Geri
kalmış toplumların en büyük sorunlarından ve geriliğinin işâretlerinden biri
de, tartışmaları hep sözcükler üzerinden yürütmeleri ve bir türlü konuların
özüyle ilgilenmemeleridir. Günümüzde maâlesef, bunu Türkiye’nin bütün kesimlerinde,
hâlâ görebiliyoruz.
Türkiye’nin
cumhûriyet döneminde en uzun süre devâm eden, en anlamsız ve saçma tartışması, Allâh
mı, yoksa Tanrı mı tartışmasıdır. Ancak ilginç bir şekilde bu tartışma,
Türklerin dînî kurallara göre yönetilen yüzlerce yıl boyunca gündeme gelmeyip,
laik kurallara göre yönetilen dönemde başlamış olmasıdır. Bu üzerinde durulması
gereken bir durumdur ve bunu yapacağım.
İşin
İslâm ilâhiyâtı açısından yorumuyla -benim alanım, konum ve ilgim dâhilinde
olmadığı için- ilgilenmeyeceğim. Ancak Türk târihi ve sosyolojisi üzerinden
hareket edeceğim.
Bilindiği
gibi Türkler, târih boyunca Tanrı adını kullanmışlardır. Bu konuda ufak tefek
farklı söyleyişler olsa da, hepsinin ortak noktası Tanrı adıdır. Dileyenler, “Türk
Çok Tanrıcılığı: Tengricilik”[1] adlı makâlemin girişinde
yer alan bu farklı söyleyişleri görebilir.
Bununla
berâber Türklerin Tanrı adını üç farklı anlamda kullandığını görebiliyoruz. Birincisi,
gök; ikincisi, Allah; üçüncüsü de, tapınılan her şey. Bu konuda Kâşgarlı
Mahmûd, ünlü eseri Divânü Lugâti’t Türk’te şöyle demektedir:[2]
“tengri.
Allah; azze ve celle [aziz ve celîl olan (muhterem ve ulu)].
Şu atasözünde de geçer,
toyın tapugsaq, tengri sewinçsiz:
Kâfirlerin din büyüğü Cenab-ı Hakk’a tapınmak ister, ama Allah (Onun büyüklüğü
artsın) için bir iş yapan, ancak bunu başaramayan kimseyi anlatmak için
kullanılır.
Şu dizelerde de kullanılır,
tün kün tapun tengrike boynamagıl
qorqup angar eymenü oynamagıl
Allah’a
gece gündüz ibadet et ve bu işten şaşma
O’ndan
kork ve korkunda ve çekinmeden oyunbaz olma
Kâfirler -Allah’ın gazabı üzerlerine
olsun- göğe tengri derler; aynı
zamanda azametli gördükleri her şeyi, örneğin bir dağı ya da bir ağacı da tengri olarak adlandırır ve önünde
secde ederler. Bunlar bilge bir adama da tengriken
derler. Bunların sapkınlıklarından kaçarak Allah’a sığınırız.”
Görüldüğü
gibi Kâşgarlı Mahmûd, bir Müslümân Türk olarak Tanrı adını, Allah anlamında
kullanmakta ve bunu yaparken de, Müslümân olmayan Türklerin de ne şekilde
kullandıklarını bize göstermektedir. Ayrıca Türk târihinin en önemli eserleri
arasında yer alan Tonyukuk Yazıtları’nda da “Teñri
Umay, iduk yer suv, bana berdi erinç” ifâdesi yer almaktadır. Mehmet Ölmez[3] ve Talat Tekin, “Teñri
Umay” şeklinde okurken ve “Umay Tanrı,
kutsal yer-su, bize yardım etti” diye çevirmektedir. Hüseyin Nâmık Orkun ve
Muharrem Ergin ise ayrı ayrı okumayı tercih etmektedir. Elbette konumuz Umay
adı olmadığı için üzerinde çok duracak değilim ama görünen o ki, Türkler için
Tanrı, hem bir özel ad, hem de bir sıfattır.
Gelelim
İslâm’ın Türkler arasında iyice yerleşmeye başlaması ile berâber Tanrı adının
kullanımına…
Müslümân
Türklerin dînî anlamda en önemli isimlerinden biri olan Hacı Bektâş-ı Velî, kaleme
aldığı Makâlât adlı eserinde oldukça sık bir biçimde Tanrı adını, Allah adıyla
berâber kullanmıştır. Oldukça bol kullandığı için sâdece üç örnek yeterli
olacaktır diye düşünüyorum.
"Hâzıhî Makâlât-ı Şerîf-i
Hazret-i Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî (Kaddesa'llâhu sırrahu'l-azîz ve
rahmetu'llâhi teâlâ)[4]
Bi'smil'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm.
Şükr ü minnet ü sipâs ol Tanrı
tebâreke ve teâlâ hazretine olsun"[5]
Dikkât
edilirse, yüklemdeki fiîli saymazsak, tek Türkçe sözcük Tanrı adıdır. Bu kısmı,
günümüz Türkçesi’ne çevirecek olursak,
“Bu eser, şerefli Hünkâr Hacı
Bektâş-ı Velî hazretlerinin (Allah onun azîz sırrını kutsassın ve Allah’ın
rahmeti üzerine olsun.
Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın
adıyla.
Şükür ve minnet ve hamd, mübârek ve
yüce Tanrı hazretine olsun.”
Hacı
Bektâş-ı Velî, eserinin bir başka kısmında da şöyle demektedir[6]:
"... bu kadar acâyibler ve
garâyibler Tanrı teâlâ'nun 'lebbeyk' dimeklügiyle ve hem ol velînün 'Yâ Rabbi'
dimeklüginden kopar ve sühan-ı ilâhî didükleri budur."
Bu
sözü de günümüz Türkçesine şu şekilde çevirebiliriz.
“… bu kadar acâyib ve garib işler,
Yüce Tanrı’nın “lebbeyk (benim sevgim ve bağlılığım sanadır)” demesiyle ve hem
o velînin “Yâ Rabbi” demesinden kopar ve ilâhî söz dedikleri budur.”
Bu
konudaki üçüncü örneğimizde de Hacı Bektâş-ı Velî, şöyle demektedir[7]:
“Kul, Çalab Tanrı'ya kırk makâmda
irer, dost olur. Onı şerî'at içinde, onı tarîkat içinde, onı ma'rifet içinde,
onı hakîkat içindedür.”
Bu
kısım, günümüz Türkçesine oldukça yakın olduğu için çevirmeye gerek yok. Bununla
birlikte bu üç örnek ile Hacı Bektâş-ı Velî’nin Tanrı adını, Allah anlamında
kullandığını ortaya koyduğumu sanıyorum.
Kânûnî
Sultân Süleymân’ın ünlü Şeyhü’l İslâm’ı Ebû’s Suûd Efendi’nin fetvâları da bu
konuda önemli birer târihî belge niteliği taşımaktadır ve yine bu konuda üç örnek
üzerinden hareket edeceğim.
“Mes’ele: Zeyd, hamr içip mahallesine
gelse, Amr’a “bre Tanrısını ve Peygamberini –hâşa- filan ettiğim” lafziyle edepsizlik
eylese, o mel’ûna ne lâzım olur?
Elcevap: Kâfirdir, katli helâldir.
Avreti bâindir, ehl-i İslâm’dan dilediği kimseye varır.”[8]
“Mes’ele: Hâşâ, “Tanrı’dan korkmazım”
diyen Zeyd’e şer’an ne lâzım olur?
Elcevap: Kâfir-i mahzdır. İslâm’a
gelmezse, katl olunur.”[9]
“Mes’ele: Zeyd Amr’a “bana Tanrı’yı
buluver”dedikte Amr Zeyd’e “Kur’ân ile âmil olup, Peygamber’e iktidâ edicek,
bulursun” deyicek, Zeyd “anlara ne amel, ben anlarsız bulurum” yahut “buldum”
dese Zeyd’e ne lâzım olur?
Elcevap: Katli lâzımdır, zındıktır.”[10]
Fetvâların
içeriği ile ilgilenmediğimi yazının başında belirtmiştim. Bununla berâber bu üç
fetvâ da, bize Ebû’s Suûd Efendi’nin Tanrı adını, Allah adı olarak kullandığını
göstermektedir.
Osmanlı
döneminde medreselerde Arabça öğretiminde kullanılan temel kaynaklardan biri
olan ve bir manzûm sözlük olarak yüzyıllarca kullanılan Subha-i Sıbyân, bu
noktada önemli bir veri olarak karşımızda durmaktadır. 1624 yılında Bosnalı
Ebu’l-Fadl Muhammed bin Ahmed er-Rûmî tarafından yazılan bu eserde Allah adının
açıklamasında şöyle denilmektedir[11]:
“Allah: Tanrı. Bir ismi Rahmân.”
Bu
noktada Osmanlı edebiyâtında da örnekler vardır ama sâdece bir örnekle
yetineceğim. Fâtih Sultân Mehmed’in oğlu olan ve Osmanlı târihi açısından
oldukça önemli bir kişi olan Cem Sultân, Türkçe dîvânındaki şi’rlerinden
birinde şöyle demektedir[12]:
“Bir dahı ‘ışkuñ ile belâ-keş
yaratmadı
Mülk-i cihânda Tañrı te’âlâ benüm
bigi”
Büyük
ölçüde anlaşılır olsa da, günümüz Türkçesine şöyle çevirebiliriz:
“Bir daha aşkın ile belâ çeken
yaratmadı
Dünyâ mülkinde Yüce Tanrı benim gibi”
Burada
da Cem Sultân’ın Tanrı adını, Allah anlamında kullandığı belli olmaktadır.
Bu
örneklerin yeterli olduğunu düşünüyorum. Cumhûriyet devrine kadar devâm eden bu
durum, sonraki süreçte inanılmaz bir hızla değişime uğramıştır. Bana göre bu
durumun temelinde ezânın dilinin değiştirilmesi, yâni Türkçe ezân yer
almaktadır. Allâhû ekber sözünün, Tanrı uludur diye çevrilmesi; cenâzelerde de Allâhû
ekber sözüne bir dönem izin verilmemesi, bu yönde atılan adımlar, halkın zihninde
Tanrı adının kötü bir şekle bürünmesine yol açmıştır. Diyebiliriz ki, bu durum
halkın zihninde ciddî bir travma ya da kriz yaratmıştır. Bu durum ise hep
birlikte anılan bu iki adın, birbirinden çok büyük bir hızla kopmasına yol
açmıştır.
Ayrıca
laiklik ilkesi ile olan karşıtlığı ortada iken Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin öğün
yemeklerinde, yemek duâsı adlı bir toplu ve zorunlu uygulamanın olması da
insanların zihninde etki yaratmış olabilir, diyebiliriz. Zîrâ dayatılanlar,
çoğu zaman ters teper. Laik, demokratik, modern ve millî olduğu iddiâsını güden
bir dönemde Türklerin binlerce yıldır kullandıkları bir isme, üstelik birçok
defâ toplu dîn değişimi yaşamasına ve etkilenmemesine rağmen, yönelik tavır
ortaya çıktıysa, üzerinde düşünmek gerekir. Böyle bir ironinin ortaya çıkışı ve
çözümü üzerinde akıl yürütmek gerekir. Nedenlerini ortaya koyduğumuza göre
şimdi de neler yapılması gerekenlerden söz edelim.
Allâh
ve Tanrı tartışmasının bir ân bitmesi gerektiği gibi bu iki ismin birbirinin
karşıtı ya da alternatifi olmadığı ortaya konulmalıdır. Tekbîr (Allâhû ekber)
ve “Tanrı Türk’ü korusun” gibi kalıplaşan sözlerde oynama yapılmamalı ve olduğu
gibi hareket edilmelidir. Ayrıca Allâh adının kökenine dâir anlamsız tartışmalardan
uzak durulmalı, Allah yerine Tanrı denilmeli gibi sözler söylenmemelidir. Aynı
şekilde de içinde Tanrı geçen sözleri de Allah diyerek düzeltme yoluna
gidilmemelidir. Hattâ aynı cümle içinde kullanılsa, bence olumlu da olur. Ayrıca
yabancı sinema ve dizilerin çevirisinde de dikkât edilmeli, İngilizce God
sözcüğünü, doğru olsa bile Tanrı yerine, İlâh gibi sözcüklerle çevirmelidir. Bununla
berâber bunlar işin halka yönelik durumudur ve sosyolojik bir konudur. İşin özü
ise laikliğin yerleşmesinin sağlanması ve herkesin inandığı değerlerin saygılı
bir tavrın geliştirilmesini sağlamaktır.
Bilmek gerekir ki, Türklerin çok büyük çoğunluğu
Müslümândır ve Müslümân Türkler için Allah adı, en yüce isimdir. Söz ve
tavırlarda bunu göz önünde bulundurmak gerekir.
KUTLU
ALTAY KOCAOVA
26.11.2017
[1] Kocaova,
Kutlu Altay, “Türk Çok Tanrıcılığı: Tengricilik”, http://kutlualtayyazilari.blogspot.com.tr/2016/07/turk-cok-tanriciligi-tengricilik.html
(Erişim târihi: 26.11.2017)
[2] Kâşgarlı
Mahmûd, Divânü Lugâti’t Türk, s.551, Kabalcı Yayınları, Birinci Basım, Mayıs
2005
[3] Ölmez,
Mehmet, Orhon-Uygur Hanlığı Dönemi Moğolistan’daki Eski Türk Yazıtları,
Metin-Çeviri-Sözlük, s.181, BilgeSu Yayıncılık, 2. Baskı, Ankara, 2013
[4] Burada
Hacı Bektâş-ı Velî’ye sanki başka birinin ettiği duâymış gibi görünse de, bu
durum tasavvûftan kaynaklanmaktadır.
[5] Hünkâr
Hacı Bektâş-ı Veli, Alevî-Bektâşî Klasikleri 2 - Makâlât, s.43, Türkiye Diyânet
Vakfı, Birinci Baskı, Şubat 2007, Ankara
[6] a.g.e., s.59
[7] a.g.e., s.68
[8] Düzdağ,
Ertuğrul (haz.), Kanunî Devri Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi Fetvaları, s.143,
Kapı Yayınları, Haziran 2012
[9] a.g.e., s.142
[10] a.g.e.,
s.141
[11] Uzun,
Tacettin, "Arapça-Türkçe Sözlüklerin Öncüsü Sayılan Subha-i Sıbyân",
Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, y.2, s.6, ss.98, Yaz 2002, Ankara
[12] Ersoylu,
İ. Halil (haz.), Cem Sultan’ın Türkçe Divan’ı, s.225, Türk Dil Kurumu
Yayınları, İkinci Baskı, Ankara, 2013 Temmuz