"Doğu Türkistan'da işgâlci Çin devleti ve halkı tarafından katledilen, organları çalınan ve fuhûşa zorlanan bütün Türk çocuklarına"
Gözlerini kapattı. Zâten benzeri her durumda aynısını yapıyordu. Gözlerini kapatıyor ve bu iğrençliğin geçmesini bekliyordu. Kör olmayı öyle çok isterdi ki, ama işte, onun elinde değildi. Gerçi onun elinde olsa, ölmeyi de çok isterdi. Hattâ çoktan ölmüş olurdu. Ama ölmek de, elinde değil.
Doğduğu gün, Doğu Türkistan’ın en kötü günlerinden biri
yaşanıyordu. Gerçi Doğu Türkistan için günlerin birbirinden farkı yok ki… Hepsi
kötü ve hepsi, birbirinden kötü. Ama doğduğu gün kadar kötüsünü yaşamamıştı. Tâ
ki… Bir doğduğu gün, bir de…
Doğumlar, genelde evde olurdu. Ancak kanama çok şiddetli
olduğunda ya da bebeğin ters dönmesi gibi durumlar olduğunda hastaneye
gidilirdi. Bu yüzden hem anne, hem bebek ölümleri, sık yaşanırdı. Babasının korkusu
da, buydu. Ya kanama şiddetli olur da, hastaneye yetiştiremezsek? Eşini çok
seviyordu. Kolay değil, âilelerin aralarındaki düşmânlığa rağmen birbirlerine
âşık olmuşlar ve her şeyi göze alıp, evlenmişlerdi. Âilelerinin reddini bile
umursamamışlar, bütün zorluklara, acılara berâber direnmişlerdi. Eşini ve ilk
evlâdını kaybetme ihtimâlini göze alamazdı. Hâyır, dedi, ebe kadına, doğum,
hastanede olacak. Bu cümle, o kadar kesin ve net bir biçimde söylenmişti ki,
hiç kimse îtiraz edememişti. Oysa, karnı olması gereğinden büyüktü. Büyük ihtimâlle
ikiz olabilirdi. Çinliler ise ikinci çocuğu yasaklamıştı. Ne olacak? Vaz mı
geçilecek? Vazgeçilebilecek mi? Hangisi?
Ebe kadın ve diğer yaşlı kadınların tahmîni doğru
çıkmıştı. İkiz geliyordu. Tabiî, doktorlar, bunu hemen hastane yönetimine
bildirmiş ve yönetim de birkaç polisi göndermişti. Gönderilen polislerden
ikisi, Hui idi. Yâni Müslüman Çinli. Doğumun hemen ardından doktorlar,
annesini, polislerle berâber zemîn katta bulunan bir odaya almışlardı. Bu arada
bebeklerin de kaydını yapmaya başlamışlardı. Neler olacağı belliydi. Zâten doktorlar,
bağırıyorlardı. “Tek çocuk yasasını bilmiyor musunuz? Siz, Uygurlar, hep
böylesiniz. Çok câhilsiniz” gibi sözler, odada yankılanıyordu. Polisler,
doktorların uyarısı ile Hoten’deki Çin yönetimini aradılar ve ne yapmaları gerektiğini
sordular. Genel yanıt, bebeklerinin ikisinin de devlet kontrolüne alınması
yönündeydi. Babası, bunu duyduğunda kulaklarına inanamadı. Bu arada Hui olan
iki polis, odanın tuvaletinde abdest almış, namaza hazırlanıyordu. Namazın ardından
babası, polise yaklaştı ve yalvarmaya başladı. Ne istiyorlarsa, yapacağını
söylüyordu ama yeter ki, ikizlerine dokunmasınlar, onları almasınlar. Aldığı yanıt,
sâdece bir yumruk oldu.
İkizlerin doğum kaydı yapıldıktan sonra, doktorun izniyle
bebeklerden biri, annesine verildi. Ama bu, sâdece birkaç dakikalık bir izindi.
Hemen geri alınacaktı. Diğerinin bir sâniye bile verilmesine izin
vermemişlerdi. Polisler, aralarında konuşurken, “Sen devleti kandırmaya çalışırsan,
başına gelene katlanacaksın” diyorlardı. O ân, annesinin gözleri babasına
takıldı ve haykırmaya başladı, “Alihan, kaç. Kızımızı kurtar”. Polisler ne
olduğunu anlayana kadar, babası, kızı kucağında pencereden kaçmış, koşuyordu. Polisler
arkasında bağırmış, koşmuş, hattâ bir iki el ateş bile etmiş, ama nâfile,
yakalayamamışlardı. Bunun acısını ise zavallı kadından çıkarmışlar ve yataktaki
kadını dipçik darbeleri ile öldürmüşlerdi.
