Görsel: Bugün îtibâriyle Kuzey Irak ve çevresindeki güçlerin hâkimiyet durumu. Sarı renk, Kürdlerin kontrolündeki bölgeleri, pembe renk, Irak yönetimi, koyu gri ise IŞİD kontrolündeki bölgeleri göstermektedir.
Önümüzdeki pazartesi günü, Ortadoğu târihinin en önemli
olaylarından biri yaşanacak. Irak Kürdistan Bölgesi Yönetimi lideri Mesûd
Barzânî, bölgesinin bağımsızlığı için referandum yapacak. Gerçi, gerek komşu
ülkeler, gerek dünyânın birçok ülkesinden bu konuda farklı tepkiler gelse de
Barzânî, referandumu yapacak gibi gözükmektedir. Bununla berâber bizim konumuz,
referandumun yapılıp yapılamayacağından ziyâde Türkiye ile Irak arasındaki
antlaşma ve sözleşmeler üzerinden hukûkî durumu değerlendirmektir.
Türkiye ve Irak arasındaki sınır, 5 Haziran 1926 târihli
ve resmî adı “Hudûd ve Münâsebât-ı Hasenet Hemcivâri Muahedenâmesi” olan
Türkiye-Irak sınır antlaşmasına göre çizilmiştir. Bu antlaşmanın, Türkiye, Irak
ve İngiltere olmak üzere üç taraf ülkesi bulunmaktadır ve Türkiye-Irak sınırı
boyunca olabilecek birçok şeyi karâra ve hükme bağlamıştır.
Türkiye’nin Musul ve Kerkük üzerinde hak sâhibi olduğu
iddiâsında bulunanlar, genel olarak antlaşmanın beşinci ve onuncu maddeleri
üzerinden hareket etmektedirler. Bu yüzden bu maddeleri incelemekte fayda var.
“Madde 5. — Tarafeyn-i akîdeynden her
biri birinci maddede tasrih edilen hatt-ı hudûdu kati ve taarruzdan mâsun olmak
üzere kabâl ve bunu tâdile mâtuf her türlü teşebbüsten tevakki etmeyi taahhüd
eyler.”[1]
Günümüz Türkçesine
çevirirsek, antlaşmanın taraflarının, birinci maddede belirtilen sınırlara
yönelik her türlü saldırıdan korumak üzere, önceki hâline dönüştürmeye yönelik
her türlü girişimden uzak duracaklarını taahhüd edeceği belirtiliyor.
Bu madde, hem Türkiye’nin, hem de Irak’ın sınırları
değiştirmeye yönelik her türlü adımdan uzak duracağını belirtiyor. Dolayısıyla
bu madde üzerinden Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde kurulacak bir Kürd devleti
hakkında hareket hakkından söz etmek imkânsızdır.
Şimdi de dokuzuncu ve onuncu maddelere bakacak olursak,
“Madde 9. — Müsellah bir veyâ birkaç
eşhâs civâr hudûd mıntıkasında bir cinâyet veyâ cürüm îka ettikten diğer hudûd mıntıkasına
ilticâya muvaffak oldukları takdirde bu son hudûd mıntıkası memûrini işbu
eşhâsı silâhlariyle ve yağma ettikleri eşya ile birlikte kanûna tevfikan
tebaâsı bulundukları tarafın memûrine teslim etmek üzere tevkîf etmeye mecburdur.
Madde 10. — Muahedenin işbu faslının
tatbîk edileceği hudûd mıntıkası
Türkiye'yi Iraktan tefrîk eden bütün hudûd ile bu hudûdun bir ve diğer
tarafında yetmiş beşer kilometre derinlikte bulunan mıntıkadır.”[2]
Bu iki madde, dikkât edilirse, birbiriyle bağlantı olan
maddelerdir. Türkiye’nin hakkı olduğuna dâir iddiâların temeli olarak görülen onuncu
maddenin sebebi dokuzuncu maddede belirtilmektedir. Elbette onuncu madde, hem
Türkiye’ye, hem de Irak’a birbirine müdâhale etme hakkı veriyor. Ancak bu müdâhale,
ancak suçlulara yönelik bir tâkib harekâtından başka bir şey değil. Dikkât edilirse
dokuzuncu maddede silâhlı kişi ya da kişilerin, suç işledikten sonra diğer
ülkeye kaçmasını şart koşmakta ve bu şarta uygun olarak yapılacak müdâhaleyi de
75 kilometre ile sınırlı tutmaktadır. Dolayısıyla bu maddenin Mesûd Barzânî’nin
yapacağı Kürdistan referandumu ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Türkiye,
zâten sık sık PKK’ya karşı bu maddeye göre hareket etmiş ve adım atmıştır. Ancak
Barzânî yönetiminin uluslararası hukûk açısından PKK ile benzer olduğunu
söyleyemeyiz. Zîrâ biri, BM tarafından resmî olarak terör örgütü olarak kabûl
edilirken, diğeri bütün dünyâ ve BM tarafından resmî bir varlık olarak kabûl
edilmekte ve Türkiye, İrân gibi komşularıyla özel anlaşmalar yapabilmektedir. Dolayısıyla
suçlularla ilgili bir maddenin Barzânî için uygulanması imkânsızdır. Kaldı ki,
uygulansa bile Türkiye sınırı ile Erbil arasındaki mesâfe kuş uçuşu, 90
kilometre; Musul arasındaki mesâfe 100
km; Kerkük arasındaki mesâfe ise 250 kilometre civarındadır. Yâni yine 75
kilometrelik hattın dışında kalmaktadırlar.
