Vakit, gece yarısını geçmiş, ay, zirvedeki
yerini koruyordu. Kurtlar ise hâlâ kendilerine uygun bir yer bulabilmiş
değillerdi ve bu halleriyle tehlikedeydiler. Çünkü daha önce bilmedikleri bu
yerin, onlara getireceği tehlikeler belli değildi. Önceden yaşadıkları yerden
kaçmak zorunda kalmışlardı. Daha doğrusu insanların deyimiyle, göç etmek
zorunda kalmışlardı. Yaşadıkları ormanın büyük bir bölümü, çıkan bir orman
yangınıyla yok olmuş, canlıların çoğu da ölmüştü. Bu kurtlar ise kurtulmayı
başaran ender canlı topluluklarından biri idiler. Hepsinin açık mavi gözleri,
boz yeleleri ve ince, uzun bacakları vardı. Görünüşte bu topluluğun
kurtlarının, diğer kurtlardan pek bir farkı yoktu. Biri hariç. Önderleri,
Börü-Han. Bu yüzden Börü-Han’dı, O. Bu yüzden önderdi ve gerçek bir önderdi.
Birden ileri fırladı ve diğerlerinin önüne
geçti. Yaptığı bir baş hareketi ile diğerlerinin durmasını sağladı ve en
yakındaki kayanın üzerine çıktı. Etrafı izlemeye ve koklamaya çalıştı. Görme,
duyma, düşünme ve koku almada üstüne yoktu. Sanki tepelerin ardındaki görürdü.
Doğa, yalnızca insanların aralarındaki
savaşlara sahne olmaz. Diğer canlılar arasında da sık sık savaşlar yaşanır.
Doğanın kuralıdır, bu. Yaşamak için savaşmak. Bu bazen aynı tür canlılar
arasında da yaşanır ve özellikle kurtlarda bu sık yaşanan bir durumdur. Ama
insanların, iç ve dış, her türlü savaşları nasıl acı ise, diğer canlılarında
aynı şekilde acıdır.
Düşünceler arasında başını kaldırdı,
Börü-Han ve ulumaya başladı. Bunu yapmaktaki amacı, bilmedikleri bu bölgede
kendilerinden başka kurtlarda var mı, anlamaktı. Arkasından kendi topluluğu da,
bu ulumaya eşlik etti. Bir süre uluduktan sonra sustular ve beklemeye
başladılar. Başka bir ses gelmedi ve anladı ki Börü-Han, bölgede kendilerinden
başka kurt yok.
Börü-Han, kayadan indiğinde arkadaşlarına,
kayanın dibinde toplanmalarını buyurdu. Geceyi orada geçireceklerdi. Sabah
olduğunda ise av bulmaya çıkacaklardı. Çünkü bir süredir bir şey yememişlerdi.
Kendileri neyse ama sürüde yavrular vardı, dayanamazlardı. Kurtlar uyumuştu.
Börü-Han ise düşüncelere dalmış tekrar, onunla birlikte gelenleri düşünüyordu.
Bir an önce bir şey yapması gerekiyordu. Sürüye baktı. Yalnızca Boz-Yele vardı,
kendisi ile birlikte gelebilecek. Bir de gözcü gerekirdi, sürüye. Bunun içinde
Uzun-Bacak’tan başkası uygun düşmezdi. Derken, Boz-Yele ve Uzun-Bacak’ı
uyandırdı, Börü-Han. Uzun-Bacak’ı orada gözcü bırakıp, kendisi Boz-Yele ile
birlikte bir bilinmeze doğru yola çıktılar. Bilmedikleri bu yerde, bir gece
vakti avlanacaklardı. Uzun-Bacak’ta bulunduğu yerden onlar için Tanrı’ya dua
ediyordu, ava giderken, av olmasınlar diye, sağ salim gelsinler diye.
