26 Haziran 2015 Cuma

KURT YÜRÜYÜŞÜ



Vakit, gece yarısını geçmiş, ay, zirvedeki yerini koruyordu. Kurtlar ise hâlâ kendilerine uygun bir yer bulabilmiş değillerdi ve bu halleriyle tehlikedeydiler. Çünkü daha önce bilmedikleri bu yerin, onlara getireceği tehlikeler belli değildi. Önceden yaşadıkları yerden kaçmak zorunda kalmışlardı. Daha doğrusu insanların deyimiyle, göç etmek zorunda kalmışlardı. Yaşadıkları ormanın büyük bir bölümü, çıkan bir orman yangınıyla yok olmuş, canlıların çoğu da ölmüştü. Bu kurtlar ise kurtulmayı başaran ender canlı topluluklarından biri idiler. Hepsinin açık mavi gözleri, boz yeleleri ve ince, uzun bacakları vardı. Görünüşte bu topluluğun kurtlarının, diğer kurtlardan pek bir farkı yoktu. Biri hariç. Önderleri, Börü-Han. Bu yüzden Börü-Han’dı, O. Bu yüzden önderdi ve gerçek bir önderdi.

Birden ileri fırladı ve diğerlerinin önüne geçti. Yaptığı bir baş hareketi ile diğerlerinin durmasını sağladı ve en yakındaki kayanın üzerine çıktı. Etrafı izlemeye ve koklamaya çalıştı. Görme, duyma, düşünme ve koku almada üstüne yoktu. Sanki tepelerin ardındaki görürdü.

Doğa, yalnızca insanların aralarındaki savaşlara sahne olmaz. Diğer canlılar arasında da sık sık savaşlar yaşanır. Doğanın kuralıdır, bu. Yaşamak için savaşmak. Bu bazen aynı tür canlılar arasında da yaşanır ve özellikle kurtlarda bu sık yaşanan bir durumdur. Ama insanların, iç ve dış, her türlü savaşları nasıl acı ise, diğer canlılarında aynı şekilde acıdır.

Düşünceler arasında başını kaldırdı, Börü-Han ve ulumaya başladı. Bunu yapmaktaki amacı, bilmedikleri bu bölgede kendilerinden başka kurtlarda var mı, anlamaktı. Arkasından kendi topluluğu da, bu ulumaya eşlik etti. Bir süre uluduktan sonra sustular ve beklemeye başladılar. Başka bir ses gelmedi ve anladı ki Börü-Han, bölgede kendilerinden başka kurt yok.

Börü-Han, kayadan indiğinde arkadaşlarına, kayanın dibinde toplanmalarını buyurdu. Geceyi orada geçireceklerdi. Sabah olduğunda ise av bulmaya çıkacaklardı. Çünkü bir süredir bir şey yememişlerdi. Kendileri neyse ama sürüde yavrular vardı, dayanamazlardı. Kurtlar uyumuştu. Börü-Han ise düşüncelere dalmış tekrar, onunla birlikte gelenleri düşünüyordu. Bir an önce bir şey yapması gerekiyordu. Sürüye baktı. Yalnızca Boz-Yele vardı, kendisi ile birlikte gelebilecek. Bir de gözcü gerekirdi, sürüye. Bunun içinde Uzun-Bacak’tan başkası uygun düşmezdi. Derken, Boz-Yele ve Uzun-Bacak’ı uyandırdı, Börü-Han. Uzun-Bacak’ı orada gözcü bırakıp, kendisi Boz-Yele ile birlikte bir bilinmeze doğru yola çıktılar. Bilmedikleri bu yerde, bir gece vakti avlanacaklardı. Uzun-Bacak’ta bulunduğu yerden onlar için Tanrı’ya dua ediyordu, ava giderken, av olmasınlar diye, sağ salim gelsinler diye.

Geldiklerinde güneş doğmak üzereydi ve bütün kurtlar ayaktaydı. Yavrular oyunlarına bile başlamışlardı. Bir tane Börü-Han, bir tane de Uzun-Bacak, iki koyun avlamışlardı. Nereden bilsinlerdi ki, avladıkları bu hayvanlar, onlar için yaşam mücadelesinin en tehlikeli kısmını başlatacağını.

Bu hayvanları daha önce hiç görmemişlerdi, tanımamışlardı. Yaşadıkları ormanda bunlar yoktu, yalnızca zaman zaman dağlarda, bunlara benzer dağ keçilerini görüyorlardı, o kadar. Dağ keçisi avlamayı seviyordu, Boz-Yele. Bu yüzden de, bu hayvanları avlamak hoşuna da gitmişti.

Hemen yemeye başladılar. Erkek kurtlar, dişi kurtlar, yavru kurtlar ve tabii ki, Börü-Han. Kısa sürede koyunları bitirdiler. Kemiklerini bile sıyırmışlardı. Artık karınları duymuştu ve bulundukları yeri terk etme zamanı gelmişti. Her şeye rağmen, bulundukları yer güvenli değildi. Kötü şeyler olacağını sezinliyordu, Börü-Han. Topluluğunun başında, şerefli ve başı dik bir şekilde yürüyordu, Kurtların Hanı. Tehlike ise çanlarını çalmaya başlamıştı. Köylüler, ağıla girildiğini ve iki koyunun kayıp olduğunu anlamışlardı. Hırsızların, ağıla girdiğini ve iki koyunu çaldığını düşünüyorlardı. Kurtlar ise akıllarına bile gelmiyordu. Gelmesi de mümkün değildi. Zira on yıldır, bölgede kurtlara rastlanmıyordu. Ama artık zaman değişmiş ve uzaklardaki bir felaket, burayı da etkilemişti.

Köylüler, hemen silahlanıp, hırsızları aramaya başladılar. Saatlerce, günlerce aradılar, bulamadılar. Tâ ki o güne kadar...

Kanyondan çıktıklarının, üçüncü günüydü ve hâlâ o uçsuz bucaksız bozkırdan çıkamamışlardı. Börü-Han, böyle bir ortamda, topluluğunu korumak için elinden geleni ve hatta ötesini yapıyordu. Yine bu şekilde uğraşırken, etrafı gözlemek için oradaki bir kayaya çıktı ve etrafı izlemeye başladı ve yaşamının en tehlikeli bölümünün başladığını anladı.

Başını kaldırdığında, at üzerinde, elinde silah bulunan bir insanın bulunduğunu gördü. Gerçi şimdiye kadar ne at, ne insan, ne de uzun demir görmüştü ama yine de anlamadığı bu şeylerden hoşlanmadı. Hemen kayadan indi ve diğer kurtların, yakınlardaki bir ine saklanmalarını sağladı. Kendi ise görünmeden atlıyı izlemeye başladı. Boz-Yele ve Uzun-Bacak’ı yanına çağırdı. Onlara yavruları saklamalarını ve dişilerle birlikte, gösterdiği gibi dizilmelerini söyledi. Dört yavru vardı, sürüde. Onları güvenli bir şekilde sakladılar. Kendileri de, her biri yanlarında eşleri olacak şekilde yerleştiler. Eğer atlı, inlerine doğru gelecek olursa, bunlar hep birlikte ona saldıracaklardı. Börü-Han, planı böyle yapmıştı.

Hepsi gergindi. Herhangi bir kötü olasılığa kendilerini hazırlıyorlardı. Bu sırada da Börü-Han’ın eşi olan Hatun-Börü kendince dua etmeye başladı. ,

 “Ey, bizi yaratan Tanrı!

Yardımını bizden esirgeme. Gücümüze güç ekle. Korkuyu bizden uzak tut. Yüreklerimizdeki cesareti arttır. Yavrularımızı her türlü tehlikeden uzak tut. Kaderimizde burada ölmemiz varsa, ölelim. Ama yavrularımız yaşasın.

Ey, yeri bize yurt kılan Tanrı!

Senin gücünü hep üzerimizde hissettik. Yine hissetmek istiyoruz. Bizi koru. Bizi bu bozkırdan sağ salim çıkart. Biliriz ki, sen en güçlüsün; senin isteyip de yapamayacağın yoktur.”

Hatun-Börü, böyle dua ederken, her şey olup bitmiş ve Tanrı, en azından şimdilik isteğini kabul etmişti. Atlı adam, inin yakınlarına geldiğinde, Börü-Han’la göz göze gelmişti. Bir kurtla karşılaşmanın verdiği korkuyla karışık şaşkınlık, adamın yüzünden okunuyordu. Karşısındakinin korkusunu sezmişti, Börü-Han. İçinden ona, git diyordu. Derken adamın ona doğrulttuğu uzun demir, ister istemez bir korku yarattı, Kurtların Hanı’nda. Daha önce hiç görmediği bu nesnenin, kendisine zarar verecek bir şey olduğunu hissetmişti. Adam ise kurdun yalnız olmadığını düşünerek ve nişancılığına güvenmeyerek, atını çevirip kaçtı.

Kurtlar, rahat nefes almışlardı. Ama tehlike geçmiş değildi. Biri geldiyse, yakında diğeri de gelebilirdi. Üstelik diğeri, bunun kadar korkak olmaya bilirdi. Yapacak tek bir şey vardı. Hiç vakit kaybetmeden, bu bozkırı terk etmek.

Atlı adam, köyüne döndüğünde soluk soluğaydı. Durumu hemen köylülere anlattı. İşin şaşırtıcı yanı, on yıldan sonra ilk defa bölgede kurtların görülmesiydi. Koyunların hırsızları belli olmuştu. Diğer köylüler, bir iz bulamadıklarına göre hırsız, bu kurtlardı ve koyunlarını kurtarmalarının tek yolu, kurtları öldürmekti. Börü-Han ise bu durumu sezmiş ve bölgeyi terk etmek için inanılmaz bir çaba harcamaktaydı. Yalnızca karınlarını doyurmak için duruyor, geceleri uyumak yerine ilerliyorlardı. Diğer kurtlar bunu anlamıyor, homurdanıyor, ama Börü-Han’a olan güvenleri onu takip etmelerine yetiyordu. Güvenmekte de haklılardı. Çünkü Börü-Han, şimdiye kadar hiç yanlış karar vermemişti.

Topluluk yürüyordu. Her zamanki gibi yine önde Börü-Han vardı. Diğerleri, onu hiç böyle görmemişlerdi. Tehlikeden kurtulmak için kaçıyorlardı. Dört gün sürdü, kaçışları. Ama hâlâ bu uçsuz bucaksız bozkırdan kurtulamamışlardı. Üstelik tehlike yaklaşıyordu. Dördüncü günün sonlarında ormanlık bir alanın yakınlarına geldiler. Topluluk kurtulduklarını düşünüyorlardı. Beraberindekileri kurtarmak için olağanüstü bir çaba harcayan Börü-Han, topluluğun en arkasına geçmişti. Kafasında bir şeylerin dolaştığı belli oluyor ama ne düşündüğünü kimse bilmiyordu. Derken tam kurtulduk dedikleri bir anda at sesleri duyuldu. Kurtlar, başlarını çevirdikleri anda üzerlerine ellerinde silahlarıyla, atlıları görünce neye uğradıklarını şaşırdılar.

Börü-Han, hemen karar vermiş ve diğerlerine olanca hızla ormana kaçmalarını emretmişti. Kendi ise tam tersi yönde bozkıra doğru kaçmaya başladı. Bir anda atlılar, ne yapacaklarını şaşırdılar. Ormana kaçan sürüyü mü kovalasalardı, yoksa bozkıra doğru koşan kurdu mu kovalasalardı?

Kurtlar, ormana girmişti. Börü-Han ise bozkırda tek başına koşuyor ve adamları üzerine çekmeye çalışıyordu. Beş atlıdan oluşan avcı ekibi, ikiye bölünmeye karar verdi. Üçü Han’ın, ikisi de diğer kurtların peşinden gidecekti. Kurtlar, ormanda saklanacak bir yer bulmuş ve kendilerini kurtarmıştı. Onları bulamayan avcılar ise geri dönmüş, bozkırda Börü-Han’ı kovalayan arkadaşlarının yanına gitmişlerdi.

Börü-Han, uçsuz bucaksız bozkırda, bir kaya ve kaya kovuğu bulmuş, buraya sığınmıştı. Artık kendini bozkırın ruhuna, göklere ve yere, kutsal bildiği ne varsa ona emanet etmişti. Olan olsun artık diyordu. Öleceksem öleyim. Ama rahattı. Çünkü o delikli aletten çıkan sesi tekrar duymamıştı ve üstelik avcıların, tümü de kendi peşindeydi. Demek ki, diğerleri kurtulmuştu ve bu yüzden de hepsi kendi peşine düşmüştü. Artık daha fazla kaçmayacaktı. Eğer olduğu kovuğa gelmezlerse, ormana gidip, arkadaşlarını, ailesini bulacak; eğer avcılarda kovuğa gelirse, onlara saldıracak, en azından birini öldürecekti. Yani savaşacaktı ve şerefli bir şekilde ölecekti. Mutluydu, çünkü kendine güvenenleri korumayı ve kurtarmayı bilmişti. Kendi ömrüne mal olsa bile.

Avcılar, en sonunda onu bulmuşlardı. Artık savaşa tekrar başlayacaktı. Ya ölecekti, ya öldürecekti. Yapması gerekeni yapacaktı. Topluluğuna saldıranları öldürecekti ve kahraman gibi ölecekti. Biliyordu ki, ölümü düşünenler, kahraman olamaz. Biliyordu ki, kahraman olmayanlar, önder olamaz.

Doğrudan en öndeki avcının, boynuna saldırdı ve avcı, çok direnemeden öldü. O sırada ise üzerine mermi yağıyor ve vücudu delik deşik ediliyordu. Yavaşça gözlerini kapadı. Bozkır, orman, dağlar, nehirler, göller, gökler, yer, yıldızlar, ay, güneş... Hepsi... Bu şerefli ölümün önünde eğildiler ve kurdun, şerefli ruhu, bedenine ve hâlâ bedenine mermi yağdıran avcıları izleyerek yükseldi. Yükselen ruhu ise bütün dünyada direnişin, şerefin, yenilmezliğin sembolü oldu.

*   *   *

Artık sabah olmuş. Genç Mustafa Kemal, gördüğü bu rüyanın etkisi altında kalmıştı. Bu etki, ömrünün sonuna kadar devam edecek ve ölürken, bir insan olarak değil de, sanki bir kurtmuş gibi ölecek ve ruhu yıllar ve hatta yüzyıllar boyunca direnişin, mücadelenin, şerefin ve yenilmezliğin sembolü olacaktı. Bu ruh, nesilden nesle aktarılmaya devam edecekti ve bu akış, dünyanın sonuna kadar devam edecekti.

Eğer bu ruhun hâlen var olup olmadığını merak eden varsa, etrafına baksın. Eğer etrafında şerefli bir yaşam için mücadele eden ve sevdiklerini korumak için, değerlerini savunmak için savaşan canlılar varsa, bu ruh oradadır.

13 Temmuz 2004, Salı – Kutlu Altay KOCAOVA


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder