine dağın üst taraflarından bir
yerden bir el ateş edildi. Neyse ki, mermi hiçbirine isabet etmemişti. Hasan,
bütün arkadaşlarına araziye yayılma ve siper alma emri verdi. Artık kampa
gelmişlerdi. Bir yandan geriden diğer askerler geliyor, bir yandan da
helikopterlerden başka askerler indirme yapıyordu. Çatışma çok yoğundu.
Teröristlerin epey kalabalık oldukları belli oluyordu. Direnmeye çalışıyorlardı
ama çemberin içine alındıklarından hızla eriyorlardı.
Mehmetler
ise tıpkı Çanakkale’deki, Sakarya’daki, Dumlupınar’daki ataları gibi dövüşüyor,
hayatta kalmayı düşünmüyordu bile. Yeni doğan bebeklerini dünyâ gözü ile
görememek bile sorun değildi onlar için. Hem dünyadan göremezlerse, ukbâdan
görürlerdi elbet. Sâdece ve sâdece şehîd olmak için savaşıyorlardı. Düşmanın
kalbine inmişlerdi. Ölüm dirim savaşı veriyorlardı ve… Teker teker düşmeye
başladılar. Mutlu, Arif, Serkan, Âdil, Hakan, Altay, Ozan, Murat, Mustafa,
Oğuz, Yılmaz. Hepsi şehîd düşmüştü. Yüzlerinde apaydınlık bir gülümseme vardı.
Hasan
tek başına kalmıştı. Şehîd olmayı arzuluyordu ama bir türlü olmuyordu. Bir
mağaraya girdi. Kayaların arasında bir ses duydu. Silâhını oraya çevirdi ve
sert bir sesle, “Dışarı çık” diye emir verdi. Emri duyan terörist, hemen
dışarı çıktı. Hasan gözlerine inanamıyordu. Karşısında on iki yaşında bir kız
çocuğu vardı. Kıyamadı, sağ teslîm almak istedi. Doğru ya, Türk’ün töresinde
çocuğa silâh çekmek yoktu. İndirdi silâhını, o an kalbine sert bir bıçak
darbesi aldı. Şehîd oluyordu. Arzûsu gerçekleşiyor, arkadaşlarına kavuşuyordu.
Kıza dönüp, “Neden” dedi, “Türk’sün” dedi. O an yere düştü Hasan. Canını
vermişti. O an, o mağara bir daha asla olmayacağı kadar aydınlığa bürünmüştü.
* * *
Hasan’ın
anasının kalbine âni bir ağrı girmişti. Kimse anlamamıştı, hattâ babası “Ne
oldu hanım?” diye sormuştu. Ama yine de gerçek sebebi o an kimse anlamamıştı.
Bilmiyorlardı Hasan’ın şehîd olduğunu. O ara babasının eli, yandaki sehpanın
üzerinde duran telefonun bir düğmesine değdi ve Hasan’ın bıraktığı mesaj
duyuldu.
“Anam,
babam, dünyalar güzeli bacım;
Yarın
sabah, operasyona çıkıyoruz. Irak’ın kuzeyine gireceğiz. Büyük bir operasyon
olacak. Belki şehit düşerim, belli olmaz. Eğer ben şehit düşersem, bana
hakkınızı helâl edin. Belli olmaz, belki sizi üzmüşümdür. Gökçen’ime söyleyin,
o da hakkını helâl etsin. Çok üzdüm onu. Şimdi kapatmak zorundayım. Sizden son
bir isteğim var. Şehit düşersem, ağlamayın…”
Ev
bir anda buz gibi olmuştu. Ne operasyonu, bu da nereden çıkmıştı?
Televizyonlarda o ana kadar bir şey söylenmemişti? Bunları konuşurken,
televizyonda haberler başladı.
“Türk Silahlı Kuvvetleri, Irak’ın kuzeyinde
teröristleri temizlemek ve Kürd peşmergelere karşı Türkmenleri korumak için
operasyon başlattı. Operasyonun ilk gününde yüz civârında terörist ve peşmerge
ölürken, on iki Mehmetçik şehîd düştü. Bu Mehmetçiklerin isimleri …”
O
an Hasan’ın annesi, dünyayı, evreni, yaratılmış ve yaratılacak olan her şeyi
sarsan, büyük bir çığlık attı. Bu çığlık, diğer şehitlerin analarının
çığlıklarıyla birleşmiş ve Tanrı Dağları’na, oradan aşağıları izleyen Börü
Han’a kadar ulaşmıştı.
* * *
Börü
Han, kayadan inip Kür Şad’ın yanına geldiğinde dumanların arasında on iki
kişinin görüntüsü belirdi. Ataların bakışları bir anda, onların geldiği tarafa
yönelirken, gelenlerin kimler olduğu belli olmaya başladı. Hasan, Yılmaz, Oğuz,
Mustafa, Murat, Ozan, Altay, Hakan, Âdil, Serkan, Arif, Mutlu… Börü Han, onları
gördüğünde, Türk milletindeki umudun, her zaman yaşayacağına hükmederek,
gülümsedi.
Şehîdler,
dumanların arasından çıktıklarında doğruca Börü Han’a doğru yürüdüler ve O’na
seslenerek;
“Çağırdın,
geldik.”
“Hoş
geldiniz; sefâ geldiniz.”
17 Ağustos 2006
Kutlu Altay KOCAOVA