Bununla birlikte on birinci madde ile antlaşmanın
uygulanması için Irak tarafında Musul ve Erbil mutasarrıflarının görevli olduğu
belirtilmiştir. Ancak sonraki yıllarda Irak’ın yapısı değişmiş ve Dohuk ilinin
de ortaya çıkmasından dolayı Musul’un Türkiye ile sınırı kalmamıştır. Yâni
böylece bu madde, hükümsüz kalmıştır.
Antlaşmanın on ikinci maddesi ise bizim için daha fazla
önem arz etmektedir. Madde şu şekildedir:
“Madde 12. - Türkiye ve Irak
memurları diğer taraf tebaâsından olup, bilfiil onun arâzisinde bulunan aşâiri
rüesa, şeyh veyahut diğer azâsı ile resmî veyâ siyâsî mahîyeti hâiz her nevi
muhabereden istinkâf edeceklerdir. Tarafeyn-i âkideyn hudûd mıntıkasına bir
veyâ diğer devlet aleyhine müteveccih hiçbir gûna propaganda teşkilâtına ve
içtimaa müsaâde etmeyeceklerdir.”[3]
Bu
madde ile Türkiye ve Irak, birbirlerine karşı hiçbir olumsuz propagandaya izin
verilmeyeceğini belirtmiş oluyor. Ancak birçok açıdan çok önemli olan madde,
uzun yıllar evvel hükmünü yitirmiştir. Hattâ diyebiliriz ki, 1991 yılındaki
Çekiç Güç ve Irak’ın 36. paralelin kuzeyine çıkmasının yasaklanmasıyla, Irak’ı
vuran uçakların Türkiye’den havalanması, Barzânî ve Talâbânî gibi Kürd
liderlerin Irak aleyhine Türkiye tarafından desteklenmesi, hem maddenin
hükümsüz kalmasını, hem de bu maddeyi ihlâl edenin Türkiye olduğunu
göstermektedir.
Görüldüğü
gibi 1926 târihli sınır antlaşmasının Türkiye’ye yönelik bir müdâhale hakkı
vermediği görülmektedir. Bununla birlikte Kürdistan Devleti’nin kurulmasıyla,
bu antlaşmanın hükmünü yitirdiği ve geçersiz olacağı da söylenebilir. Bu mantıklı
olan bir görüştür. Elbette artık Türkiye ile Irak, sınır paylaşmıyorsa, sınır
antlaşması da anlamını yitirir. Ancak bu da Türkiye’ye bir müdâhale hakkı
tanımaz. Yâni uluslararası hukûka göre antlaşma ile belirlenmemiş bir bölgeye
müdâhale hakkı söz konusu değildir. Kaldı ki, tam tersine bu sefer Kürdistan
yönetimi ile antlaşma yapma gereği çıkar ki, bu da resmî olarak tanıma anlamına
gelir.
Bununla
berâber gözden kaçan bir unsur var ki, o da bu antlaşmanın üçüncü tarafının
İngiltere olduğu gerçeğidir. Bu da her ne olursa olsun, İngiltere’yi de hesâba katmak
gerektiğini gösteriyor. Kaldı ki, İngiliz raporları, bu antlaşma ve imzâlanması
konusunda oldukça sert ifâdeler barındırmaktadır. Ali Satan’ın derlediği “İngiliz
Yıllık Raporlarında Türkiye: 1925-1926” adlı eserde şu ifâdeler yer almaktadır:
“Türklerin İtalya korkusu, 5 Haziran’da
Ankara Antlaşması’nın imzalanmasını kesinlikle kolaylaştırdı. Bu korku hâlâ
canlı olduğundan, Türklere bizi kışkırtamayacakları konusunda güvenilebilir.
İtalya ile aralarında doğabilecek bir anlaşmazlıkta bizi müttefik değilse bile
potansiyel tarafsızlar olarak tutmak hususunda elbette hassas olacaklar.”[4]
İngilizlerin
bu ifâdeleri, Ankara Antlaşması ile istediklerini aldıklarını göstermektedir.
Türkiye
ile Irak arasındaki bir diğer antlaşma da, 29 Mart 1946 târihinde imzâlanan “Dostluk
ve İyi Komşuluk Antlaşması”dır. Bu antlaşma, TBMM tarafından 5 Eylül 1947
târihinde onaylanmış ve 12 Eylül 1947 târihinde de Resmî Gazete’de
yayınlanmıştır. Bu antlaşmanın en önemli maddesi ise dördüncü maddedir. Söz konusu
madde şöyledir:
“Madde 4 - Antlaşan Taraflar,
Taraflardan birinin ülke bütünlüğüne veyâhut hudûd dokunulmazlığına karşı
herhangi bir saldırma tehlikesi görüldüğünde veyâ saldırma yapıldığına
Birleşmiş Milletler Teşkilâtının yetkili organına hemen haber vermeyi taahhüd
ederler.”[5]
Bu
madde, Türkiye’nin yapabileceği şeyin en fazla Birleşmiş Milletler’e başvurmak
olduğunu göstermektedir. Kaldı ki, Türkiye, Irak’a yönelik iki Körfez Savaşı’nda
da havaalanlarını ve üslerini saldıran taraf olan ABD ve müttefiklerine açarak,
bu maddeyi ihlâl etmiştir. Ayrıca aynı antlaşmanın bir sonraki maddesinde de
taraf ülkelerin aralarındaki her türlü anlaşmazlığı Birleşmiş Milletler
gözetiminde ve barış içerisinde çözecekleri de taahhüd edilmektedir.
Devletler,
her zaman atacağı adımları iki ölçüye göre atarlar. Birinci ölçü, güçtür. Yâni
gücünüz varsa, bu gücünüze orantılı olarak adımlar atabilirsiniz. ABD ve Rusya,
birçok işgâli buna göre gerçekleştirmiştir. İkinci ölçü, meşrûiyettir. Türkiye,
Kıbrıs Barış Harekâtı’nı buna göre gerçekleştirmiştir. Yine aynı şekilde
Karabağ Savaşı sırasında Ermenistan’ın Âzerbaycan toprağı olan Nahçıvan’a
saldıramamasında, yine Rusya’nın 2008 Gürcistan Savaşı sırasında Batum’u
vuramamasında bunu görüyoruz. Yâni atacağınız
adımların meşrû olması gerekir. Bu ise ancak antlaşmalarla, yâni uluslararası
hukûk ile sağlanır. Eğer siz, eski haklarınızdan resmî olarak vazgeçmişseniz,
dünyânın değişen konjöktrüne bağlı olarak ileride söz hakkınızı
kaybedebilirsiniz.
Bu
yüzden bir konu hakkında konuşurken, evvelâ antlaşmalara ve uluslararası hukûk
belgelerine göre hareket etmek, bu belgelere analiz yapmak gerekmektedir. Türkiye
ve İrân, elbette Kürd yönetimine karşı sınırlarını kapatabilirler, ekonomik
yaptırım uygulayabilirler ve Birleşmiş Milletler gibi uluslar üstü örgütlerin
devreye girmesini isteyebilirler. Ama resmî olarak varlığını kabûl ettikleri
bir yapıya karşı, ayrılmak istedikleri ülke (burada Irak) talebde bulunmadıkça,
askerî harekât düzenleyemezler. Dolayısıyla ne yapılacaksa, Irak ile berâber
yapılmalıdır. Bir askerî harekât düzenlenecekse de, Irak’ın onayı ve talebi
sağlanmalıdır. Aksi takdirde işgâlci durumuna düşmek ve sonucunda Kuveyt’i
işgâl etmiş Saddam Hüseyin görüntüsüne düşmek tehlikesi bulunmaktadır ki, bu
çok büyük bir tehlikedir.
23 Eylül 2017
KUTLU ALTAY KOCAOVA
Mükemmel bir makale Kutlu hocam. Tebriklerimi, en içten saygılarımla sunuyorum sizlere.
YanıtlaSilTeşekkürler...
Sil