Ağlamayı unutalı çok olmuştu… Bir gün mü, ay mı, yıl mı, o da
bilmiyordu. Aslında sâdece birkaç dakîka… Ancak şu yaşadıkları karşısında her
dakîka, bir yıldı ve dolayısıyla birkaç yıldır ağlamıyordu.
Adı Fâtımâ'ydı ve annesi, onu bundan
dokuz yıl evvel doğurmuştu. Evin en büyük kızı idi. İki kardeşi
daha vardı. Biri altı yaşında bir oğlan, diğeri ise üç yaşında bir kızdı.
Babası, doğmadan evvel “Bir kızım olursa, Hâk Muhammed hakkı için, Şâh-ı Merdân
Esâdullah İmâm Ali hakkı için, Fâtımâ Ana hakkı için, İmâm Hasan ve İmâm
Hüseyin hakkı için Fâtımâ adını koyacağım” demişti. Kızı olduğunu öğrendiğinde
çok sevinmiş, kurbanlar kestirmiş ve bu adı koymuştu. Bu ad, ona uğur
getirecek, evine bereket getirecek, imâmların kudsiyeti yardımcısı olacak diye
düşünmüştü.
Fâtımâ, söylenenleri anlayacak yaşa
geldiğinden beri her gece, Fâtımâ Ana’yı ve on iki imâmın hikâyelerini
dinlerdi. İşte, ilk defâ bu gece dinlemeyecekti. Gözlerini açması ile kapaması
bir oldu. Annesi ile babasının bedenleri sağ tarafında, başları ise sol
tarafında duruyordu. Karşısında ise kapkara kıyafetleriyle, uzun sakallı
adamlar, sürekli Allah’ın adını anıyor, tekbîr getiriyorlardı.
Sıra kendisine gelmişti. Elinde
kanlı bir kılıç olan adam, şimdi Fâtımâ’nın yanındaydı. Gözlerini kapadı.
Kelîme-i şehâdet getirdi. Annesi ve babası gibi “Allah, Muhammed, Ali aşkına”
dedi. Tam kılıcın ineceği esnâda hareketlerinden, diğerlerinin lideri olduğu
anlaşılan kişi, “Hâyır” dedi, “o, müştehattır[1].
Onun katli, sonra.”
Fâtımâ, böyle bir kelîmeyi ilk defâ
duyuyordu. Müştehat ne demekti? Hem kendisi neden ve nasıl o dediklerinden
oluyordu? Anlamamıştı. Ama birazdan anlayacaktı. Kendine geldiğinde içerideki
odaya götürülmüştü. Bu arada korkudan tir tir titreyen diğer iki kardeşi ise
oracıkta katledilmişti. Ama Fâtımâ, henüz bunun farkında değildi.
Diğerleri odadan çıkmış, liderleri
içeriye girmişti. On, on beş dakîka sonra odadan çıktığında, yanındakilere
abdest alacağını, döndüğünde bizzat kendisinin infâz edeceğini söylemişti. Bu
arada Fâtımâ, sâdece susuyordu.
Grubun lideri, geri geldiğinde
Fâtımâ’nın getirilmesini emretti. Fâtımâ, onu gördüğünde içinden, susarak
tekrâr yalvardı. Biraz önceki yüksek sesle yalvarmasının işe yaramadığını
gördüğünden, bu sefer, susarak yalvardı. Ama kardeşlerinin cesetlerini görür
görmez, buna son verdi ve en yüksek sesle, bildiği en kötü bedduâları etmeye, la'netlemeye başladı. Liderleri sâdece “Susturun şu kâfir Râfızî’yi[2]”
dedi…
* * *
Rûhu, henüz odanın içindeydi. Hemen
yanında da kardeşleri ile annesi ve babasının rûhları duruyordu. Hepsi de büyük
bir şaşkınlıkla evlerine, evlerindeki bu kişilere ve kendi cesetlerine
bakıyorlardı.
Fâtımâ’nın rûhu, babasının rûhuna
dönerek, “Baba” dedi, “Hani adımın sâhibi, bizi koruyacaktı?”... Babası, hiçbir
şey duymuyordu. Sâdece öylece durup, olanları izliyor ve o esnâda gözünden iki
damla gözyaşı akıyordu.
Rûhları biraz daha yükselmişti.
Artık evin içinde değillerdi ve kendileri gibi çok sayıda insan vardı. Tel
Âfer’in sokaklarında beden olarak insân kalmamış, sâdece rûhlar duruyordu.
Fâtımâ’nın çok sevdiği arkadaşlarının da rûhları gelmeye başlamıştı. Zehrâ,
Zeyneb, Gökçen ve diğerleri… Fâtımâ’ya ne yapıldıysa, diğerlerine de o
yapılmıştı.
Tel Âfer’in gökleri, yüzlerce rûhla
dolmuştu. Hepsinin gözünden iki damla yaş akıyor ve hepsi sâdece “Neden” diye
soruyordu. Neden sorusunun cevâbı yoktu. O esnâda gökler aralanmaya başladı ve
bir sesin yaklaştığını duydular. Göklerden aşağıya doğru dörtnala koşan atlılar
belirmişti. Bu atlılar, tarihten kopup gelen savaşçılardı. Uzun saçları, çekik
gözleri, çelik zırhları, yeleleri ve kuyrukları örülü beyaz atlarıyla
gelmişlerdi.
Her çocuğun başında bir atlı durdu.
Kür Şad, Bilge Kağan, Köl Tigin, Tonyukuk, Motun Yabgu, Attila, İlteriş Kutluğ
Kağan, Alp Arslan, Emîr Timur ve Gâzî Mustafâ Kemâl Paşa… Fâtımâ’nın önünde Kür
Şad durmuştu. Bütün atlılar, târihin o muhteşem kahramanları, çocukların önünde
eğilmiş, tek dizlerini yere vurarak, onları selâmlıyorlardı.
Fâtımâ, Kür Şad’ı bilmiyordu, tanımıyordu, daha önce hiç
duymamıştı. Ama Kür Şad’ın atına binerken, o gözlere baktığında, Vey ırmağının
kıyısında gerçekleşen o muhteşem ihtilâl, Fâtımâ’nın rûhuna işlenmişti. Biraz
sonra Fâtımâ, rahatladığını ve huzûr bulduğunu hissetti. Kendisini bıraktı, Kür
Şad’a sıkı sıkıya sarılmıştı. Biliyordu ki, o, adını aldığı kişiden daha gerçekti. O ân, diğerlerine baktı. Küçük kardeşleri,
arkadaşları ve bütün çocuklar, kimin atında iseler, ona, büyük bir güvenle
sarılmıştı. O ân, göklerden bir emir geldi. Atının üzerinde, muhteşem biri
duruyordu. Bu, Çingiz Kağan’dı. Atlılara buyruk verdi. Gidiyoruz… Bütün
atlılar, yüce Kağan’ın önünden saygıyla, selâmlayarak geçtiler. Çocuklar ise Yüce Kağan’a gülümsüyorlardı. O ân, Fâtımâ’nın gözleri, Çingiz Kağan’ın
gözlerine takıldı. Yüce Kağan’ın gözlerinden iki damla kanlı yaş akıyordu…
* * *
Turân, eğlenceden yeni dönmüştü. Bugün onun doğum günüydü ve
arkadaşlarıyla, sabaha kadar eğlenmiş, bütün dünyânın dertlerini unutmuştu.
Zâten şimdiye kadar dert etmesi gereken neyi dert etmişti ki?
Yorgundu, içkinin de etkisiyle uyumak istiyordu. Üstünü değiştirip,
yatağa uzandı. O ân, alnına iki damla düştü. Bu iki damla, Turân’ı yatağından
kaldırmaya yetmişti. Hemen ışığı yaktı. Eliyle alnını sildiğinde, eline kan
bulaştığını gördü. Banyoya koştu. Aynaya baktığında, iki damla kanlı yaş,
yüzünün iki yanından akıyordu. Hemen yüzünü yıkayıp, temizledi. “Nerden geldi
ki, bu” diye sorduktan sonra, sarhoşluğuna verip, tekrâr yatağına uzandı.
Bunlar olurken, Fâtımâ, Çingiz Kağan’a döndü ve “Benim kanım mı?”
diye sordu. Yüce Kağan, merhamet dolu, sıcacık bir sesle “Evet, kızım” diye
cevapladı. O esnâda Yüce Kağan, İstanbul’a bakıyor ve gözlerinde sâdece öfke ve
gazab görünüyordu…
25 Temmûz 2014
KUTLU ALTAY KOCAOVA
[1]
Müştehat, İslâm hukûkuna göre şehvet uyandıran kız çocuğu anlamına gelir. Yaş
sınırlaması yoktur. Beş, yedi, dokuz ya da on yaşında olabileceği, İslâm
kaynaklarında belirtilmiştir. (bkz. Düzdağ, Ertuğrul, Kanuni Devri Şeyhülislamı Ebussuud Efendi Fetvaları, Kapı Yayınları)
[2] Râfızî,
Şiî ve Alevîleri aşağılamak amacıyla kullanılır.
Kalemine, yüreğine sağlık. Türklük garip kaldı kardeşim. Selam ve sevgilerimle
YanıtlaSilTeşekkür ederim...
Sil