Osman, dördüncü yaşına girmek
üzereydi. Annesi, sabah, onu iyice yıkamış, temiz kıyâfetler giydirmişti.
Ağabeyi okuldan, babası işten gelecek ve hep berâber güzel bir yemek
yiyeceklerdi. Onlar için en güzel gün, bir arada olabilmekti ve bu yüzden de en
azından çocuklarının doğum gününde bir arada olurlardı.
Osman’ın babası, sıradan bir
köylüydü. Kendi toprağı yoktu. Sâdece babadan kalma küçük bir evi vardı. Bu yüzden
de gerek kendi köyü, gerekse de civâr köylerde iş olduğu zaman giderdi. Hattâ zaman
zaman şehre gittiği bile olurdu. Öyle ki, bir keresinde Haleb’e bile gitmişti. Bu
yüzden genelde eve döndüğü saât, çok belli olmazdı. Ama yine de çocuklarının
doğum günlerinde mutlâka onlarla berâber olurdu.
Osman’ın annesi ise her sabah, sabah ezânı ile
uyanırdı. Ancak kendi köylerinden gelen ezân sesi değil, Türkiye’deki Yayladağı’ndan
gelen ezân sesi, onu uyandırırdı. İyi bir kadındı, temiz, dürüst, zekî ve
nâmuslu... Onun hayâtı çocuklarıydı ve içindeki sevdânın işâreti ise Yayladağı’ndan
gelen ezân sesiydi. Ona göre ne kendi köylerindeki, ne diğer yerlerdeki
ezânların hiçbiri o kadar güzel olamazdı. Zîrâ onun içinde hürriyet vardı.
Bu arada Osman’ın annesi, akşam yemeğini hazırlamak
için mutfağa geçmişti. Osman ise uykuya dalmıştı. Oğlunun sesi kesilince, annesi
ona bakmaya gelmiş ve uyuduğunu görünce, üzerine bir battâniye örtmüştü. Hem,
uyuyanın üzerine kar yağardı. Aradan birkaç dakîka geçti ya da geçmedi,
sükûneti, ebediyen yok eden iki ses duyuldu. Bir yandan Osman, gördüğü kâbûstan
dolayı çığlık atarak uyanmış, bir yandan da köyün ortasından bir patlama sesi gelmişti.
Annesinin içini bir ateş yakarken, Osman ağlamaya
başlamıştı. Sanki ikisi de olanları ve olacakları hissetmiş gibiydiler. Neler oluyor
derken, kapı, sertçe çalınmaya başladı. Bir yandan Osman ağlıyor, bir yandan da
annesi titriyordu. Kapıyı açtığında attığı çığlığın yanında İsrâfil’in Sûr’u
bile kıymetsiz kalırdı. Köylüler, Osman’ın ağabeyini getirmişlerdi.
Osman, ağabeyi Ali’yi kanlar içinde görünce ağlamayı
kesti. Bu görüntü, gerçek olamazdı. Zîrâ bu, onu uykusundan uyandıran
görüntüydü. Ama hâyır, gerçekti. O, çok sevdiği ağabeyi ölmüştü. Sessizce geldi,
“Ağabey” dedi. “Ağabey, duymuyor musun” dedi. “Ağabey, uyku saâti değil ki”
dedi. “Ağabey, uyan” dedi. “Anne, ağabeyim niye uyanmıyor” dedi. “Anne,
ağabeyimi uyandırsana” dedi.
Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Uçaklar, köyü
bombalıyordu. Ama onlar hiçbir şey yapmamıştı ki, neden uçaklar, onları
bombalıyordu?
Bir yanda Osman ağlıyor, bir yandan annesi feryâd
ediyor, bir yanda da Ali’nin küçük bedeni yerde yatıyordu. O sırada uzaktan bir
kamyonun geldiği görüldü. Herkes bir ânda, kamyona döndü. Sanki kamyonun yükünü
biliyormuşlar gibiydiler. Ama hâyır, bilmiyorlardı. Şoför, sessiz ve
üzüntülüydü. Kamyonun damperini açtığında, bütün köy, bir kez daha çığlıklarla
doldu. Kamyon, köyün genç ve yetişkin erkekleriyle doluydu ve hepsi
öldürülmüştü. Osman’ın babası da onların arasındaydı. Herkes, bir ağızdan neler
olduğunu sordular. Şoför sessizdi. “Neden konuşmuyorsun” dediler. Şoför yine sessizdi. Şoför’ü kendine
getiren Osman’ın o dev gibi yumruğu oldu. Başkaları için belki küçüktü ama aslında
bir Tanrı sözü kadar etkiliydi. “Konuşsana, babama ne oldu” dediği ân, şoför
anlatmaya başladı.
“Askerler” dedi, “dönüş yolunda, önünümüzü kestiler
ve herkesi kurşuna dizdiler. Beni de size anlatmam için bıraktılar”. Köyün
yaşlılarından biri, “Neyi” diye sordu. “Neden öldürdüklerini. Bu topraklarda
bir Türk bırakmayacağız ve gün gelecek sabah ezânını dinlediğiniz topraklarda
da bir Türk bırakmayacağız, dediler” dedi.
“Bu topraklarda bir Türk bırakmayacağız ve gün
gelecek sabah ezânını dinlediğiniz topraklarda da bir Türk bırakmayacağız...”
Herkes şaşkındı. Neler oluyordu, kimse bilmiyordu.
Bu Sûriye devleti, neden düşmân olmuştu? Hiçbir yerde olay falan da yoktu ki...
Biz ne yaptık, onlara? Aslında belki de yanıt, bu soruda gizliydi. Belki de, hiçbir şey yapılmadığı için bunlar oluyordu.
Biz ne yaptık, onlara? Aslında belki de yanıt, bu soruda gizliydi. Belki de, hiçbir şey yapılmadığı için bunlar oluyordu.
Köyün yaşlıları, gitmeyi düşündüler. Türkiye, bize
kapılarını açar, bizi korur diyorlardı. Herkes kabûl etti, gece, sessizce
gideceklerdi. Sâdece bir îtirâz geldi. Osman... “Ağabeyim” dedi, “uyanmadan,
olmaz. Gitmem, bir yere. Hem anne, babam da uyuyor. Uyansınlar, öyle gidelim”.
Osman, son cümlesini bitirdiği ân, bir mermi alnına
saplandı ve yine annesinin çığlığı, İsrâfil’in Sûr’unu gölgede bıraktı. Sâdece Börü
Han, kalbindeki ateşle, çığlığı anlayabildi. O ân, Tanrı Dağları’ndaki sis
aralarındı. Gelenler Ali, Osman ve babalarıydı. Börü Han, ayağa kalktı ve
uluyarak onları selâmladı. Aleyküm selâm, dedi, babaları. Anlamıştı. Ancak Börü
Han’ın uluması, Tanrı Dağları’nı öyle bir sarsmıştı ki, Tanrı bile bundan
etkilenmişti.
Kür Şâd, Çingiz Kağan, Attila, Mete Han, Alp Arslan
Han, Emîr Temür ve Gâzi Mustafâ Kemâl Paşa, yavaşça yanlarına geldiler. Kür Şad
atından indi ve Osman’a sarıldı. “Burada güvendesin, dedi. “Seni rüyâlarımdan
biliyorum. Ama annem” dedi. Osman’ın bu sözünden sonra sislerin arasından
annesi de geldi. Osman, annesine sarıldı. “Bak” dedi, “ağabeyimle, babam uyandılar.”
* * *
Bayır Bucak’ta olanlar, ertesi gün Türkiye’de
duyuldu. Birçok kişi, yardım etmek istedi, bir kısmı da bölgeye gitmek istedi.
Osman, bunları Börü Han ile berâber Tanrı Dağları’ndan izliyordu. O sırada
gözlerine birileri takıldı. Bunları görünce Osman’ın yüzü değişti, yüzünde
tiksinti hâli göründü.
Bayır Bucak’ta kimsenin olmadığını, Türklerin
kalmadığını söylüyorlardı. Öldürülenlerin Türk olmadığını, bunların hepsinin
Amerika’nın ve hükûmetin oyunları olduğunu söylüyorlardı. Bunları duyunca,
Osman, ister istemez Börü Han’a döndü ve “Ne yâni, ben Türk değil miyim? Annem,
babam, ağabeyim, şurada oynayan arkadaşlarım Türk değil mi? Niye böyle
söylüyorlar ki?” diye sordu. Börü Han’ın yanıtı Tanrı Dağları’nı yeniden sarsan
bir uluma oldu. Osman ve bütün çocuklar, bunun anlamını biliyordu.
O sırada İstanbul’da bilgisayarının başında bulunan
ve Bayır Bucak’ta Türk olmadığını söyleyen Aykut Söztürk’ün alnına iki damla
düştü. Evde olduğu için buna bir anlam verememişti. O sırada bir öğretmenle
tartışırken, “Orada Türkler öldürülmüyor, teröristler öldürülüyor” şeklindeki
son cümlesini yazdı. Elini başına götürdüğünde iki kan damlası geldi. Başının kanadığını
düşünürken, bu damlanın Osman’ın ve Börü Han’ın gözlerin akan birer damla kan
olduğunu bilmiyordu...
29.01.2016
Kutlu Altay KOCAOCA