Geldiklerinde güneş doğmak üzereydi ve
bütün kurtlar ayaktaydı. Yavrular oyunlarına bile başlamışlardı. Bir tane
Börü-Han, bir tane de Uzun-Bacak, iki koyun avlamışlardı. Nereden bilsinlerdi
ki, avladıkları bu hayvanlar, onlar için yaşam mücadelesinin en tehlikeli
kısmını başlatacağını.
Bu hayvanları daha önce hiç görmemişlerdi,
tanımamışlardı. Yaşadıkları ormanda bunlar yoktu, yalnızca zaman zaman
dağlarda, bunlara benzer dağ keçilerini görüyorlardı, o kadar. Dağ keçisi
avlamayı seviyordu, Boz-Yele. Bu yüzden de, bu hayvanları avlamak hoşuna da
gitmişti.
Hemen yemeye başladılar. Erkek kurtlar,
dişi kurtlar, yavru kurtlar ve tabii ki, Börü-Han. Kısa sürede koyunları
bitirdiler. Kemiklerini bile sıyırmışlardı. Artık karınları duymuştu ve
bulundukları yeri terk etme zamanı gelmişti. Her şeye rağmen, bulundukları yer
güvenli değildi. Kötü şeyler olacağını sezinliyordu, Börü-Han. Topluluğunun
başında, şerefli ve başı dik bir şekilde yürüyordu, Kurtların Hanı. Tehlike ise
çanlarını çalmaya başlamıştı. Köylüler, ağıla girildiğini ve iki koyunun kayıp
olduğunu anlamışlardı. Hırsızların, ağıla girdiğini ve iki koyunu çaldığını
düşünüyorlardı. Kurtlar ise akıllarına bile gelmiyordu. Gelmesi de mümkün
değildi. Zira on yıldır, bölgede kurtlara rastlanmıyordu. Ama artık zaman
değişmiş ve uzaklardaki bir felaket, burayı da etkilemişti.
Köylüler, hemen silahlanıp, hırsızları
aramaya başladılar. Saatlerce, günlerce aradılar, bulamadılar. Tâ ki o güne
kadar...
Kanyondan çıktıklarının, üçüncü günüydü ve
hâlâ o uçsuz bucaksız bozkırdan çıkamamışlardı. Börü-Han, böyle bir ortamda,
topluluğunu korumak için elinden geleni ve hatta ötesini yapıyordu. Yine bu
şekilde uğraşırken, etrafı gözlemek için oradaki bir kayaya çıktı ve etrafı
izlemeye başladı ve yaşamının en tehlikeli bölümünün başladığını anladı.
Başını kaldırdığında, at üzerinde, elinde
silah bulunan bir insanın bulunduğunu gördü. Gerçi şimdiye kadar ne at, ne
insan, ne de uzun demir görmüştü ama yine de anlamadığı bu şeylerden
hoşlanmadı. Hemen kayadan indi ve diğer kurtların, yakınlardaki bir ine
saklanmalarını sağladı. Kendi ise görünmeden atlıyı izlemeye başladı. Boz-Yele
ve Uzun-Bacak’ı yanına çağırdı. Onlara yavruları saklamalarını ve dişilerle
birlikte, gösterdiği gibi dizilmelerini söyledi. Dört yavru vardı, sürüde.
Onları güvenli bir şekilde sakladılar. Kendileri de, her biri yanlarında eşleri
olacak şekilde yerleştiler. Eğer atlı, inlerine doğru gelecek olursa, bunlar
hep birlikte ona saldıracaklardı. Börü-Han, planı böyle yapmıştı.
Hepsi gergindi. Herhangi bir kötü
olasılığa kendilerini hazırlıyorlardı. Bu sırada da Börü-Han’ın eşi olan
Hatun-Börü kendince dua etmeye başladı. ,
“Ey, bizi yaratan Tanrı!
Yardımını bizden esirgeme. Gücümüze güç
ekle. Korkuyu bizden uzak tut. Yüreklerimizdeki cesareti arttır. Yavrularımızı
her türlü tehlikeden uzak tut. Kaderimizde burada ölmemiz varsa, ölelim. Ama
yavrularımız yaşasın.