*
* *
Kızına eşinin adını koymuştu. Zeynep… Aslında dünyâya
yeni gelen birine, ölen birinin adını koymak doğru mudur, bilemem ama eşini çok
seviyordu ve yavrusu ile berâber adının da yaşamasını istiyordu. Sonraki
günlerde Alihan, Hoten’in dış semtlerinde küçük bir eve yerleşmişti. Bu semtin
ilginç bir özelliği vardı. Yeni gelenlerin ne olduğu, hemen anlaşılırdı. Özellikle
Çin’in zulmüne uğramış bir garibanı hemen tanırlardı. Aynı şekilde Çin adına
çalışan mankurtları da hemen tanırlardı. Babası ise her şeyden çok sevdiği
eşini ve bir yavrusunu kaybetmenin acısını, her şeyi ile yaşıyordu. Öyle ki,
onu gören herkes, tek kelîme bile etmese, oturup, onunla berâber ağlayabilirdi.
Ama ağlamamaları gerekiyordu. Çünkü babası, aranıyordu…
Tam on iki yıl bir şekilde yaşamayı sürdürdüler. Tâ ki, o
iğrenç ayın, iğrenç gününe kadar…
Zeynep, çok hastalanmıştı. Hastaneye götürmek
gerekiyordu. Semtte devreye giren bâzı kişilerin yardımıyla sahte bir isim ve
âile adıyla hastaneye yatırılmıştı. Ancak yatak ücreti, ilaç masrafı ve
doktorların kendileri için istedikleri ekstra ücret, Alihan’ı çökertmişti. Aklına
kaynatası geldi. Durumu, fenâ değildi. Düşmânlık vardı ama sonuçta onun da
torunuydu. Nereden bilecekti ki, nefret ve kinin, en büyük ihanetlere yol
açacağını…
Adreslerini bizzât kaynatası, Hoten’deki parti
yöneticisine bildirmişti. Devlet, derhâl harekete geçmişti. O günün, akşamında
da Zeynep, hastaneden taburcu edilmiş ve evine gelmişti. Babası, artan parayla
kızına çok güzel bir sofra kurmuş, baba kız, yemek yiyorlardı. O ân… O bir sâniyelik
ân… İşte felâket oydu. O ân, polisler, eve girmiş ve daha kapıyı açar açmaz
Alihan’ı öldürmüşlerdi. Zeynep, o ân susmuş ve öfkesini, nefretini rûhuna
aktarmıştı.
On iki yaşındaki Zeynep, devlet tarafından önce bir yurda
yerleştirilmiş, sonra da ne iş yaptığı çevrede bilinen bir parti görevlisine
teslîm edilmişti. Bu kişinin yaptığı işi, çevrede herkes bilir, herkes ondan
tiksinir, nefret eder ve herkes ona giderdi. Zeynep, onun herkes için hazırladığı
bir eşyâydı, artık. Yaşı önemliydi, çünkü birçok kişi yaşı için geliyordu.
Zeynep, ilk gün, ölmeyi çok istedi. Saldırdı, vurdu, ama
öldüresiye dövüldü. O gün, intihâr etmek istedi, olmadı. Ölmek için Allah’a duâ
etti, ölmedi ve gözlerini kapamayı öğrendi. Böylece görmüyordu. Zâten hissizleşmişti.
* * *
O gün, yine gözlerini kapattı. Bugün sondu. Banyoya geçti.
Camı kırdı ve en büyük cam parçası ile boğazını kesti. Yaşamak istemiş,
yaşatmamışlardı. Önce annesinin, sonra babasının, sonra da kendisinin canını
almışlardı. Bu almak değildi, aslında. Çalmışlardı.
Aşağılık herif, odaya girdiğinde yerde yatan bir cansız
çocukla karşılaştı. Onun çocuk olduğu, daha şimdi akıllarına geliyordu. O esnâda
ruhunun yükseldiğini fark etti. Ama ağlıyordu. Önce o iğrenç oda ve yurt, sonra
Hoten gözlerinde küçüldü ve gökler açıldı. İlk gördükleri annesi ile babası
idi. Ağlıyorlardı. Bu arada bir kurdun uluması ile bütün gökler sarsıldı. Bu,
her ne kadar tanımasa ve korksa da Börü Han’dı ve ona şimdiye kadar, babası ve
annesinin dışında, olmadığı kadar sevgiyle bakıyordu. Sonrasında atlıların dört
nala gelen sesleri duyuldu. Göklerden aşağı târihin kahramanları geliyordu ve
hepsi, başlarında Çingiz Kağan olarak Zeynep’in önünde diz çöktüler ve tek
dizlerini yere vurdular. O ân, Tel Âfer’den Fâtıma, Kerkük’den Mehmet, Karabağ’dan Ali Haydar, Bayırbucak’tan Kemâl, Kırım’dan Ahmet’in de ruhları geldiler ve
atlılar, hepsinin önünde diz çöktüler. Her birinin gözünden ikişer damla kanlı gözyaşı
aktı.
Zeynep’in dedesi, intikâmını almanın sevinci ile uyurken,
onu alnına düşen iki damla uyandırdı. Elini alnına götürdüğünde bunun kan
olduğunu gördü. Kendi torununun kanı… O esnâda sâdece onun duyabileceği
şekilde, bütün gökleri bir ses kapladı. Bu bir kurt sesiydi idi ve Börü Han’ın
adâlet isteyen ulumasıydı.
KUTLU ALTAY KOCAOVA
27.06.2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder