Kürd mes’elesi ele alınırken, Türkiye’de ne yazık ki,
güvenlikçi bir bakış öne çıkmaktadır ve Kürd mes’elesi, sâdece PKK’dan
ibâretmiş gibi bir görünüm kazanmaktadır. Dolayısıyla da ister istemez, PKK
dışındaki Kürd hareketleri bu mes’elenin dışında kalmış oluyor. Bu ise
mes’elenin özünü anlamayı imkânsız bir hâle getiriyor.
PKK, her ne kadar, ilk saldırısını 1984’de yapmış olsa
da, resmî olarak 1978 yılından beri var olan bir terör örgütü. Yâni 38 yıldır
faâliyette bulunuyor. Ancak yine de ne olursa olsun, bir gün sona erecek ve yok
olacak. Ancak sonrasında AKK, BKK, CKK gibi farklı isimlerle tekrar ortaya
çıkmaması için genel olarak üç konu üzerinde durmak gerekiyor:
·
Ana dilde (Kürdçe) eğitim
·
Kürdlerin uluslaşması ve Türkiye’nin çok
uluslu bir yapı kazanması
·
Ortak devlet, yâni federasyon.
Türkiye’de
hangi görüşten olursa olsun Kürd hareketlerinin tamâmında var olan ortak taleb,
ana dilde eğitimdir[1]
[2] [3].
Burada kasd edilen, ana dilin, Kürdler özelinde Kürdçe’nin, öğretilmesi değil,
eğitim müfredâtının tamâmen Kürdçe olmasıdır. Yâni matematik, sosyal bilgiler,
târih, coğrafya, fen bilgisi gibi derslerin Kürdçe işlenilmesidir.
Genel
olarak Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan sözleşmelerde bu durum, bir
azınlık hakkı olarak öngörülmüştür. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür
Kurumu (UNESCO) tarafından 14 Aralık 1960 târihinde kabûl edilen “Eğitimde
Ayrımcılığa Karşı Sözleşme”nin[4] 5.
maddesinde, bu konuda şöyle denmektedir:
“(c) Ulusal azınlık üyelerinin,
okullarının yönetimi dahil kendi eğitim etkinliklerini yürütme ve her devletin
eğitim politikasına bağlı olarak kendi dillerini kullanma ya da öğretme
haklarını tanımak temel ilkedir. Bununla birlikte:
(i)
Bu hak, bu azınlık üyelerini bir bütün olarak topluluğun kültür ve dilini
anlamaktan ve topluluk etkinliklerine katılmaktan alıkoyacak veya ulusal
egemenliğe zarar verecek biçimde kullanılmaz.
(ii)
Eğitim standardı, yetkili makamlarca belirlenen ya da onaylanan genel standarttan
düşük olamaz.
(iii) Bu okullara devam isteğe
bağlıdır.”
Buna
benzer uluslararası sözleşme ve bildirilerde de yine benzeri cümleleri görmek
mümkündür ve Türkiye, bunların bir kısmı şerh koyarak, bir kısmını da şerhsiz
olarak kabûl etmiştir. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda, çözüm süreci denen, PKK ile
yapılan görüşmeler sırasında da Türkiye, bu konuda yasal adımlar atmış ve özel
okullarda ana dilde eğitimi kabûl etmiştir[5].
Bu
konudaki uluslararası sözleşmeleri ortaya koyduktan sonra anadilde Kürdçe
eğitim üzerine düşünebiliriz. Yukarıda söylediğimiz gibi Kürdçe’nin,
öğretilmesi değil, eğitim müfredâtının tamâmen Kürdçe olmasıdır. Bu konuda
PKK-HDP çizgisine yakın Kürd hareketleriyle sosyalist hareketler, daha açık bir
duruş sergilerken, İslâmcı kesimler daha kapalı bir duruş sergilemektedir.
Meselâ Fethullah Gülen grubuna bağlı Zaman gazetesi yazarlarından Mümtaz’er
Türköne, 3 Ocak 2012 târihinde kaleme aldığı “Anadilde eğitim” başlıklı
yazısında, bu konuyu çarpıtmakta ve şöyle demektedir[6]:
“Anadilde eğitim ise, zannedildiği
gibi Türkçeye rakip olarak, kapısından girdiğiniz zaman her şeyin Kürtçeden
ibaret olduğu okul anlamına gelmiyor. Resmî dili öğretmek, anadilde eğitimi
anayasal hak olarak düzenleyen ülkelerde bile devletin görevi olarak kabul
ediliyor. Çözüm iki dilli eğitimde bulunuyor. Devlet, vatandaşlarına aynı anda
iki dilli eğitim fırsatı tanımış oluyor.”
Burada
çok ciddî bir yanıltma bulunmaktadır. Zîrâ ana dilde eğitim, tamâmen kişilerin
kendi ana dilinde eğitim almasıdır. Kaldı ki, zâten şu ân var olan ve Kürdçe
eğitim veren özel okullarda da uygulama bu şekilde olmaktadır[7].
Bu
açıklamaları yaptıktan sonra Kürdçe eğitim üzerinden hareket edebiliriz. Dil ve
o dilde yapılan eğitim, uluslaşmanın en önemli adımlarıdır. Bu coğrâfî bir
sınır çizmenin ötesinde bir millî sınır çizmek anlamına da gelecektir. Kürdçe
eğitim alan öğrencilerin, ne olursa olsun, Türkçe eğitim alan öğrencilerle
(Kürd kökenli bile olsa) berâber yaşaması, oldukça zordur. Öyle ki, federasyon
olup, “Özerk Kürdistan” îlânı bile Kürdçe eğitim kadar tehlikeli değildir.
Zâten dünyâ üzerindeki örnekler incelendiğinde ana dilde eğitim verilen
ülkelerin tamâmı federatif ülkelerdir[8].
Sâdece bu bile ana dilde eğitim talebinin altında uluslaşma ve bir Kürd
yönetimi oluşturma amacı taşıdığını göstermektedir.
Tehlike
de, tam olarak bu noktada kendisini göstermektedir. Kürd uluslaşması... Ne
yazık ki, birçok millîyetçi ve ulusalcı çevrede, biraz da alaycı olarak,
Kürdçe’nin bilim dili olmadığı, dolayısıyla Kürdçe ile eğitim verilemeyeceği
söylenmektedir. Kürdçe’nin Mem û Zîn ve birkaç eser dışında edebî eseri
olmaması ve bir bilim dili olmadığı gerçeğinden hareketle, ileride bunun bir
bilim ve edebî dile dönüştürülemeyeceği sonucuna varılamaz. Yeterli bir dil
eğitimiyle birlikte bunu sağlamak zor değildir. Zîrâ burada çok önemli bir
gerçek gözlerimizden, bilerek ya da bilmeyerek, kaçırılmaktadır. O da
Kürdçe’nin İrân dili (Farsî), dolayısıyla Hind-Avrupa kökenli olduğu gerçeğidir.
Bugün gerek Farsça, gerekse de lehçesi gibi olan Kürdçe ile Avrupa dilleri
arasında çok sayıda ortak sözcük bulunmaktadır. Dolayısıyla bilimsel ve edebî
terimlerin Kürd söylenişine uygun olarak Kürdçe’ye yerleştirilmesi, pek zor
değildir. Bugün Farsça’da yer alan ve Latince kaynaklı olan bilimsel terim
adlarının çoğu Fars söylenişine göre Farsça’ya yerleşmiştir. Bu durumun
benzerinin biraz da uluslararası destekle Kürdler için yapılması, hiç de zor
olmayacaktır.
Ayrıca
tek tip eğitimden geçecek olan ve Kürdçe eğitim almış kişilerin, oldukça
benzeri bir yapıya sâhib olacağını da düşünmek gerekir. Eğitim, uluslaşma için
gerekli olan bütün unsurları sağlar. Yâni Kürdçe eğitim veren bir kurumda,
meselâ Kürd târihi okutulmaması mümkün müdür? Her ne kadar gerçekte birkaç
aylık Kadı Muhammed’in İrân’da kurduğu Mahâbad Kürd Cumhûriyeti (1944-45) ve
Şeyh Mahmûd Berzenci’nin Irak’ın Süleymâniye bölgesinde kurduğu Kürdistan
Krallığı (1922-1924) ve birkaç beylik dışında bir devlet yapısı oluşturulmuş
olmasa da, yeni bir târih yaratılması zor olmayacaktır. Zîrâ târih,
devletlerden ibâret olmadığı gibi târihi yazanların, insanlar olduğunu da
unutmamak gerekir. Uluslaşma sürecinde olan bir toplumun da yeni bir târih
yaratma noktasında çok zorlanmayacağı da ortadadır.
Böylece
ana dilde eğitimin Kürd uluslaşmasına etkisini gördükten sonra, doğrudan Kürd
uluslaşmasını gösteren örneklere bakmak gerekiyor. Bir toplumda uluslaşmanın
işâretlerinin başında aşîret, kabîle ya da boy kavramının geriye düşmesini
gösterebiliriz. Yâni bir Kürd’ün, önce kendi aşîreti yerine Kürdlüğünü öne
sürmesi, ciddî bir uluslaşma işâretidir ve ne yazık ki, bu noktada oldukça
önemli adımlar atılmış ve ilerleme sağlamışlardır. Her ne kadar henüz uluslaşma
tamamlanmasa da, tehlikeli bir noktaya varılmıştır. Ayrıca geçmişe kıyasla
Türkiye içerisindeki farklı Kürd aşîretlerine mensûb olan ya da farklı
şehirlerde yaşayan kişilerin konuştuğu Kürdçe arasındaki farklılıkların azaldığı da görülmektedir.
Bu
noktada Türkiye’nin şimdiye kadar kullandığı bâzı sözlerin, ne yazık ki, Kürd
uluslaşmasına hizmet ettiğini de görmek gerekir. Meselâ “Türk-Kürd kardeştir”
sözü üzerinden hareket edecek olursak, birçok noktayı daha açık hâle getirmiş
oluruz. Öncelikle toplumlar arasında kardeşlik, dostluk ya da düşmânlık, pek
gerçekçi söylemler değildir. Zîrâ toplumlar da, devletler gibi bu durumlarını
“toplumsal çıkar” üzerine oluşturur. Bununla berâber kardeşlik söyleminin
sıkıntısı şuradadır:
Türk-Kürd
kardeşliği söylemi, bir araya getirme adı altında, aslında bir ayrım
belirtmektedir. Ayrıca “etnik eşitlik” ve “çok uluslu” bir görünüm
sergilemektedir. Zîrâ mâdem kardeşlik varsa, o hâlde iki taraf da aynı haklara
sâhib olmalıdır. Yâni Türk ile Kürd kardeş ise Türkçe eğitim olduğu gibi Kürdçe
eğitimin de olması gerekmez mi ya da Türkiye’nin bir “Türk-Kürd Ortak Devleti”
olması gerekmez mi? Sonuçta eğer kardeşlik varsa, bunun olması gerekir. İşte,
düşünülmeden, bilinçsizce (belki de tam tersi) ortaya atılan sözlerin yarattığı
tehlike budur.
Ayrıca
terörle mücâdele noktasında da, şehir ve ilçe merkezlerinde aylardır süren ve
savaş görünümü gösteren çatışmalar, Kürd uluslaşmasını hızlandırmaktadır. Zîrâ
ortaya çıkan görünüm, bir terörle mücâdele değil, tam tersine “şehir savaşı”
görünümüdür. Üstelik bunun süresinin uzaması, bir yandan Türkler arasında “bir
ân evvel bitsin” gibi düşünceler yaratırken, bir yanda da PKK’nın mağdûr
edebiyâtı yapmasına yol açmaktadır. Bununla berâber yeni anayasa sürecinde de,
HDP-PKK çizgisinin masada olması ve pazarlıklar yoluyla istediklerinin bir
kısmını alması da, yine bu alanda atılmış bir adım olacaktır.
Peki,
git gide hızlanan bu uluslaşma tehlikesine karşı ne yapılabilir? Bu noktada
uluslaşmanın tamamlanması, maçın bitiş düdüğüdür ve yapılabilecekler, ancak
bunun tamamlanmasından önce olması gerekenlerdir. Uluslaştıktan sonra ise
toprak bütünlüğünü korumak oldukça zordur. Zîrâ Türkiye’nin imzâ attığı, ancak
TBMM ve cumhûrbaşkanlığı tarafından henüz onaylanmamış olan Birleşmiş
Milletler’in 1966 yılında hazırladığı “Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası
Sözleşmesi”nin 1. maddesinin 1. kısmında şöyle denilmektedir[9]:
“Bütün halklar kendi kaderlerini
tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini
serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe
sürdürebilirler.”
Elbette buna bir siyâsî belge ya da kâğıt
parçası denilip geçilebilir. Ancak unutmayalım ki, iç savaşlar da aynı zamanda
toprak bütünlüğünün bir süreliğine kaybı anlamına gelmektedir. Üstelik bir Kürd
ulusu hâlini almış bir yapıya karşı başarılı olmak için ilk olarak Kürd ulusu
hâline gelmesini engellemek gerekmektedir. Bu durumda, dünyâdaki örneklere
bakmak ve feodal toplumlar ile ulus yapılarını incelemek gerekmektedir.
Feodal
toplumlar için ulus ya da milletin bir önemi yoktur. Sâdece kendi küçük mensûbiyetinin
önemi vardır. Yâni kendi kabîlesinin, aşîretinin, boyunun ya da bölgesinin
önemi vardır. Kabîle çıkarları için aynı dili konuştuğu, aynı kültüre mensûb
olan başka bir kabîle mensûbu ile çatışmaktan çekinmez. Bu siyâseti dünyâda
uygulayan ülkelerin başında Sovyetler Birliği gelmektedir. Sovyet sosyalist
yönetimi, Türk nüfûsun yoğun olduğu bölgelerde Türklük ve Müslümânlık bilinci
yerine bir Sovyet bilinci yaratmak istemiş ve bunun için Türkler arasında boy
farklılıklarını öne çıkaran bir siyâsî yapı oluşturmuştur. Türkistan bölgesinde
dört, toplamda beş Türk kökenli Sovyet cumhûriyetinin kurulmasının sebebi
budur. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ise ne yazık ki, bu boy esâslı
devletler, ulus devlete doğru şekillenmeye başlamıştır. Sovyet sistemi, Marksist
doğası gereği Türk bölgelerinde ana dilde eğitim hakkı tanımış ve ama burada da
Türk lehçe ve ağızlarını öne çıkartıp, hem Türklükten koparma, hem de
aralarındaki farklılıkları arttırma politikasını izlemiştir[10] [11]. Bu
ise Türk kökenli bu devletlerin, günümüzde, Âzerbaycan dışında, Rusya’ya
oldukça yakın durmaları sonucunu getirmiştir.
Bu
durum, aslında kendi içerisinde uluslaşma ve tabiî olarak, bölünme tehlikesi
yaşayan ülkeler için bir örnektir. Her ne kadar, bu örnek, Türkler için olumsuz
olsa da, Kürd uluslaşmasının önlenmesi açısından oldukça büyük bir önem
taşımaktadır. Türkiye’de de benzeri bir yol izlenmeli ve Kürd kimliği yerine
İzol, Bedirhan, Millî, Milân gibi aşîret adları ve kimlikleri öne
çıkarılmalıdır. Hattâ bundan faydalanmak isteyecek aşîretlere de destek
sağlanmalı ve önleri açılmalıdır.
KUTLU
ALTAY KOCAOVA
07.03.2016
[1] http://www.kelhaamed.com/308/Suleyman_Akkus/Said_Nursi_ve_Ana_Dilde_Egitim_.html
[2] http://www.risalehaber.com/100-yildir-gasbedilen-kuran-i-bir-hak-kurtce-anadilde-egitim-16442yy.htm
[3] Kızılok,
Utku, “AKP ve Anadilde Eğitim”, Sınıf Mücadelesinde Marksist Tutum, Kasım 2013 http://marksist.net/utku-kizilok/akp-ve-anadilde-egitim.htm
[4] http://insanhaklarisavunuculari.org/dokumantasyon/files/original/f94db8aed204aec9fb71426abbdd8380.pdf
[5] https://www.akparti.org.tr/site/icraat/14590/artik-ozel-okullarda-ana-dilde-egitim-veriliyor
[6] Türköne,
Mümtaz’er, “Anadilde Eğitim”, Zaman Gazetesi, 3 Ocak 2012 (Gazeteye el
konulduğu için bağlantı adresi çalışmıyor)
[7] http://www.sabah.com.tr/yasam/2015/06/12/cizrede-kurtce-egitim-verilen-okulda-karneler-dagitildi
[8] Çelik,
Zafer, "Anadilde Eğitim: Dünyada Yaygın Uygulama Modelleri", SETA
Perspektif, sayı:21, Ekim 2013
http://file.setav.org/Files/Pdf/20131009123554_anadildeegitim.pdf
[9] https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/53-73.pdf
[10] Sucu,
Ali Emre, “Türkistan’da Etnik Milliyetçilik: Özbekistan Örneği ve Alternatif
Olarak Muhalif Lider Muhammed Salih”, s.111-113, Doğudan Batıya – Devletler
Toplumlar Farklılıklar (haz: Ayça Günkut Vurucu, Gürsoy Akça, İkbâl Vurucu),
Aygan Yayıncılık, İstanbul, Şubat 2016
[11]
Khairmukhanmedov, Nurbek, “Orta Asya Cumhuriyetleri’nde Bağımsızlık Sonrası
Ulus-Devlet Oluşum Süreci ve Meseleleri”, Doğudan Batıya – Devletler Toplumlar
Farklılıklar (haz: Ayça Günkut Vurucu, Gürsoy Akça, İkbâl Vurucu), Aygan
Yayıncılık, İstanbul, Şubat 2016