Ey, yeri bize yurt kılan Tanrı!
Senin gücünü hep üzerimizde hissettik.
Yine hissetmek istiyoruz. Bizi koru. Bizi bu bozkırdan sağ salim çıkart.
Biliriz ki, sen en güçlüsün; senin isteyip de yapamayacağın yoktur.”
Hatun-Börü, böyle dua ederken, her şey
olup bitmiş ve Tanrı, en azından şimdilik isteğini kabul etmişti. Atlı adam,
inin yakınlarına geldiğinde, Börü-Han’la göz göze gelmişti. Bir kurtla
karşılaşmanın verdiği korkuyla karışık şaşkınlık, adamın yüzünden okunuyordu.
Karşısındakinin korkusunu sezmişti, Börü-Han. İçinden ona, git diyordu. Derken
adamın ona doğrulttuğu uzun demir, ister istemez bir korku yarattı, Kurtların
Hanı’nda. Daha önce hiç görmediği bu nesnenin, kendisine zarar verecek bir şey
olduğunu hissetmişti. Adam ise kurdun yalnız olmadığını düşünerek ve
nişancılığına güvenmeyerek, atını çevirip kaçtı.
Kurtlar, rahat nefes almışlardı. Ama
tehlike geçmiş değildi. Biri geldiyse, yakında diğeri de gelebilirdi. Üstelik
diğeri, bunun kadar korkak olmaya bilirdi. Yapacak tek bir şey vardı. Hiç vakit
kaybetmeden, bu bozkırı terk etmek.
Atlı adam, köyüne döndüğünde soluk
soluğaydı. Durumu hemen köylülere anlattı. İşin şaşırtıcı yanı, on yıldan sonra
ilk defa bölgede kurtların görülmesiydi. Koyunların hırsızları belli olmuştu.
Diğer köylüler, bir iz bulamadıklarına göre hırsız, bu kurtlardı ve koyunlarını
kurtarmalarının tek yolu, kurtları öldürmekti. Börü-Han ise bu durumu sezmiş ve
bölgeyi terk etmek için inanılmaz bir çaba harcamaktaydı. Yalnızca karınlarını
doyurmak için duruyor, geceleri uyumak yerine ilerliyorlardı. Diğer kurtlar
bunu anlamıyor, homurdanıyor, ama Börü-Han’a olan güvenleri onu takip
etmelerine yetiyordu. Güvenmekte de haklılardı. Çünkü Börü-Han, şimdiye kadar
hiç yanlış karar vermemişti.
Topluluk yürüyordu. Her zamanki gibi yine
önde Börü-Han vardı. Diğerleri, onu hiç böyle görmemişlerdi. Tehlikeden
kurtulmak için kaçıyorlardı. Dört gün sürdü, kaçışları. Ama hâlâ bu uçsuz
bucaksız bozkırdan kurtulamamışlardı. Üstelik tehlike yaklaşıyordu. Dördüncü
günün sonlarında ormanlık bir alanın yakınlarına geldiler. Topluluk
kurtulduklarını düşünüyorlardı. Beraberindekileri kurtarmak için olağanüstü bir
çaba harcayan Börü-Han, topluluğun en arkasına geçmişti. Kafasında bir şeylerin
dolaştığı belli oluyor ama ne düşündüğünü kimse bilmiyordu. Derken tam
kurtulduk dedikleri bir anda at sesleri duyuldu. Kurtlar, başlarını
çevirdikleri anda üzerlerine ellerinde silahlarıyla, atlıları görünce neye
uğradıklarını şaşırdılar.
Börü-Han, hemen karar vermiş ve
diğerlerine olanca hızla ormana kaçmalarını emretmişti. Kendi ise tam tersi
yönde bozkıra doğru kaçmaya başladı. Bir anda atlılar, ne yapacaklarını
şaşırdılar. Ormana kaçan sürüyü mü kovalasalardı, yoksa bozkıra doğru koşan
kurdu mu kovalasalardı?
Kurtlar, ormana girmişti. Börü-Han ise
bozkırda tek başına koşuyor ve adamları üzerine çekmeye çalışıyordu. Beş
atlıdan oluşan avcı ekibi, ikiye bölünmeye karar verdi. Üçü Han’ın, ikisi de
diğer kurtların peşinden gidecekti. Kurtlar, ormanda saklanacak bir yer bulmuş
ve kendilerini kurtarmıştı. Onları bulamayan avcılar ise geri dönmüş, bozkırda
Börü-Han’ı kovalayan arkadaşlarının yanına gitmişlerdi.
Börü-Han, uçsuz bucaksız bozkırda, bir
kaya ve kaya kovuğu bulmuş, buraya sığınmıştı. Artık kendini bozkırın ruhuna,
göklere ve yere, kutsal bildiği ne varsa ona emanet etmişti. Olan olsun artık
diyordu. Öleceksem öleyim. Ama rahattı. Çünkü o delikli aletten çıkan sesi
tekrar duymamıştı ve üstelik avcıların, tümü de kendi peşindeydi. Demek ki,
diğerleri kurtulmuştu ve bu yüzden de hepsi kendi peşine düşmüştü. Artık daha
fazla kaçmayacaktı. Eğer olduğu kovuğa gelmezlerse, ormana gidip,
arkadaşlarını, ailesini bulacak; eğer avcılarda kovuğa gelirse, onlara
saldıracak, en azından birini öldürecekti. Yani savaşacaktı ve şerefli bir
şekilde ölecekti. Mutluydu, çünkü kendine güvenenleri korumayı ve kurtarmayı
bilmişti. Kendi ömrüne mal olsa bile.
Avcılar, en sonunda onu bulmuşlardı. Artık
savaşa tekrar başlayacaktı. Ya ölecekti, ya öldürecekti. Yapması gerekeni
yapacaktı. Topluluğuna saldıranları öldürecekti ve kahraman gibi ölecekti.
Biliyordu ki, ölümü düşünenler, kahraman olamaz. Biliyordu ki, kahraman olmayanlar,
önder olamaz.
Doğrudan en öndeki avcının, boynuna
saldırdı ve avcı, çok direnemeden öldü. O sırada ise üzerine mermi yağıyor ve
vücudu delik deşik ediliyordu. Yavaşça gözlerini kapadı. Bozkır, orman, dağlar,
nehirler, göller, gökler, yer, yıldızlar, ay, güneş... Hepsi... Bu şerefli
ölümün önünde eğildiler ve kurdun, şerefli ruhu, bedenine ve hâlâ bedenine
mermi yağdıran avcıları izleyerek yükseldi. Yükselen ruhu ise bütün dünyada
direnişin, şerefin, yenilmezliğin sembolü oldu.
*
* *
Artık sabah olmuş. Genç Mustafa Kemal,
gördüğü bu rüyanın etkisi altında kalmıştı. Bu etki, ömrünün sonuna kadar devam
edecek ve ölürken, bir insan olarak değil de, sanki bir kurtmuş gibi ölecek ve
ruhu yıllar ve hatta yüzyıllar boyunca direnişin, mücadelenin, şerefin ve
yenilmezliğin sembolü olacaktı. Bu ruh, nesilden nesle aktarılmaya devam
edecekti ve bu akış, dünyanın sonuna kadar devam edecekti.
Eğer bu ruhun hâlen var olup olmadığını
merak eden varsa, etrafına baksın. Eğer etrafında şerefli bir yaşam için mücadele
eden ve sevdiklerini korumak için, değerlerini savunmak için savaşan canlılar
varsa, bu ruh oradadır.
13 Temmuz 2004, Salı –
Kutlu Altay KOCAOVA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder